21. yüzyılda din ve toplum

featured

Yiğit Kalcı yazdı

Dinsel öğretiler, insanlık tarihi boyunca toplumların ortak yaşam sistemlerine ait her alanı düzenlemeye, toplumu oluşturan bireylerin ruh dünyalarını ve düşünce tarzlarını dönüştürmeye yönelik adımların referans noktası olarak varlık göstermişlerdir. İnsanlık, içinde yaşadıkları gerçekliğin tanımlanmasında, dini referansları kullanmış ve bu yöntemi günümüze kadar taşımıştır. İnanç sistemleri, teoloji biliminin araştırma sahası dahilinde çıkış noktalarına, coğrafyalarına ve niteliklerine göre kategorize edilmiş olsa da tüm bu sistemlerin temel hedefi aynıdır: Tanrısallık ile beşeriyet arasındaki ilişkiyi düzenlemek ve beşeri hayatı kendi anlayışı üzerinden sisteme sokmak.

Sami dinler olarak adlandırılan Orta Doğu dinleri (Hıristiyanlık, Musevilik, Müslümanlık) referanslar ve öğretiler bakımından birbirine en yakın inanç sistemleri olarak kabul edilirler. Aynı aileye mensup olan bu üç öğretiye göre, beşer ile tanrı ilişkisi ilk insana kadar dayanmaktadır. Birbirine orjini bakımından yakın olan hatta üç bölümlük bir hikayenin devamı şeklinde birbirine referans vererek ilerleyen bu sistemlere göre insan din üretmemiştir, dünya macerası başladığında tanrı tarafından yüklenmiş dini kodlara  ve prensiplere sahiptir. Bu görüşün doğurduğu bir tez olarak insan, sadece tanrının buyruklarına itaat etmek ve dünya hayatının her alanında tanrısal buyrukların varlığını hissetmek zorundadır. Bu noktada eklemek gerekir ki her ne kadar biz üç farklı din sisteminden bahsetmiş olsak da  Pavlus tarafından üretildiği ve İznik Konsili’nde (M.S. 325) tescillendiği ifade edilen ‘’Hıristiyanlık’’ ile İsa Mesih’in İsrailoğulları’na yönelik ‘’Yerel’’ mesajını birbirinden ayrı tutmak zorundayız. Zira İsa’nın mesajı teknik olarak ele alındığında başlı başına bir din olarak değil, insan eliyle deforme edilmiş Tevrat ilkelerinin zamanın ruhuna bağlı şekilde yeniden sosyal hayata adapte edilmesi için gerekli bir reform hareketi olarak ele alınmalıdır.  Bu kısa hatırlatmanın ardından bu üç sistemin, insan doğasına ve tanrısal yaklaşıma uygun olarak dar bir coğrafyanın kültür zemininden, terminolojisinden, geçmişe ait efsanelerinden beslendiğini kabulle hareket edersek, farklı coğrafyaların, farklı kültürlerin ve farklı zamanların ihtiyaçlarına cevap verme noktasında ‘’teknik olarak’’ türlü sorunlara yol açtığını ifade edebiliriz. Bu sorunların başlıca sebebi, belirli bir dönemde, belirli bir insan topluluğuna, belirli olaylara bağlı olarak (Bağlam) şekillenmiş ve söylemlerini de bu çerçevede geliştirmiş inanç sistemlerinin, farklı yaşam şartlarına adaptasyonunun hiç de kolay olmamasıdır.

Toplumlar, siyasi tarih boyunca birden fazla siyasal sistemi tecrübe etmiş ve  her toplumun aynı veya benzer sistemlerle yönetilemeyeceği fikri hakim gelmiştir.  Örneğin Batı toplumlarının özellikle Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi sonrası geliştirdikleri siyasal sistemler, Doğu toplumlarında uzun soluklu bir yaşam alanı bulamamıştır. Aslında her iki kanat da monarşik sistemleri hatta teokratik hegemonya düzenlerini tecrübe ederek   şekillenmiş olsalar da coğrafi, kültürel, dinsel ve tarihi arka planları bakımından sahip oldukları değişkenler ağır basmış, benzerlikleri etkisiz kılmıştır. Örneğin iktisadi sistemlerin şekillenmesinde coğrafyanın önemi büyüktür. Coğrafya iktisadi sistemi, iktisadi sistem siyasal sistemi, siyasal sistem ise sosyal sistemi etkiler. Yani toplumsal hayatı oluşturan tüm bileşenler birbirine entegre haldedirler. Bu sebeple, belli coğrafi ve kültürel kodlarla oluşmuş dinler, her ne kadar evrensellik iddiası taşısalar da kendi kültür havzaları dışında entegrasyon sorununa yol açarlar. Dinlerin çıktıkları nokta ile vardıkları nokta arasında geçirdiği evrim süreci, sosyolojideki kültürlenme kavramıyla da izah edilebilir. Her kültür, etkileşim içinde olduğu diğer kültürlerle ‘’değer’’ alışverişi içindedir. Anadolu coğrafyası içinde varlık gösteren ‘’İslam’’ yorumu ile Arap Yarımadası üzerinde yaşanan ‘’İslam’’ arasındaki farkın sebebi de budur.  Din sistemi, kaynağından uzaklaştıkça, aktarım sürecindeki kayıplar, aktarıldığı toplumun kadim inanışlarının ve geleneklerinin din sistemi ile harmanlanması sonucu, coğrafi faktörlerin etkisi de eklenerek değişime uğrar. Bu durum, sosyolojik açıdan son derece normal karşılanır. Bu durum, vitrinde görüp beğenerek satın aldığınız bir elbisenin, vücut ölçülerinize göre tadilata ihtiyaç duyması durumuna benzer. Halife Ömer’in, İran’ın fethi ile beraber duyduğu siyasal endişe de bu hususla ilişkilidir. Baskın Pers kültürü ve inancı altında, henüz bürokratik yapısı tam anlamıyla oturmamış İslam Devleti’nin verimli bir entegrasyon süreci geçiremeyeceği ve hakimiyet kuramayacağı endişesi olarak ifade edilebilir.  Türklerin İslam’ı kabulü ile beraber hilafet kurumunu da ele alarak elde ettikleri otoriteden de istifadeyle kendi kültürlerine ait verileri İslam’ın prensipleri çerçevesinde yeniden yorumlamaları, Anadolu ile Arap Yarımadası arasındaki yorum farkının başlıca sebebidir. Bu sebeple hayatın pratikleri ve örfe ilişkin dinamikler, din ile toplum arasındaki ilişkinin seyrini belirlemede son derece önemli rol oynamaktadır.

Batı toplumlarında ise en belirgin dini otorite olan ‘’Kilise’’ kurumunun tezleri ile zaman içinde ortaya çıkan bilimsel gelişmelerin ve coğrafi keşiflerin verileri örtüşmeyince, din kurumuna karşı toptan bir mesafe alma durumu söz konusu olmuştur. Uzunca bir süre Batı’yı kendi diktası altına alan din sınıfının, aydınlanma süreciyle güç kaybetmesi sonucu hem toplumsal hayatta hem de siyasal hayatta yeni bir sayfa açılmış ve Batı Medeniyeti, bilimsel disiplinler ışığında yeniden yapılandırılmıştır. Ekonomik sisteminin sürekliliğinin, manevi tatmin ihtiyacına baskın gelmesi sonucu ‘’Endüstri Toplumu’’ olarak adlandırılan toplum yapısında din, toplumsal ölçekteki belirleyiciliğini kaybederek, kişisel manevi tatmin alanına çekilmiştir. Bu sebeple Batı’da ‘’Theology’’ bizde ise ‘’İlahiyat’’ olarak adlandırılan bilimsel disiplin, bu iki toplumda işlevleri bakımından da farklılık göstermektedir. Teoloji, sosyal bilimler içinde bir çalışma alanı olarak varlığını sürdürürken, ilahiyat, toplumu şekillendirmeye, yönlendirmeye yönelik bir gaye ile hareket eden, kendisine tanrısal bir misyon yükleyen ideolojik yönü ağır bir kurum olarak algılanmaktadır. Dini değerlerin teori üretme noktasında dokunulmazlık alanı içine alındığı ve kutsalların akademik araştırma yöntemleri yoluyla gerekli ölçüde ele alınamadığı bir ortamda bilimsel verilere ulaşmak da son derece zordur. Günümüzde bazı ilahiyatçıların (Akademisyenlerin) hedef tahtasına oturtulması durumu, bu hususta verilebilecek en açık örnektir.

Sonuç olarak dini sistemlerin evrensel insan haklarına, bilimsel gerçekliklere ve ‘’Maruf’’ olarak adlandırılan; toplumun ortak vicdanında yer edinmiş, yarar sağlayan prensiplere bağlı biçimde işletilmesi, evrensel hukuki normlar ve medeni yaklaşımlar dışında kalan hiçbir radikal din yorumunun güdümü altında olmadan varlık göstermesi, sistemin adı, içeriği, şekli ve ritüelleri farketmeksizin son derece gereklidir. İnançsızlık, her ne kadar aksini iddia edenler olsa da varoluşun ve insan bilincinin doğasına aykırıdır. Buna karşın, zaman, mekan, kültür ve yorum farklarından kaynaklanan sistematik problemler ve özü saf dışı bırakarak şekilcilikten beslenen ideolojik dini yaklaşımlar, insanlık için bertaraf edilmesi gereken bir tehdit unsurudur.

Saygı ve sevgilerimle.   

21. yüzyılda din ve toplum

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. Din ve Toplum yada Borc ve toplum !!!!!!

    Borc / Din kölenin kamcisidir!

  2. Dini değerler “kutsal” kabul edilir ve bu ülkede ceza kanununda da bu konuda yoruma yapan herkesi “halkın değerlerine düşmanlık” suçlamasıyla yargılanırsa ilerleme sağlanamaz. dinde reform gerek. erdoğan birkaç yıl önce bahsetti ama en başta onun çevresindekiler onu kınadı bir daha ağzını açamadı o konuda.

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!