Nihat Genç yazdı…
Karşılıklı Allah’ı vatanı satıyorlar, gücümüz yetmiyor, dinsiz imansız birbirine girmiş, hangi tarafa kaçacağız? Kime isyan edeceğimizi şaşırdık. Elimiz kolumuz bağlı, oturup tek satır yazamıyorsun, çığlığımız düğümlendi!
…
Oysa daktilomun sihirbaz gibi hünerleri vardır, yaza yaza gelişti sanırım, şimdi yanıma biri otursun, o konuşsun, ben, o konuşmayı aynen teyp gibi kaydeder, şivesini, vurgulamasını, tonlamasını, duygularını aşırı gerçekçi bir ressam gibi en ince ayrıntısına kadar kaleme alırım.
Çoğu zaman en yakınımda olaya şahid olan bile hayalimden birebir aynısını resmettiğime inanmaz, hayır, sen bir teyp açtın ve kaydettin, derler.
Ve kamera ve bir fotoğraf karesi gibi ustalaşmış beynimdeki merceklere kimseyi inandıramam, ama yazdıklarım da ortada!
Ve yazarım şairim diye becerisiz çok boş adam gördüm, onlardan biri gibi olacağım korkusu yakamı hiç bırakmadı.
Ben de boş işlerle mi uğraşıyorum, boş şeyler mi yazıyorum paniği beni çok daha gerçekçi ve amansız bir yazar yapıverdi!
Geçen gün kaldırımda, çok öncelerden beni hatırlayan bir kadınla karşılaştık ve ilk yazarlık günlerim aklıma düştü..
Yani çok zaman önce!
Çulsuz sefil zavallı kimsesiz peş parasız bir çocuk, varoşlardan gelmiş, yanıma oturur ve konuşmalarımı anlar-anlamaz can kulağıyla dinlerdi.
Arkadaşlık gösterip kapımı açtım ve ama yanımda onun bomboş varlığı zamanla kendime karşı beni kuşkuya düşürdü!
Çekemezlik ve kıskançlığı ve boş hırsıyla kafamı yanlış yerden meşgul etti, kısaca kifayetsiz muhteris denilen bir becerisi olmadan üfleyip sallayan bir arkadaş…
Ben patır patır yazdıkça o hırsından bir dedikodu sonra bir iftira canavarına dönüştü!
Ve zamanla ben bu insanlarla nasıl arkadaş oldum diye kendime kahrettim ama işte böyledir hayat, bir zaman böyle bir çevrede sıkıştık!
Ve beni nasıl bir dünyaya düştüm diye doğduğuma pişman etmekle kalmadı, yazdıklarım, hikayelerim, kahramanlarımla aramda. büyük bir boşluk yaratmayı başardı ve içimde ölümcül bir şüphe kavgası çıkarttı!
Bir gün olsun elinde bir ‘kitap’ hiç görmedim, yaptığı tek şey, etrafdaki entellerle takıla takıla ‘ben şairim’ demeye başladı.
İçimden, bu kadarı da fazla dedim, bu işler öyle iki günde olmaz, tedbirini almalıyım, boyu uzayıp başımıza allame olmadan yüzüne karşı harbi ve gerçekçi olmalıyım.
Yüzüne karşı açıkça oğlum sen işsiz bir çocuksun, bu sana göre bir şey değil, dedim, galiba, gizlenmiş bir buz kayası gibi ego’ya çarpıp Falconetti gibi peşimi bırakmayacak ve hayatımı zehir edecek sinsi bir düşman kazandım. O kadar lüzumsuz tartışmalar ve olaylar ki bok kuyusuna düşmüş gibi olursun.
Ama o gerçek halini hiç kabullenmez ve inadına inadına ben şairim diye kasılırdı!
Ancak samimi olmalıyım şu da gerçek ‘şairim’ deyince gözlerinin içi gülerdi, sımsıcacık ele avuca sığmaz her gün çay birlikte çay içilesi bir çocuk olurdu.
Böyle miydi hayat, yoksul çocuklar 80’li 90’lı yıllarda ısınmak için tek yol devrim şair olurdu!
Bir gün uzak semtlerde gecekondu evlerine gittim, tek odalı evin içinde yatağın boru sobasına bu kadar yakın olduğuna ilk defa şahit oldum ve bir daha ağzımı açıp ‘şair’ inadını eleştirmedim, çocuğun sahiden başka bir şeysi yokmuş!
Böyle bir evde insanın korkudan dili tutulur ama işte kızlar masamıza gelince şekil olup ‘şairim’ diyor.
Sonra, boyu büyüdü, dili çözüldü, büyük laflar da etmeye başladı, sert yazılarımı okuyunca, ikaz etmek için, unutma dostum, dedi, iktidar yoksullara kasten faul yapar, oyundan atılmamız için sinirlenmemizi kendimizi kaybedip küfretmemizi ister! Dişlerimizi sıkmalıyız, dostum, yeteneğimizi sonuna kadar kullanabilmek için ellili altmışlı yaşları görebilmeliyiz!
Bu sözleri duyunca, yanılmışım galiba, yavaş yavaş oluyor bu çocuk, dedim.
Oysa, ben, yazmakta olduğum hikaye metinlerimin ayrıntısı tasviri çatışması kahramanlarıyla didişirken o hayat üzerine daha kalıp ve cetvel gibi daha mevzuyu çözmüş bilmiş takvim yaprağından edinilmiş veciz laflarla hayatını ikame ettirirdi!
Allah affetsin beni, hevesini kırmak da istemem!
Ama dibe vurmuş yoksulluğu ve kitap yüzü görmemiş cahilliğiyle ‘ben şairim’ deyişini hiç yakıştıramaz bir gün bomba gibi hayatının elinde patlayacağını tahmin etmek zor değildi.
Belki de bilekleriyle hakkıyla kazanılması mümkün olmayan hayata uyum sağlamanın bir başka yoluydu ‘şairim’ deyişi, ismini bir takıma yazdırmış, kahvenin müdavimi onlarca entelle kendini eşitlemişti işte!
Yani, garson, şöför, ya da öğretmen, mühendis hiç vs. olamam, ey hayat, beğen beğenme şairlikte fit olup anlaşalım!
‘Ben şairim’ lafında bir idol bir kahraman arayışı mı vardı?
Ya da aradı taradı baktı olacak gibi değil kendine saygı duymak için sonunda kısa kesti: ‘ben şairim’. Ulan ne çektim beş para etmez bu bozuk adamlardan! Ama gidecek başka mekan da yok, birbirimizi hiç sevmesek de yine aynı çay ocağında diz dize birbirimize sığınırdık!
Hala gözlerimin önünde, unutamam ‘ben şairim’ deyince gözleri sınır tanımaz genişlikte ufka açılır ve bir rüyanın içindeymiş gibi parlar ve bardak üstüne bardak çayı ne güzel iştahla içerdi!
Oysa bir şair olabilmesi için, hiç değilse bir kaç şiirini ezbere bilen bir kaç taraftarı olmalı ya da şairlik kariyerini sürdüreceği bir dergi.
Korkum o ki, diğerleri gibi ortada kalacak ve 90’lı yıllarda ismini şöhret yapmaktan başka yol bulamayan şu ‘barış’ temalı protest siyasi bildirilere imza atan zavallılardan biri olup çıkacak!
Yani şairim hevesiyle kesin vatan hainliğine doğru uzayıp yazık olacak, etrafını sardığı onlarca entel gibi.
Çünkü tecrübeliyiz, bir çok arkadaşımız o barış temalı bildirilerde adının bölücü siyasette kullanılmasına sırf adını gazetede görmek için izin verdi.
Düşünün kamuoyunda gündem oluyorsunuz ve bildiride isminiz geçiyor ve meslek yerinde parantez içinde (şair) yazıyor, havanız batsın!
Bu parantez içi şöhret için vatanını satan dinini satanlara çok şahit olduğummuz için gün gelir kullanılmalısın alet olmasın isterdik. Korktuğumuz başımıza geldi, her kifayetsiz gibi, bir şiirini bir becerisini görmedik ama barış temalı protest bildirilerde imzasıyla kendine bir şekil yapmayı başardı!
Çok tuhafınıza gidebilir ancak o yıllarda ismini parlatmak isteyen ortalıkta dolaşan yüzlerce acemi şairin nerdeyse hepsinin son durak gidebileceği tek kapı bu PKK destekçisi barış bildirilerine imza atmak oldu, gülmeyin, bu da bir kuşağın acıklı tarihidir!
Şairlik hevesi egonu biler ve gün gelir o egoya bir noel tabelası ararken ‘insanlık’ ‘barış’ gibi süslü kelimelerin örtüsü arkasında kendini katil sürüsünün içinde buluversin!
Yani o şairim dedikçe nevrim dönerdi, baksana bana, kendini kandırma, sen şair falan değilsin, kullandırma kendini, diyesim gelir, diyemem..
Yazdığı şiirleri gönderdiği dergilerden hiç biri şiirlerini yayınlamaz ve ama bize de gerçeği söylemez ve gözlerini yere mıhlayıp, batmakta olan Titanik gibi rol keser, bence, yazdığı en dehşetli mısra buydu, yani gemisi sağlam ve çeliktendi ama görünmeyen buz kayalar yüzünden birileri şairliğinin önünü kesiyor onu batırıyor onu boğuyor herkes onunla uğraşıyordu!
Gözlerini hüzünle yere mıhlayınca o katlanılmaz acıklı halini bir daha görmemek için, şairlik bahsini hiç açmazdım, yani acırdım, hatta gücüm olsa da bir dergi çıkartıp şiirlerini yayınlasam, muradını bir alsa, derdim.
İyi de arkadaş, ne bu ihtiras?
Kimbilir, belki de ne iş yapıyorsunuz denildiğinde aşağılanmamak için böyle bir yöntem bulmuştu ‘ben şairim’.
Ya da hayata karşı kendini cesaretlendirmek için ama hayatla hiç alakasız çok tuhaf bir yerde kendine cephe açmıştı!
Belki de yoksulluk, ağaca düşen yıldırımın ağacı kömür etmesi gibi, insanı da yeni bir kimlik arayışına zorluyor, bugünün içeriksiz birikimsiz zıpçıktı youtuber’leri şovmenleri vs. gibi.
İstediğiniz kadar yüzlerine gerçeği söyleyin onlar hünerlerinden hiç şüpheye düşmeyen kendine aşırı güvenen canavarlara dönüşmekten kendilerini kurtaramazlar!
Olmayan bir ‘meslek’ sahibi olmak, olmayan bir ‘malı’ pazar etmek ve olmayanla kendinize bir ‘kimlik’ inşa etmek, arkadaş, başka işin yok mu senin?
Yazdıkları bir mısra yok ama herşeyi bilen ahkam kesen poz veren laf sokan çekiştiren kimseyi beğenmeyen ve isminin şöhreti için önüne çıkan her sapık fikirle ve parayla ve şöhretle baştan çıkıp işbirliğine giren ben herşeyi bilirim anlarım’dan bir canavar!
Ve çok geçmeden sevgili şair(?) arkadaşım, yazdığı şiirlerini bilen anlayan tek kişi dahi yokken ‘ünlü biri gibi’ davranmayı hepimizden önce öğrendi, kendisini kimsenin iplemediği sıkış sıkış daracık çay ocağında!
Belki de yoksulluğun tümüyle bitirdiği hayatlarımızı yaşatmak için tek bir cihaz kalmıştır elimizde, akşama doğru çay ocağında, o ‘ben şairim’ cihazına bağlı ve ben ‘elimde dün geceden yazmakta olduğum yarım kalmış bir hikaye’ye bağlı! Bizi hayata bağlayan cihaz aynı cihaz!
Çay ocağı dışında başka entel mekanlarımız da vardı, yayınevi, dergiler, birahaneler, kahve gibi, her yerde yanına çömeldiği herkesle eşitliyor kendini ve başlıyor bilip bilmeden ortamın havasına göre o yazar bu şair diye atıp tutmaya!
Ne zaman elimde bir hikaye görse, kıskançlıktan deliriyor ve hemen arkadaşlara yetiştiriyor, Nihat yine boş işlerle uğraşıyor, diye. Ben onun için ne düşünüyorsam o da beni için aynı şeyleri düşünüyordu, yazarlığı bana hiç yakıştıramıyor, metinlerimi hezeyan ve zırva görüyordu, çay ocağında beni sadece çay içmelik bir arkadaş olarak görüyordu, oysa, bizi birbirimize mahküm eden daracık çay ocağından başka sığınacak hiç bir yerimizin olmayışıydı!
Şu hadsiz piçe bak, hangi güzel hikayeyi yazsam. arkadaş ortamında beni, fiziksel temeli olmayan kişiler-olaylar uydurduğumu bir nevi beni ‘akıl hastalığıyla’ itham edip alay ediyor!
Evet fiziksel gerçeklik kurgusal gerçeklik (sanatın) elbisesini giyinirken estetik bir makyajdan geçer, evet, olayı karakteri biraz süslüyorum, evet, Allahım nasıl bir sınavdan geçiyorum, olmayan bir şeyi niye uydurayım, neyse, bu şimdi burada bir sohbetle çözülecek bir sorun değil!
Ama bu boş adamlar nasıl incecik bir buz üstündeymiş ki kişiliğimiz kendimden yazdıklarımdan bana kuşku duyurmayı başardı ve kimbilir belki de bu ağır eleştirileriyle gazladılar, bilemem.
Yine de bir küçük ihtimal payı koymalıyım, yazıp çizdiklerim boş şeyler ve kendimi on yıllarca hayaller içine gömmüşüm, belki de doğru diyorlar, eserin nitelikleri kalitesi tartışmalıdır ve bu ispatlanamaz bir kavgadır!
Ama şu var, gerçek kahramanları ve olayları estetize ederken belki de sahiciliği kurnazca çarpıtıp bozduğum bir gerçektir.
Neyse, bir yazar kelimelerinin lezzetinden tadından emin olmalı ve bir yazar kaleminden şüpheye düşmemeli ve bu yüzden bir yazar yaşadıklarına kutsal bir saygı duymalı ve kendi gördüklerini resmetmede üstün bir cesaret ve iman sahibi olmalı, yoksa, bu çerden çöpten hurdalığa dönüşmüş entel çevrede heder olup yitip gidersin!
Kimbilir, yazdıklarımın hiçbiri belki de gerçek değildi!
Belki de hayalimin derinliklerinde gezintiler içinde kaybolmuş gerçek bir deliyim, uydurup uydurup sallamışım, o bomboş şair çocuklar, beni büyük bir boşlukta imtihan ettiler ve ben bu bomboş bir adam mıyımın şüphe bıçağını her hikayemi yazarken boynuma dayayıp öyle yazdım!
Yazdıkların boşmuş hayalmiş zırvaymış, her neyse, ama yazdıkların, şaşırma ve tepki ve merak ve güzellik ve büyüleyicilik ve sarsıcılık ve lezzet ve iştah ve tat ve empati ve duygudaşlık ve ortak insanlık değerlerini kışkırtır ve canlandırır ve harekete geçirir ve öğretir ve inşa eder, etmeli, yani hayatın gerçekliği içinize yazarın hüneriyle dürüst ve kolayca nüfuz ediyorsa, yazdıklarınız bir ‘değerdir’…
Yazılan şey içinize işlemişse artık sanal mı hayal mi gerçek mi siz deli misiniz yazıp çizdikleriniz tımarhanelik mi hepsi cahilce ve boş bir kuruntudur!
…
Şehrin merkezinde metruk boş bir evin karşısında dört katlı bir apartmanın üst katına taşındım.
Çatısı çökmüş, bahçe duvarı taş taş dökülüyor ve kapılar pencereler çürümeye başlamış.
Bahçeyi çalılar basmış ve örümcek ağları ve küfle örtülmüş.
Kimsenin on yıllardır girmediği bakımsız bahçeyi üst kattan seyretmek çok güzeldi, bahar yaz kar kış, penceremden bu harabe evi seyretmek, kartpostal gibi, heyecan vericiydi!
Evet, ev, çürüyordu ama yağan kar, en güzel, kırık kiremitleri dağılmış yükünü artık taşıyamayan yorgun çatısında gözüküyordu ve bahar geldiğinde arsız otlar ve çalılar ve sarmaşıklar ve çiçekler en güzel o harabe eve vahşi bir çekicilik veriyordu!
Taşındığım ilk günler, yazın boğucu sıcağı, pencereyi açtım, evin içine mermi gibi hızla bir şey girdi, kuş desen değil, nedir lan bu?
Tavandaki lambanın etrafında gözle görülemeyecek bir hızla habire dört dönüyor, nedir lan bu, kuş mu, değil, ürktüm..
Evet bu bir ‘yarasa’, dememle, panikledim hatta ter döktüm!
O günlerde google’da yoktu, bana öğretilen, yarasalar evlere girmez, ama girdi, işte, telaşla yarasanın peşine düştüm, vampir, veba gibi şeyler aklıma düştü, aman elime değmesin, bir büyük battaniye aldım ve bilinmez mikroplarını saçmadan yarasanın kaçması için sallamaya başladım.
Çaresizce korkuyla… Evin içine girmiş yarasanın üstüne battaniyeyi atmaya çalıştım, oysa yarasa o korku anında fırsat bu fırsat gerçek mağarasını nihayet bulmuş, beynimin içine giriverdi!
Battaniye elimde o kadar salladım ki, insan korkunca iflahı daha çabuk kesiliyor, yarasa da çıkmıyor, bir daha, battaniyeyi ağ gibi üstüne atıyorum, hayır, gözle görünmeyen bir varlığa karşı evin içinde savaşıyorum. Belki de yarasa falan girmedi, yok, belki de beynimdeki yarasaları battaniyeyle kovmaya çalışıyorum. Belki de olmayan hayaletleri battaniyeyle tutmaya çalışıyorum!
Yarasayı çıkartana kadar feleğim şaştı! Yazın en sıcak günü. Şimdi yarasa girmesin diye evin penceresini de mi açmayacağız. Ama içime bir kuşku düşmüştü. Belki de yarasa marasa girmedi, beynimin canlandırdığı bir hayalete karşı savaşıyorum!
Ertesi gün, şair arkadaşımla, müdavimi olduğum çay ocağına gittim, akşam, eve yarasa girdi, korkudan ölüyordum, dedim.
Şair arkadaşım, bilmiş bilmiş: -Eve yarasa girmez, dedi, sen uyduruyorsun!
-lan .iktir git, yarasa girdi işte, neyi uyduracağım!
Ve ama, milyonda bir ihtimal, uydurmuş olabileceğimi, yarasanın eve girmediğini, yarasanın hayalimde olabileceği kuşkusunu da bir kenara not ettim!
Şair arkadaşın taşak geçmesini kabul ediyorum, evet, kendine dürüst ol, belki de yarasa eve girmedi, sen uyduruyorsun, hayalinin bir oyunu bunlar, belki de yarasa yok, belki de vatanı satan dini satan yok, belki de ayakların altında bir memleket hiç yok, bu var-yok girdabı boşluğa düşmüş yazarlığının ürünü!
Evet, bir yazar beyni taşıyorsun, beyin uyduruyor işte, artık gerçek nesnelerle hayali olanları karıştırıyorsun, işte kafandakilerle dünyadaki gerçeklerini ayırt edemiyorsun, olur mu, olur!
O kadar derin umutsuzluk ve açlık ve güvensizlik içindesin ki ‘gerçeklik’ parçalanıp içinden hastalıklar sanrılar halüsinasyonlar hezeyanlar boğuşmalar pislikler irinler akrepler çıkmaya başladı!
Burada bir duralım, evet, ama, evin içinde yarasayla boğuşmam gerçekti!
Boşlukla kavga, olmayan hayali bir varlıkla boğuşma, bu kadar savaş sebepsiz nesnesiz olmaz!
Yaza yaza, belki de zihnim yeni bir aşamaya geldi, yarasa olmadan yarasayı uyduruyorum, belki de o bunaltıcı sıcak ve bir türlü baş edemediğin can sıkıntısı sana pekala eğlendirici bir korku tiyatrosu oynamış olabilir, belki de ‘korkuya’ ihtiyacın belki de önce antreman gibi sanal bir savaşa ihtiyacın yok, adam yerine koyulmayan bu dünyada sen de kendine önem değer ve rol veriyorsun!
‘Yarasayı’ evin içinde görünce evet çok korktum ama hiç halim yokken bana da bir canlılık geldi, kalktım savaştım!
Varlığımı gerçekliğimi farkettim, uydurduğum(!) hayalet sayesinde!
Ve daha ötesi ertesi gün çay ocağında arkadaşlarıma anlatacak sıkı bir hikaye bulmuştum, ulan, sabah olsa da, anlatsam, resmen eve yarasa girdi ve çıkartmak için panikle battaniyeyle nasıl canhıraş saldırdım… Zavallı yolunu şaşırmış yarasa, belki de o da beni başka tür yarasa sanmıştır ve neden bu kadar gergin olduğumu hiç anlamamıştır!
Gerçekten yarasa girdi mi girmedi mi hala şüphe içindeysem, onca kitapta yazıp çizdiklerimin sahiden var olup olmadıklarını, önce ben, kimse bilemeyecek!
İnanılmaz ama yarasa ikinci kez girdi, ikinci kez, battaniyeyi aldım ve dakikalarca gladyö savaşçısı gibi yorgun bitap düşünceye kadar sallayıp havalarla boşlukta boğuştum.
Dışardan biri görse ne der, adam sıyırmış, gölgeleri yarasa sanıyor, hücuma geçmiş!
Yarasanın ikinci kez girişine önce çok sevindim, demek ki hayali değilmiş, varmış yarasa, ama sonra, ulan dedim, bu yarasa beynimde, artık her akşam eve girecek ve ben ölünceye kadar beynimden yarasaları çıkartmak için savaşacağım!
Yarasa çıktı mı kaçtı mı bilmiyorum, yoksa çok yorulup adrenal sağlayan kaslarım kendini rahat hissedince mi yarasanın hiç olmadığını ya da onu kovduğumu varsaydım ve saklanmak için içeriki odaya girip kapıyı kapattım ve başımı yastığa koydum.
Ve, kendime, boş ver oğlum, gidip arkadaşlarına yahu yarasa bir daha eve girdi, diye de anlatma, nasılsa inanmayacaklar, nasılsa, o bomboş adamlar, yarasa eve değil senin kafaya girmiş diye entel dantel yarasa çığlıklarıyla eğlenecekler!
Hadi, bu haşlak korku beynine dökülmüşken gel de uyu, mümkün değil.
Ve yan daireden çığlık sesleri!
Bitişik daireden, delirmiş gibi bir kızın siren sesi gibi tiz tiz uzun uzun bitmeyen çığlıkları..
İnsana kaçma hissi veren çığlıklar!
Çığlıklar ara vermiyor çığlıklar yorulmuyor, Allahım, sussana be kadın!
Yarasalardan kurtuldum bu sefer çığlıklar bastı evi!
Sabaha kadar çığlık, yorulmaz mı bu kız! Yahu bir ilacı yok mudur yahu bir doktora götürseniz yahu nedir başıma gelen, yahu şu deli kızın annesi kimsesi yok mu, bir sustursun!
Duvara çakılan çivi ya da çocuk gürültüsü değil ki süpürge sapıyla uyarı vuruşu yapayım, uyku muyku yok, deli kızın çığlıkları beynimin içinde boş tepelerde yankılanıyor!
Ve tek kurtarıcım, beni dünyadan seslerden kötülüklerden uzaklaştıran meşhur ‘olimpia’ marka eşek ölüsü gibi ağır tek servetim daktilom. Ustasıyım, seriliğimin üstüne yoktur!
Çığlıklar duracak ara verecek gibi hiç değil, bu çığlıklarla uyku haram, bari, daktilomla sabaha kadar gürültü yapayım bir şeyler karalayım boş boş biraz…
O çığlık atıyor ben makineye takılmış gibi seri bilip bilmeden içimden ne geliyorsa yazıyorum!
O çığlık atıyor ben yazımın içinde kayboluyor boş tepelerde uçuyor kayalara çarpıyorum..
Çırpınıyor kelimelerim, kelimelere tuhaf bir şey oluyor, tıpkı çığlık ağzı gibi yazıyorum, kuşların gagasında uçurum çığlıkları, kuşlar çığlık doğuruyor, çığlık çığlığa taklit ediyorum.
Kelimelerimle delirmiş tımarhanelik komşu kızın seslerini, aynen, tizliği cırtlaklığı mermeri çizen cam kırığı gibi evet kelimelerim çığlığın yırtılan gırtlağı oluvermiş….
Çığlık içime girmiş, parmak uçlarıma elektrik, hayallerim balon gibi patlıyor ve kelimelerimi yırta yırta cam gibi parlak şekillemiş, çığlık içimden kopuyor, sanki o çığlığın asıl sahibi benim, bilemiyorum yan komşudan mı yoksa beynimden mi yoksa kara selviler mezarlıkta ilahi korosuna mı başladı!
Mahalleyi ayağa kaldıran deli kızın çığlıkları daktilo seslerime karışıyor, daktilonun tuşları çığlığın simültane tercümanı, sabahlara kadar, haftalar, aylar, çığlık bin parça, cam gibi keskin beynimi yırttıkça kuşların sevimli yüzleri aniden sırtlanlara dönüşüyor!
Oh, be şükür, bu geceyi de atlattık!
Ertesi gün, yine, şair arkadaşımla müdavimi olduğum çay ocağındayım.
-Çok yorgunsun, uyumadın?
-Evet, dedim, yahu bildiğin gibi değil, gelir hep beni bulur bu deliler, kaç zamandır yan komşumuzun kızı tımarhane delileri gibi, saatlerce cinnetsi çığlıklar atıyor uyumak mümkün değil! Komşulardan bir Allah’ın kulu da kalkıp yahu susturun şu kızı, yahu şu deliyi doktora götürün bir sakinleştirici verin, demiyor. Bu eve nereden taşındım arkadaş?
-Duvara vurup süpürgeyle vurup uyarsaydın…
-Gecenin ikisi duvara vurmak ayıp olur, yo, iyi de oldu, deli kızın çığlıklarını mors alfabesi gibi kaydettim çıkışsızlığını çaresizliğini çöküntüsünü bitmişliğini boşluğunu dar alanda savaşını ince ince kelimelere döküp belli belirsiz bir hikayesini yazdım!
Her zamanki gibi dalgaya alarak: -Öyle bir çığlık yok oğlum, çığlık senin kafanda, gelmiş bize hikaye anlatıyorsun, bir gün eve yarasa girmiş, diğer gün deli kızın çığlıkları, sen yavaş yavaş kafayı kırıyorsun, boş işlerle uğraşıyorsun, hayallerinin kafesinde mahsur kalmışsın, sana göre değil bu yazarlık…
Öffff, gene başladı puşt, belki de doğru diyor, evet, aylardır deli kızın çığlıkları yüzünden uyuyamıyorum ve çok yakın arkadaşım bile bana inanmıyor, niye, yazarım diye!
Yani en yaygın iddia, insan, yazar olunca, süsler uydurur ya da olmadık sesler görüntüler hayaletler resmeder!
İşin şaka tarafı yok, belki de çığlıklar hiç olmadı, milyonda bir bu ihtimali de bir köşeye koymalı.
Yalnızsın, güvensizsin, kimsen yok, para yok, hayata dair hiç umut yok, pekala çığlıklar sesler uydurabilirsin, seninki bir boşluk kavgası!
Şayet hadi bu milyonda bir ihtimal diyelim doğruysa, ulan ne biçim hayat, olmayan şeyler yazıp sen de kendine acıyıp hiç beğenmediğin şair arkadaşın gibi ‘kimlik’ edinip sonra boşlukla savaşıp ve bu kimlikle karnını doyurmaya ve en önemlisi hayaletlerle savaşıp kendini kahraman ilan ediyorsun, hakkaten, başka bir boyut, bu deliliğin adı yazarlıksa, sınırlar patlamak üzere, hayal ve gerçek bütünüyle karışmak üzere!
Ve haftalık bir dergide merakla beklenen hikayelerimi işte bu duygularla yazzıyorum ve habire sabaha kadar yazdıklarımı ertesi gün tekrar tekrar temize çekip yayın için gönderiyorum, çığlık çığlığa!
Boğucu yaz ayları neyse de kış geliyor, sobalı evde, eksi on-onbeş derece battaniye altında donmuş parmaklarla yazmak, mümkün değil.
Kış gelince soğuk yüzünden daktilomla aram bozuluyor, çünkü hohlayarak parmakları ısıtmak canlandırmak mümkün değil…
Şair arkadaşımla müdavim olduğum çay ocağında, bir gün, -yahu yoksa, daktilomu alıp çay ocağına mı getirsem. burası sıcacık, burada yazsam üstelik güvenli de bir yer!
Şair: -Yahu niye kış diye ağlıyorsun, ne yarasa var ne deli kızın çığlıkları, otur dinlendir kendini biraz!
Soğuktan sokağa çıkamadığı için mi nedense en çok da kışın yazmak istiyor insan!
Sanki bunca hikaye bunca imge bunca isyan bunca nehir gibi cümleler hep kışın en soğuk günleri coşa coşa dolduruyor zihnime.
Kafam çok dolu ancak parmaklarım çalışmıyor.
Çarşaf çarşaf gazetelerde iktidardakiler yine bankaları soyuyor, yine vatanı satıyorlar, yine açlık kıyamet ve ama parmaklarımı ısıtıp tek satır yazamıyorum.
İktidardakiler yine Allah’ı satıyor ama soğuktan parmaklarıma can verip daktilonun başına oturamıyorum!
Dergide hikayelerimi okuyan, biri aradı, ‘ben de yazarım’ deyince, ‘hayırdır, ne yazıyorsun?’
Ankara Bendderesi’nde sabahları minübüs dolmuşçularının oradayım. Satılmaz kalırsa akşama kerhanenin önünde börek satıyorum..
Aynı yerde buluştuk, Börekçi Şaban. Üç bisiklet tekerleği ve camekanlı tezgahının önünde. Bugünlerde kentsel dönüşüm için yıkılan Bendderesi’ne bakan Fikirtepe’de binlerce teneke kulubeden birinde üç çocuğuyla oturuyor. Gidip geldik ve zaman içinde arkadaş olduk. Gençliğinde Beyoğlu Markiz pastanesinde çalışmış ve başta Aziz Nesin onlarca yazarla arkadaş olmuş ve bir yığın hatıra biriktirmiş.
Ve, bir zaman sonra, hadi Şaban ağbi, yazarım dedin, şu yazdıklarını bir okuyalım..
Şaban ağbi’nin daktilo mavi şerid, ve noktalama işaretleri hiç yok, ve yazının sonu başı hiç yok.
Okudum okudum okudum, evet, içinde belli belirsiz sanki biraz tuhaf ama güzel şeyler anlatıyor ama yazdıklarına bir hikaye diyemiyorum!
Şaban ağbi, bunlar nedir, olay nerede geçiyor ne anlatıyorsun pek belli olmuyor, yazı nerede başlıyor kimi anlatıyorsun hiç belli değil.. Bir olay ne kadar müphem olursa olsun bir iki yerinde çıplak görünür anlaşılır yeri olmalı, okuyucu izini sürsün diye…
Derken, sıkı arkadaş olduk, Şaban ağbi’nin üç çocuklu tek odalı evini gördüm, tarif edilemez harabe çöplük yoksulluk, daracık yeri görünce, hayret ettim.
Hemen aklıma, yahu Şaban ağbi, sen bu yazıları nerede yazıyorsun?
Evin avlusunda böreklerini pişirdiği bir fırını var ve fırının hemen yanında çok eski antika bir hurda daktilo!
Ve hava eksi yirmi derece!
İnsan parmaklarını istediği kadar hohlayıp oğuştursun buza dönmüş bu soğuk demire dokunması mümkün değil.
Düpedüz çıplak yoksul bu Ankara ayazında parmakların açılması hiç mümkün değil!
Ama Şaban ağbi, çok sakin ve halinden memnun: -börekler için sabah dörtte kalkıyorum, fırına koyuyorum, beş gibi fırından çıkarıyorum ve kızarmış börek tepsisini tezgaha yerleştirmeme bir saat falan kalıyor…
-Eeee?
Şaban ağbi: -Fırını açtığım zaman fırının içinden bir sıcaklık geliyor ve daktilomu o sıcak rüzgarın önüne koyup çabuk çabuk yazıyorum…
-Eeeee?
Şaban ağbi: -Yazmak için çok az bir zamanım var, konuya hemen girmek için detayda girişte boğulmuyorum. Ve fırının buharı geçene kadar her sabah ancak yarım daktilo sayfası kadar yazıyorum… Böyle böyle işte, dünyanın sabahı, sonunda yazdıklarını topluyorsun tomar tomar olmuş…
-Şaban ağbi, bu yoksullukta üç çocuk, daracık gecekondu evi, sat böreğini geçindir çocukları, lağım farelerinin bile kaçarken soğuktan donup heykele döndüğü bu ayazda edebiyatçı olmak nereden aklına geldi?
Şaban ağbi: -Canım yanıyor, dayanamıyorum, vatanı satıyorlar, canım yanıyor yazıyorum, Allah’ı satıyorlar, dayanamıyor yazıyorum, böyle işte!
Ertesi gün şairle yine müdavimi olduğum çay ocağındayım…
-Yahu herifçioğlu yoksulluğun dibini bulmuş, gitmiş kendine çok eski hurda bir daktilo almış, her sabah eksi yirmi derecede fırının ağzını açıp sıcak buharının üç-beş dakikalık rüzgarında yazılarını yazıyor, olacak şey değil!
Şair: -Oğlum, öyle bir adam yok, uydurma, yarasa, deli kızın çığlıkları ve şimdi kerhane önünde börekçiden Dostoyevski masalları, sen uçuyorsun oğlum…
Şaban ağbiyle arkadaşlığım uzun sürdü, gittik geldik, oturduk kalktık, ama, belki de böyle bir adam yoktur.
Bunu da milyonda bir ihtimal tutarlılık adına bir kenarda tutmam lazım, belki de güvensiz çaresiz umutsuz bir gencin uydurması, neden olmasın? Zaten başkaları ne yazsa şaheser biz ne yazsak uydurma, .mına koduğumun memleketi!
….
Kar kış kıyamet, otuz yıl sonra hala aynı battaniye altında oturuyoruz, elim varmıyor, tek kelime yazamıyorum, parmaklarımı ısıtmam mümkün değil.
Bir tarafta gazetelerde çarşaf çarşaf vatanı satanlar otuz yıl sonra hala aynı diğer tarafta Allah’ı satanlar.
İnsan kalkıp isyanvari bir kaç kelime söyler, hayır, kilitlendim!
Ne beynimi ne parmaklarımı açamıyorum!
Oturmaktan da sıkıldım, boş boş, düşüne düşüne, o eski çay ocağına geldim, o şair arkadaş çoktan parayı şöhreti makamı adaylıkları şirketlerini bulmuş, onun gibi nicesinin kısa yoldan köşe oluş hikayeleri zihnime düştü, ulan oturup bunları yazsam, nereden nereye diye bir kuşağın satılmış kullanılmış dalkavuklaşma hikayelerini…
Ve, karşıdan baktım o eski çay ocağının yerine, yahu, gerçekten boş şeyler miydi yazdıklarım, yarasalar, tımarhenelik çığlıklar, kerhane önünde börekçi romancı.
İçimden bir ses, belki de hepsi hayaldi belki de baştan sona hayatım uydurmaydı, belki de üstünde yaşadığım bir vatanım bile olmadı, bak, o çay ocağı bile yok yerinde!
Milyonda bir küçük bir ihtimal de olsa tutarlığımı korumalıyım ve boşlukta savaştığım şüpheyi aklımda tutmalıyım,, vatan, Allah, yoksulluk, çaresizlik, tımarhane, hepsini hayalinden uydurmuşsun çakal!
İşte böyle, kendimle yazılarımla çevremle hesaplaştığım o eski günleri en başından hatırlatmama sebep, yolumu kesen, orta yaşlı bir kadın!
Üç-dört hafta oluyor, kaldırımda, pek de güzel simalı şık giyimli bir hanımefendi önümü kesti…
-Nihat bey, sizsiniz değil mi, nassılsınız?
Bir okuyucu sandım, merhaba, iyi günler deyip, geçecektim, değilmiş…
-Hatırlayın, ben sizin yan komşunuzdum, sabaha kadar daktilo sesleri, (tiyatrocu gibi gülerek) hah hah hah hah, uyutmazdınız bizi…
Kim bu kadın, hayır, olamaz, bu kadın, yoksa, o delirmiş çığlıkların sahibi?
-Sabaha kadar daktilo tuşları, o tuşların sesleri, dünyanın en güzel çığlıkları gibi gelirdi, o tuşların seslerini duyunca huzur içinde uyurdum, her hafta bayiye gider, derginizi alırdım, Allah’ım, tam da beni yazmış, derdim, o yazdığınız beyninizin içine giren yarasayı tanıyorum, o çığlık sanki benim çığlığım….
Ve birden tavrını değiştirip: -Şimdi nerdesiniz, yazılarınızı okuyamıyorum?
-Eskisi gibi yazamıyorum artık!
Kadın: -Olur mu, sizin gibi bir yazar, bakın şerefsizlere, yarasalar sırtlanlar ortalık hala çığlık çığlığa, vatanı satıyorlar dini Allah’ı satıyorlar!
-Bazen böyle oluyor, hava çok soğuk, ısıtamıyorum parmaklarımı beynimi!
Kadın: -En güzeli, hikayeniz, hatırladınız mı, şu, kanarya sevenler derneği, hani üstünde oturuyordunuz, eviniz doğum hastanesi karşısında, doğum yapan kadınların çığlıklarını taklit ediyor kuşlar, doğum yapan kadınların seslerini taklit ede ede, bülbül sesli kuşlar çığlık çığlığa doğum yapıyor, kuşlar çığlık çığlığa kafesleri içinde, sizin hikayenizdi değil mi yanlış hatırlamıyorum, doğumları aylarca sürüyor, kuşlar yavrularına çığlık öğretiyor, o çığlıklar Allahım insana güven veriyor, o kuşların çığlıkları huzur veriyor ah ne tatlı uyku veriyor, ah ne güzeldi o günler, o tuşları duymadan o yazıları okumadan, lütfen yazın Nihat bey, o çığlıklar hala beynimin içinde!
Mükemmel…
Mükemmel
Güzel yazı
knut hamsun: açlık, jean paul sartre: bulantı, nihat genç: çığlık. noluyoruz ağabey!!?
Yüreğinize sağlık.Çığlıkları duyup , çığlıklara rağmen yazmak gibi her taraftan gelen çığlıklara rağmen her kes kendi hikayesinin peşinde koşuyor.Çığlıklara çözümü herkes bir başkasından beklerken zaman denilen acımasız çarkın içinde çığlıklar kaybolup gidiyor.Çığlıklardan kurtulmanın yollarından en güzelini bulmak gerekiyor yoksa Yarasalar, Akbabalar,Çakallar her şeyi yutup bitirecek geriye korkunç sessizliğin çığlıkları kalacak.
İlginç.
Bir tarafta “efendim, hayatin gercekleri, uzlasmaliyiz” diyen, kendilerini muteber bir is yaptiklarina inandiran munafiklar. Bir tarafta “biz bos testiyi dolu testiye vurup kirariz, elinizdekinin hepsini isteriz yoksa ortalik yere .icar, her tarafi .ok ederiz, verseniz de zaten yine .icariz” diyen bolucu .ok makineleri. Bir tarafta “ben parama bakarim, para ile kendime itibar da yaparim kariyer de yaparim” diyen soysuzlar. Bir tarafta da siz ve cevrenizdeki uc bes kisi varsiniz. Her ucu ile ayni anda mucadele etmeye calisan. Dusundukleriniz ve hissettikleriniz normal. Siz bugun davanizi satiliga cikartsaniz butun imkanlar onunuze serilir. Ama yapamazsiniz. Sizin gunahiniz kibiriniz ve sizin kibiriniz ise erdemli ve durust olmaniz. Cok az insana nasip olan bir kalite.
Ağabey; seni seviyorum, beni tanımasanda yazılarında beni sevdiğini hissediyorum. Bunu başarabilmenin sırrı ne, yoksa seni kafamın içinde zihnimde uyduruyor muyum, gerçekten var mısın, bir ömür seninle nasıl büyüdüm, geliştim, lemandan kaptığım bu bulaşın hastasıyım.
Derler ki, Allah kimseyi boşuna yere düşürmez. Ondan daha merhametli olduğumuz zannına kapıldığımız anda belamızı da buluruz. O masum ve mazlum zannettiklerimizin büyük çoğunluğu, fırsat bulduklarında şeytan kesilir.
Leman yazıları tadında enfes bir hikaye olmuş. Çoktandır öyle hikayeler yazmıyordunuz. Dilerim her döndüğünüz köşede eskilerden biriyle karşılaşırsınız.
Ben de gördüm o yarasayı, o çığlıkları ben de duydum, Şaban abiyi de biliyorum. En çok da o satılık şairi tanıyorum. Anlattıklarının hepsine harfiyen inanıyorum, tırnağına taş değmesin Türk edebiyatının yaşayan en büyük öykücüsü.
helal olsun usta..
Bu aralar şağban abi gibiyim.
Çığlık kaçarken ve korkarken atılır! Her şey bitti; güzel bir Türkiye umudu da sona erdi; bir güzel mezar yeri bulur muyuz; o bile muamma!
Ellerinize sağlık.
Müdavimi olduğunuz kahveyi tanırım.
Her geçtiğimde acaba nihat bey orda oturuyormu diye bakınırım.
Siz Türkiye’nin Fafka’sısınız benim için.
Varlığınız sevindirici.
Canı gönülden kutlarım.
nmungan 220128/01
Bir yabancının kaleminden kendimi okur gibi olduğumda neredeyse her zaman tuhaf bi korkuya kapılırım. Nasıl bilebilirdi ki yalnızca bana ait olduğunu sandığım tüm o düşünceleri ve hisleri.
Sanki her şeyi kendi kafamda, o yabancıyı dahi kendi kurgumda yaratıyormuşum gibi de o yüzden tüm gizlerime benden bi adım önce sahipmiş gibi.
Neden benim gibi düşünen ve hisseden, ne yaşadığımı bilen bi yabancıyı dinlemiş olmamla birlikte bi nebze de olsa kırılmaz yalnızlığım;
tam aksine ona daha çok saplanıyorum sanki. İşte yine ikilem, her yerde, hep.
Hayat sanki her köşesinden tüm o bilge habersizliği ile çığlık atıyor sanki yüzüme: artık bi karar ver, kendine merhamet mi edeceksin, yoksa işkence…
Korktuğun gibi diyor, bi sen varsın başkaları yok; ya senle ya sende, başka yolu yok.
yazmak, dünyanın bütün delilerinden, bütün aşıklarından, bütün çığlıklarından ve bütün renklerinden damıtılmış ruhların toplamı. ne fark eder ki, hayal ya da gerçek. sözcükler okurun beyninde birbirine değmeden dans edebiliyorsa, sözcüklerin ayak sesleri okurun beyninde yazılamaya çıkıyorsa, hatta büsbütün birbirine değmeden ve uygun adım bir devrime kalkışıyorsa, biz okurlara yeter Nihat Abi. var olun, daktilonuz hiç soğumasın.
Nihat abi yüreğine sağlık. Senin de dediğin gibi “Tarih delikanlının hakkını verir” İnancımız kara günlerden güçlüdür. Yeter ki sizin gibi aydınlar var olsun, daim olsun.