OSMAN SELİM KOCAHANOĞLU yazdı…
Cumhuriyetin aydınlar üzerinde yarattığı psikolojik travmaya en tipik örnek Necip Fazıl’dır (1904 –1983). Mistik ürpertili şiirleriyle gençlik yıllarında dikkati çeken Necip Fazıl, sonraki yıllarda tarikat ikliminin kimlik ve kişilik travmalarına sürüklenir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Fransa’ya gönderilmiş (1924), kumar ve kadın tutkusu yüzünden bursu kesilerek iade edilmiştir. Gençliğinde Cumhuriyet devrimlerinin tutkulu bir havarisi iken, sonraları hidayete eren Necip Fazıl, Atatürk öldüğünde 31 yaşındaydı; ölümü ardından en anlamlı yazıyı o yazacaktır: 88
“… Son onbeş gündür her sabah yatağımızdan kalkıp Dolmabahçe sarayını yerinde bulduktan sonra, ona varlık ve mana izafe eden unsurun yok olduğuna inanabilmek, yaman bir idrak işkencesi. Atatürk’ten bir parça halinde kalan birçok şey arasında onun yokluğu, merkezi olmayan bir da- ire tasviri gibi, içinden çıkılmaz bir muhal hissi veriyor. Fındığın kabuğunu kırmadan içini yiyen korkunç bir sihirbaz edasıyla ölüm, Atatürk’ü, hüviyeti etrafındaki bütün zarfa el değdirmeksizin aldı götürdü.(…) Bütün dünyada, kralına anası kadar yanacak kimse yoktur. Bu zalim ruh kanununa rağmen bu defaki ölüm, vatanın her evinden çıkmış kadar göze büyük göründü. Bu defaki ölümü hepimiz, fiili ve şahsi bir mülkiyet kaybı ifadesiyle duyduk. İçtimai ölüler arasında her evin ölüsü olabilmiş kahramanlar, tek eldeki parmak sayısından daha azdır. Osmanlı imparatorluğunun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir ihtirama hedef olabilmiş hükümdar yoktu. Avrupa’nın en büyük mümessillerle Ankara’ya koşmuş olması gösteriyor ki Garp, Atatürk’ün şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık inanmıştır. Milli kahramanın ölümü karşısında da hiçbir protokol kaidesinin almadığı ve hiçbir Garplının bir yabancıya göstermediği bir hürmetle şapkasını çıkar- maktadır. Atatürk’ün gözleriyle görmediği bu manzarayı biz yalnız gözlerimizde bırakmayarak keskin bir delalet halinde şuurumuza sindirmekle mükellefiz: O Türke hem Türkü, hem de Avrupalıyı inandırabildi.
(…) Benim gözümde birbirine bağlı iki işin sahibi iki Atatürk var. Zaman tasnifinde bunlardan biri düşmanın denize dökülüşüne, öbürü de bugüne kadar sürer… Biri ölüm hükmü giymiş bir milleti şahlandırdı. Mucize çapında bir başarışla madde ve askerlik planında muzaffer kıldırdı. Öbürü, bir an evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebepler âlemine karşı harekete geçti, fikir ve cemiyet planında yeni bir bünye inşasına girişti… İnkılapçı Atatürk’e bütün talih ve salahiyetini asker Atatürk hazırladı. Garip bir tesadüf cilvesi iki Atatürk’ten her biri ayrı isimler taşıyor. Mustafa Kemal ve Atatürk… İnkılapçı Atatürk, Tanzimat’tan beri Türk cemiyetinin Avrupa medeniyet manzumesine kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve kısır teşebbüsleri tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler haline getirdi. Türk cemiyetinin, Tanzimat’tan beri alev alev yanan kafası ve ruhiyle bir türlü kararını bulamadığı, hududunu çizemediği, mevcutlardan neyi verip neyi veremeyeceğini, neyi alıp neyi alamayacağını kestiremediği medenileşme davasını, bütün şarkı topyekûn vermek ve yerine bütün garbı topyekûn almak şeklinde kökünden halletti. O’nun bu cüretli iradesinde, taşıdığı ruhi adalenin ihtizazına şahid oluruz.
Tanzimat eğer tabii seyrinde devam etseydi belki daha asırlarca, Atatürk’ün vardığı telakki ve cesaret merhalesine ulaştıramayacaktı. Filhakika bütün müesseseleriyle Türk cemiyetine aşılanan garb, Türk toprakları üzerinde iktisadi, ilmi ictimai sahalarda büyük muvaffakiyetlerle yemişini vermeye başladı. Kurtuluş zaferini takip eden merhalede kanun, şapka, harf, yol, fabrika, banka, mekteb, ordu, bütün aletleriyle vatana tatbik edilebilmiştir. Şu kadar ki, yalnız müsbet bilgiler ve maddi aletler manzumesi telakki eden ve ruhî planda garbın da bizzat kendi kendini aradığını bilen bir fikir adamı gözünde bu hareket, kıymet hükmünü saran bin bir çetin dâvâya karşı, nihayet madde planında büyük bir ıslahatçılık hareketi olmaktan ileri geçemez. Fikir, ahlak ve sanat cepheleriyle yepyeni, istiklalli ve şahsi bir cemiyet binası işiyle de bir tutulamaz. İkinci merhale Atatürk’ün ıslahatçılık tarihimizin en büyük çehresidir. Fakat ilk merhalenin Atatürk’ü aynı soydan hadiseler arasında, bütün beşer tarihinin en ulvî ifadesini taşır.
Milli Kahramanın ölümü önünde duyduğumuz matem hissini, tek bir emniyet duygusu ile teselliye muktediriz: Teknesinde Atatürk’ü yoğuran soylu Türk milletinin, için için tekevvünleriyle aynı çapta kahramanlara daima gebe kalacağı emniyeti…”89
Atatürk’ün ölümünden sonra ilk anma toplantısı Ankara Türk Ocağında (10 Kasım 1939) yapıldı. Bu toplantıda Necip Fazıl ile Behçet Kemal yan yanadır. Henüz buhranların uzağında olduğu için hem “teknesinde yoğurduğu milli kahramana” hem Kubilay’a karşı hassasiyeti devam etmektedir. İçerden kafiyeli düz yazıları bile “mürtecilerin yeşil kanını” kurutacak keskindi:
“Gözüme görünen şeyi açıkça, kaidesiz, tertipsiz ve imansız söylüyorum. Eğer inkılâbı zayıf tutarsan, eğer inkılâbın yüreğini, hassasiyetini ve sinirlerini temsil etmezsen, bıçağın ters tarafı ile yirmi dakikada kesilen Kubilay’ın kafasında sana tevcih edilen akıbeti seyredebilirsin… Türkiye’nin nüfus kütüklerindeki softa ve mürtecilerin yeşil kanını kurutacaksın; işte bu kadar…” 90
Sonraki yıllarında tarikat iklimlerinde iman tazeleyen Necip Fazıl’ın Atatürk hayranlığı, zamanla anlamsız hale gelecek, tüm mazisini inkar hatta ondan nefret edecektir. Artık isimlerini bile yan yana getirmek bile caiz değildir. Hidayete ermeden önceki zihin yapısı (1930) dolama sarıktan kravata ulaşan en karakteristik softa numunesini de hayrete düşürebilir. “Ham sofu kaba yobaz” deyiminin patenti de, hurma kültürünün nesli tükenmiş yezit tiplerini tanımlama ustalığı da kendisine aittir. Okuyabiliriz:
“… Onu tarife hacet yok. Onu tanırız. Yürüyüşünden, duruşundan, bakışından, kaçışından tanırız. O zaten kendini gizlemiyor. Dün başına sarık sarıyordu. Bugün giydiği şapka, hüsnü nazarında gene sarık. Bugünün sarıklısı dünden daha çok, daha yezittir. (…) Softanın en bariz vasfı, kafa- sının sertliğidir. Arzın git gide merkeze doğru küçülen ateşi gibi softa da iman, vecd ve heyecan çekilmiş; kısır, kabuk ve ceset kalmıştır. Softa; Fransızların ‘souplesse’ dediği, ıslak çimentonun yapıştırma hassasına benzer yumuşaklıktan mahrumdur. Buna mukabil kâmil insan başı bir portakal diliminin zarı kadar ince ve içi barometre plakı kadar hassastır.
Zamanın akışını zorlayan ve bünyesinde kendi iddiasından başka hiç bir yenilik olmayan deliller müstesna, her yeni şey karşısında ‘eski’nin ısrarı softalıktır. İslamlık çıktığı gün putperestler softaydı. Asırlardır ilim ve cemiyetin terakkisi karşısında da İslamlık softadır. İslâm softalığının hakim günlerinde din ruhunu vecdin yumuşaklığıyla softalıktan kurtaran tarikatlerdi. Tarikatler bu mukabil unsur ve faaliyetten mahrum kaldıkları gün kendileri softa oldular. Fakat devrin en enteresan softaları ne imamlar, ne şeyhler, ne dervişlerdir. Sibirya havalarında donmuş bir cemiyet tezinin dünyanın muvazenesi ve zamanın lâkaydisi önündeki çağırtkanlarıdır ki, bütün yenilik iddialarına ve eskilik ittihamlarına rağmen ‘softa’nın en ka- rakteristik nümunesini vermekteler…” 91
Necip Fazıl’dan uzun alıntılar yapmamızın nedeni, bir zamanlar Kemalizmin stepnesi olarak yazdığı yazıları hidayete erince çöp sepetine atmasıdır. Büyük Doğu’nun 7. sayısındaki “Cumhuriyet” ve 10. sayısındaki “Atatürk Dirilecektir” başlıklı yazıları diğer örnekler. 1943 seçimlerinde milletvekili listelerini CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal hazırlıyordu. Listesinde Suut Kemal Yetkin, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nihat Erim, Tahsin Banguoğlu gibileri vardı. Amcazadesi Kara Kemal vasıtasıyla genç şaire yakın duran Esendal, Necip Fazıl’ı da Maraş’tan aday göstermişti. Ancak Hasan Ali Yücel’in uyarısı üzerine İsmet Paşa Necip Fazıl adını kırmızı kalemle çizdi. İsmet Paşa kindarı ve cumhuriyet aleyhine geçmesi için sebep hazırlanmıştı. Necip Fazıl bu fırsatı kaçırmasa ne olurdu bilinmez. Bilinen şu ki o günlere kadar bohem hayatı süren şair, daha sonra şairlikten düşünürlüğe yönelecek, batıldan Hakk’a dönüp cinli perili “hafakanlara” sürüklenecektir. Birkaç iş ve meslekten sonra, “inkılap softaları” arasından ayrılacak, 17 Aralık 1943’te yayına giren Büyük Doğu idealinin kurucu mektebi olacaktır. 92
Devrin aydınlarına sorulmak üzere hazırladığı dokuz soruluk bir anket Derginin yol haritası olur: Soru: (1) Allah’a inanıyor musun? Soru:(2) Ahlâka inanıyor musun? Soru:(3) İnkılaplara inanıyor musun? Soru: (4) Demokrasiye inanıyor musun?93 Bu anket aslında düşünceyi ölçmek ister görünmesine rağmen, onun hiçe sayılmasıdır. Tanrı’yla ilgili bir sorunun “inanıyor musun?” fiiliyle bitmesi nasıl doğalsa, siyasal düşünceyle ilgili diğer sorunların inanca bağlanması da o kadar yanlış… Seküler akıldan “mitoloji ve evliya kültürünün” dehlizlerine sığınan Necip Fazıl, artık “Kaldırımlar“ın değil “Çile”nin şairidir. Bir zamanlar “nüfus kütüklerinden silmek istediği softalar” arasına yerleşecek, Büyük Doğu Cemiyeti’nin yayın organı olan dergisiyle, siyasi aksiyona yönelecektir (1949). Cevat Rıfat Atilhan’ın “Siyonist düşmanlığı” ve “Farmasonlar” tezi etrafındaki komplo yazıları, aksiyon temelinde ezeli ve ebedi bir simge olacaktır. Derginin her sayısında yeni şeytan figürleri üretilir, mason ve dönme listeleri yayınlanır. 94
Türk ve dünya siyasetinin, fikir ve ekonomi savaşının temeline konulan Yahudi/Mason figürü, geçmişe ait her olayı, her eksikliği her geriliği açıklayıcı ve yorumlayıcı bir argümandır:
“… Avrupalılaşma cereyanını bu memlekette Yahudi doğurdu, Yahudi korudu. Ahmak Osmanlı padişahlarına ve vezirlerine o korkunç borçları toka eden Yahudi serma- yesidir. Biraz sonra Düyûn-u Umumiye binasını Babıali’de yükselten odur. Farmasonluk onun, Tanzimattan Cumhuriyete kadar, burada ve her tarafta, buraya ve her tarafa göre ayrı ayrı çözücü ve zehirleyici usullerle işleyen müthiş bir idare merkezi! Meşrutiyet hareketini o destekleyecek, hatta bizzat yapacak, Türk tarihinin en dirayetli padişahı Abdülhamid hakkında baştan başa düzme ve yalan bir tarih tertip edecek, Selanik’ten İstanbul’a göç yolunu açacak, Şişli salonlarını kuracak, züppeler ve köksüzler muhitini besleyecek, iffetli Türk kadını ile Türk delikanlısının bütün iman ve ahlak temelini diş diş kemirecektir. İstiklal savaşını bile himaye edecek, savaş neticelendikten sonra bazı kök kıymetlerimizi bize kendi ayağımızla ezdirmek için milletlerarası bir şebeke halinde çalışacak, sulh konferanslarının para- vanaları arkasında saklanıp bize toprak ve istiklal bağışlayacak, fakat yine kendi kendimizi feda ettirmek için elinden geleni yapacak…” 95
Necip Fazıl artık şair değil hastalıklı bir tarih yorumcusudur. Hem Yahudi ve mason düşmanı hem örtülü ödenekten “caize” almak için şiirler yazdığı Menderes kabinelerinin masonlarla dolduğundan habersizdir…96 Büyük Doğu sanki fikir dergisi değil, ajitasyon merkezidir. Manşetlere bakınız: “Bir fikrin büyüklüğü o fikrin toprak üzerine döktüğü kan lekelerinin büyüklüğü ile ölçülür.!” Hemen devamında Ahmed Emin Yalman’ın bir makalesine verdiği cevap. Türk milletini ve İslam diyanetini parçalama amaçlı Dönme Ahmed Emin Yalman, “aslında Büyük Doğu’ya çatmıyor, Allah ve Rasulüne tavır alıyordu!” Kırsal alanın kasaba gençliği o kadar da duyarsız değildir, bu manşetlere kapılanlar da olacaktır. Ahmed Emin Yalman gazeteci olarak Adnan Menderes’in Malatya gezisini izlemekteydi. Büyük Doğu’yu okuyan (22 Kasım 1952) liseli Hüseyin Üzmez, “yalnız Yalman’ı değil, dünyadaki tüm dönme, münafık ve kafirleri öldürmeye hazır” beklemekteydi. Tabancasını ateşledi. Yalman’ın vücudundan beş kurşun çıkarıldı, fakat ölmedi. 17 yaşındaki suikastçı genç, İslam’a hakaret eden “kafir” dönmeden kurtulmak için bütün Müslümanlar adına hareket ettiğini söyledi. Suikastçı Üzmez ve sanıklar, Büyük Doğu dergisinin tahriki ile bunu yaptıklarını açıkladılar. Tahkikat genişleyince İstanbul’daki Büyük Doğu Cemiyeti’ne uzandı.97 Necip Fazıl, Cevat Rifat ve O.Y. Serdengeçti müşevvik olarak tutuklanıp Malatya cezaevine konuldular. Necip Fazıl, yanındaki dava arkadaşları bile olsa aynı çuvalın içine konulmuş yılanlar ve çıyanlarla aynı koğuşun içinde duramazdı. Dava arkadaşları çok geçmeden birbirini “kumarbaz” ve “davaya ihanet”le suçladılar. Koğuşları ayrıldı.98
Necip Fazıl sanat ve edebiyatı bırakmış örtülü ödenek beslemesi ajitasyon şeriri ve Menderes dalkavuğu olmuştu. CHP lideri İnönü muhalefet lideri olarak yurt gezisine çıktığı yıllarda, 8 Mayıs 1959 tarihinde İstanbul ziyareti yapacaktı. Aynı tarihli Büyük Doğu’da “Günü Geldi” başlıklı yazısında, “leş” olarak tanımladığı CHP liderine “kefen biçme zamanı geldiğini” yazıyordu. İnönü’nün yolu Topkapı’da kesildi. İçine taş doldurulmuş kamyonlar sırada bekliyordu. DP’li militanlar İsmet Paşa’yı iki taraftan taş yağmuruna tutuldular. Kalabalığın elinden askerler zor kurtarmıştı. Ortaya çıktı ki Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisi, İnönü’nün gezisinden önce (5 Mayıs) matbaada basılıp piyasaya dağıtılmıştı.
Yassıada duruşmaları, muhafazakar kültürün veya saltanat dinciliğinin sadece demokrasiden anladığı histerik zaafları değil, varoluş krizine düşmüş Lenin mağşuşu Burhan Belge’nin kirli çamaşırlarını da sergiler. Devletin örtülü ödeneğinden sadece Burhan Belge’nin metres paraları değil Necip Fazıl’ın kumar borçları da ödenecektir. 99
Aydın zeybeğinden “caize” isteme şiirleri yazan Necip Fazıl da 1960 darbesinden nasibini alacaktır. Cezaevi yolu görünür. Özgürlüğüne kavuştuğunda medrese öğretisi ve Soğuk Savaş’ın sloganlarından nefes alan Çoban Sülü iktidarını bulacaktır. Necip Fazıl gene sahnede. Kalemi ve estetik cümlelerinden başka sermayesi yoktur; fakat Çoban Sülü için Menderes gibi “caize şiirleri” yazamaz. En yakınında bulunup da kendini hiç tanımayan marjinal partilerin/grupların yanına sokulur. Gerici imajını yüzüne vuran yeni inkılap yobazları tekrar sahne almıştır. 27 Mayısın Devrim yobazlarına en ağır cümlelerle saldırırken, denge olsun diye midir bilinmez, nesli tükenmiş ortaçağ fosillerini de tanımlamaya girişir. Bizim için “devrim yobazından” daha önemli olanı din yobazlarıdır. Çünkü kılık kıyafeti ve zihninin içi zamanımızda bile santim değişmemiştir. İsterseniz bunu da okumadan geçmeyelim:
“… Şimdi din yobazına geldik. Dış görünüşle alakam yok, ama din yobazının fiziği de çarpıyor gözüme: Kazma gibi dişler… Gözlerinde bir nefret… Bir katran fıskıyesi gibi… Ezberci, bilgisiz, hissiz… Öyleleri var ki sırmalı belediye elbisesini giyer, ötelere ait büyük bir hissizlik içinde, başına geçecek ölü aramaya koyulur… Vasiyetime yazacağım geliyor: Cenazemi böyle biri kaldırmasın! (…) Zerafet ve estetikten tamamen uzak. Müslüman kılığına, başına, saçının taranışına, bir odaya girişine ve bir iskemleye oturuşuna kadar herkese numune olmalı… İslamda zarafet hiçbir dinin ulaşamayacağı seviyede olduğu halde, işte böyle ihanet etmişizdir dine!… Yobaz yüzünden… Hile-i Şer’iye… Bunu çok duydunuz… Şeriat hiç hileye düşer mi? Bunu yobaz çıkarmıştır. Çünkü o, ilave edici, ekleyici, yükleyici, saptırıcı, eksilticidir… Batı bir çirkini hudutsuz güzelleştirmek davasında, biz güzeli çirkinleştirmek yolunda…” 100