Prof. Dr. Nur Serter yazdı…
Cumhuriyetin 100. yılı kutlanırken, Diyanet İşleri Başkanlığı Cuma Hutbesinde Atatürk’ün adını yine anmadı. Dini esaretten kurtaranı anmayarak, varlığını bir kez daha inkar etti. I.Dünya Savaşı sonrasında işgal altındaki Anadolu topraklarında dininden koparılmak istenen milyonların acısını hiç anımsamadı.
Şimdi bunu da bir yana bırakalım ve Osmanlı dönemindeki uygulamalara bakalım.
Osmanlı’da din, zaten özgür değildi. Kimi yerde Ulema’nın, kimi yerde okuması yazması bile olmayan mollaların, tarikat şeyhlerinin esareti altındaydı. Hurafeler din diye pompalanırken her tarikat ve cemaat kendine göre farklı bir din üretmeyi sürdürüyordu. Okuma yazması olmayan ve Arapça bilmeyen halka kalan ise kendisine anlatılanı kabullenmek oluyordu. Kendi Kutsal kitabı olan Kuran’a elini süren çok sınırlı sayıda insan vardı. Evinde el yazması Kuran olanlar da onu bir kese içine koyup, yükseklere kaldırır veya duvara asarlardı. Kutsal olan, Kuran’da yazılı olan Allah’ın sözleri değil, kitabın cismani varlığıydı sanki. Öpüp başına koymak ve yükseklere asmak, abdestsiz ele almamak neredeyse dini ibadet sayılmaktaydı. Kimse Kuran’ın insanlar okusun diye indirildiğini, hatta ilk gelen ayetin “ikra” yani “oku” olduğunu düşünmezdi bile. Zaten bu ayeti bilse bile okuyamazdı ki ! Ne okuma yazması vardı ne onu anlayacak Arapçası.
İbrahim Müteferrika’nın ilk Türk Matbaası 1727 de faaliyeti geçmiş ancak Dini kitapların,( tefsir, fıkıh, hadis, kelam vs) basılması yasaklanmıştı. Özetle söylersek, halkın hatta Medrese öğrencilerinin bile ellerinde okuyabilecekleri bir Din kitabı yoktu. Kuran, ilk kez 1537’de Venedik’te basılmış bunu Lieden(1617), Hamburg (1694), Leipzig (1768), St. Petersburg (1787) , Kazan (1801) ve Londra (1833)da yapılan baskılar izlemişti. Yurt dışında basılan Kuran mushafları kaçak olarak Osmanlı sınırlarından içeriye sokulmuşsa da yakalananlar cezalandırılmış, Kuran’ın basımına kesinlikle izin verilmemişti. Basımı kadar dağıtım biçiminin nasıl olacağının belirlenememiş oluşu da sorunun bir diğer parçasıydı. Basım ve dağıtım aşamasında Kuran’a gereken saygının gösterilemeyeceği endişesi ile Kutsal Kitap Ulemanın tekelinde kalmayı yüzyıllar boyu sürdürdü.
Yabancıların açtığı özel matbaalarda başlatılan kaçak basımlar 19. Yüzyılın ikinci yarısında hızla artmış ancak sıkı bir takiple yakalananlar cezalandırılmıştı. Çok uzun tartışmalar sonunda Kuran basma yetkisi Maarif Bakanlığına verildi. Ancak Mushafların basımı için pek çok koşul öngörüldü. Basım özel bir mekanda yapılacak ve mütedeyyin görevlilerce gerçekleştirilecekti. İlk basım 1874 yılında yapıldı. 1500 adet basıldı. Ancak fiyatın yüksek olması nedeniyle fazla rağbet görmemişti. Zaten Arapça olarak, el yazması metinler üzerinden basılan Kuran’ın halk tarafından okunup anlaşılması mümkün değildi.
Akıl yolundan sapmış ve şekle boğulmuş Osmanlı yönetim anlayışı, İslamın Kutsal Kitabı Kuran-ı Kerim’den kendi ümmetini yüzyıllarca yoksun bırakmıştı.
İşte Atatürk’ün dini özgürleştirmesi ve İslam dinini hurafelerden arıtarak halkla buluşturması, TBMM tarafından gerçek din alimlerine hazırlatılan Türkçe Kuran Tefsiri ve İslam alimlerince “doğru” olarak kabul edilen Hadislerin yine Türkçe olarak “Sahih-i Buhari” adı altında basılması ile olmuştur. Çalışmaları 12 yıl süren ve bütçesine Atatürk’ün de kişisel olarak katkı yaptığı Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kuran tefsiri 9 cilttir. Bu tefsir hazırlanırken Atatürk, halkın dinini en doğru şekilde öğrenmesi için bazı isteklerde bulunmuştur:
- Ayetler arasındaki ilişkiler gösterilecek,
- Ayetlerin iniş nedenleri nakledilecek,
- Kıraatlar (okuma tarzları) hakkında bilgi verilecek,
- Gerektiği yerlerde kelime ve terkiplerin dil açıklamaları yapılacak,
- Ayetlerin kapsadığı dini, şeri, hukuki, sosyal ve ahlaki hükümler açıklanacak, işaret ettiği ilmi ve felsefi konularla ilgili bilgiler verilecek. İbret ve öğüt niteliği taşıyan ayetler genişçe açıklanacak. Konu ile ilgili İslam tarihi olayları anlatılacak,
- Batılı yazarların İslam dini konusunda yaptığı hatalara dikkat çekilecek,
- Eserin başına Kuran Gerçeğini açıklayan bir Mukaddime (önsöz) yazılacaktır.
Böylece Kuran’ın Türkçe Tefsiri ve İslam dininin en önemli ikinci kaynağı kabul edilen Hz.Peygamber’in sözleri olan Hadisler, halkla buluşmuştur. Halk kendi ana dili ile okuyup anlayabileceği Kutsal Kitabına Atatürk sayesinde kavuşmuştur.
Atatürk’ün kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığına verilen görev de “Gerçek İslam”’ı yaşatmak ve halka anlatmak olmuştur.
Vatanı düşman işgalinden kurtardığı gibi, İslam dinini de cahil ve yobaz mollaların elinden kurtaran Mustafa Kemal, Türk Ulusunu gerçek İslam dini ile buluştururken, aynı zamanda inancın bireysel ve vicdani bir sorumluluk olduğunu da anlatmaya çalışmıştır. İnancın şekle değil, öze bağlı olması ancak halkın kendi dinini bilmesi ve özümsenmesi ile mümkündü çünkü…
Dini ellerinde tutarak güç devşirenler, din ile aldattıkları halkı sömürenler Aydınlanmanın ışığından korunmak için Cumhuriyetin ilk yıllarında yeraltına indiler. İnerken de 100 yıllık kini yüreklerine gömdüler. Sonra beklemeye geçtiler.
Gün geldi siyasetin fırsatçı çarkları onları yeniden yer üstü ile buluşturdu. Buluşturmakla kalmadı, adeta helalleşircesine demokrasinin göstergesi sayarak olağanlaştırdı.
Şimdi Atatürk resimlerini yakarak, heykellerini yıkarak öc alma duygularını tatmin etmeye çalışıyorlar. Bu zavallı ihanet sürüsüne el atarak onları İslam’ın gerçek değerleri ile buluşturmak ise Diyanet’in görevi.
Diyanet İşleri Başkanlığı hazırlattığı ancak basına sızınca inkar ettiği “Tarikatlar Raporu” nun (2019) “Dini oluşumlarda görülen bazı aşırı özellikler” başlıklı ilk bölümünde tarikatların “dini nasıl tahrif ettiklerini” (S.37-62) uzun uzun anlatmaktadır.
Tarikatların İlahiyat Fakültelerine ve İmam Hatip Liselerine karşı oldukları ve onları din dışı saydıklarına ilişkin çok kesin kanıtlara yer vermektedir.
Tüm bu gerçekler apaçık ortadayken Diyanet İşleri Başkanı’nın da 100 yıllık kine ortak olmasının nedenleri araştırılmaya değerdir.
Bırakalım tarihsel gerçekleri, vefa duygusundan bile yoksun, kişisel duygu ve düşünce dünyasını temsil ettiği kurumun gücüyle meşrulaştırmaya çalışan bir din adamının kapsama alanı ne kadar genişleyebilir ki!
Siyaset ve siyasete alet edilmiş Diyanet “din ile kini” birleşik kaplara koymaya çalışsa da, bilinmelidir ki, Sevgi ve bağlılık her zaman kini boğar.
Türk Ulusunun Atatürk’e olan sevgi ve bağlılığı Diyanet hutbelerinin tekelinde hiç olmadı ve olmayacak.
Bize laik, çağdaş ve aydınlık bir Cumhuriyet armağan eden Büyük Atatürk’ün izinde yürümeye ve Onun kutsal emanetine sahip çıkmaya devam edeceğiz.
Işık karanlığı yenecektir.
Cumhuriyetimizin 100. Yılı Kutlu Olsun!
Eğitici yazınızı İçin teşekkürler.