Dünya yazınının devi: Lev Nikolayeviç Tolstoy

Ali Yıldız yazdı

featured

Barış Yıldız’a…

Hayali kurulan bir dünyaya doğmuştu Lev Nikolayeviç, oldum olası peşinden koşulan, bu uğurda kan ve gözyaşı dökülen, nice hayatların karardığı, bir zenginliğe açmıştı gözlerini. Tolstoylar, Rusya’nın en saygın aristokratlarındandı, Kremlin’e yakınlıklarıyla bilinirlerdi.

9 Eylül 1828 tarihinde, dedelerinden kalan Tula’daki malikânede doğan Lev Nikolayeviç Tolstoy, çok küçük yaşlarda önce annesini, hemen ardından babasını kaybetti. Ancak üzerine titreyen akrabaları, emirlerini bekleyen hizmetkârları, büyüklüğünü tahmin bile edemeyeceği toprağı ve sayısını bilmediği mujikleri sayesinde, hayatı boyunca rahat edebilirdi. Bunca debdebeye, bütün kapıların kendisine açık olmasına rağmen, karşısındakini etkileyen gözlere, sorgulayan bir beyne, acı çeken bir ruha sahipti. İki üniversiteye devam etmiş, yarım bırakarak topraklarının başına dönmüştü ama, kendisini hiçbir zaman aristokrat yerine koyamamıştı. Bir süre askerlikte karar kılmış, Kafkasları dolaşmış, dirim de görmüştü ölüm de.

Değişik coğrafyalarda yaşayan halkların kültürlerini, onlara dair ne varsa merak etmişti hep. Rusya’nın her köşesini dolaşırken notlar almaya, yazmaya başlamıştı. Tanıklık ettiği veya gözlemlediği olaylara dayanmıyordu sadece yazdıkları, ezberlerin dışına çıkıp, ötekinin bakış açısını da yansıtıyordu.

Çağrısı, eşitliğin, insanca bölüşümün sağlanması, köhnemiş değer yargılarının alaşağı edilmesiydi. Dine sığınsa da bastıramıyordu acısını. Köylülerle beraber çalışıyor, varını yoğunu, topraklarını onlara devretmek istiyordu. Yıllardır kafa yorduğu din algısı, Hıristiyan anarşizmine kadar uzanmıştı. Mülkiyet karşıtlığı yüzünden, başta 1862 yılında evlendiği, kıskançlığıyla ünlü Sofya Andreyevna Bers ile çocukları olmak üzere, herkes karşısına dikilmişti. Eleştirileri yüzünden, kilise tarafından da aforoz edilmişti sonunda… Umurunda değildi, halkın yaşayan bir aziziydi o, genç yazarların da sığınağı olmuştu. Rusya’yı Avrupa’yı dolaştı, dünyanın en tanınan yazarıydı ama, içindeki çığlığı durduramadı hiçbir zaman.

Rusya’nın soğuğuna aldırmaksızın, en küçük kızını da yanını alarak, doktoruyla birlikte evini terk etti. Bindikleri trenden inerek gözden kaybolmuş, geriye dönüldüğünde köhne bir istasyonda bulunmuştu. Tolstoy’un yaşlı bedeni, 20 Kasım 1910 tarihine kadar dayanabildi. Dünya yazınının gözbebeği sayılan Savaş ve Barış, Anna Karenina’nın yanı sıra, tarihin en saygın eserlerini yaratmıştı.

____

L. N. Tolstoy 

KAFKAS TUTSAĞI*  **

Bir toprak sahibi olan Jilin, Kafkasya’da subay olarak görev yapıyordu.

Bir gün evinden mektup aldı. Anacağı şöyle yazıyordu: “Artık yaşlandım oğlum. Ölmeden önce seni son bir kez görmek isterim. Gel, helalleşelim, cenazemi kaldır, sonra Tanrının izniyle yeniden birliğine dönersin. Hem sana burada bir de kız buldum: Aklı başında, eli yüzü düzgün, iyi bir kız; çiftliği, toprakları da var. Beğenirsen evlenirsin ve belki buralardan bir daha ayrılmazsın.

Jilin dalıp gitti: “Gerçekten de iyice yaşlandı annem, gitmezsem bir daha göremeyebilirim kendisini. Hem kim bilir, belki bulduğu kız da iyidir, bakarsın evlenirim.”

Albaya gidip izin istedi, iznini alınca arkadaşlarıyla vedalaştı, bölüğündeki erlere dört kova votka armağan etti ayrılık anısına, sonra da yol hazırlıklarını yaptı.

Kafkasya’da savaş yıllarıydı. Gece gündüz geçit vermiyordu yollar. Bir Rus, kaleden biraz uzaklaşayım dedi mi, Tatarlar onu ya öldürür, ya dağa kaldırırlardı. O yüzden de haftada iki kez kaleden kaleye askeri bir birliğin koruması altında gidilip gelinmesi kuralı getirilmişti. Önde ve arkada askerler, ortada sivil halk olacaktı.

Bir yaz günüydü. Yük arabaları şafaktan kale dışında toplandı, öncü ve artçı askerler yerlerini aldı ve yola çıkıldı. Jilin atlıydı, eşyalarının yüklü olduğu araba, öbür araba dizisiyle birlikte geliyordu.

Yirmi beş verst kadardı gidecekleri yol. Araba dizisi çok yavaş ilerliyordu: Ya askerler duruyor, ya arabalardan birinin tekeri çıkıyor ya da bir at geride kalıyordu; o zaman da herkesin durup beklemesi gerekiyordu.

Vakit öğleyi geçmesine karşın yolun ancak yarısını aşabilmişlerdi. Sıcak, toz, tepede kızgın güneş, bunaltıyordu insanı; bozkırsa bomboştu, sığınacak ne bir ağaç, ne bir çalı öbeği görülüyordu yolda.

Jilin, yürüyüş koluyla arayı biraz aştı, sonra durup yetişsinler diye bekledi. Bir ara arkadan boru sesi geldi kulağına: Anlaşılan yeniden duracaklardı. “Askerleri bırakıp önden tek başıma gitsem ne olur?” diye düşündü. “Atım çok iyi, Tatarlarla karşılaşırsam hızla kaçıp kurtulabilirim. Yoksa doğru olmaz mı tek başıma gitmem?”

Durup bir daha, bir daha düşündü. Bu sırada atlı, tüfeği de olan bir subay geldi yanına, Kostilin’di bu.

“Önden çekip gidelim Jilin,” dedi Kostilin. “Daha fazla dayanamayacağım, karnım aç, sıcak başıma vurdu. Şu gömleğimin haline bak: Sırılsıklam!”

İriyarı, bayağı şişman bir adamdı Kostilin; yüzü kıpkırmızıydı. Ter içindeydi.

Biraz düşünen Jilin:

“Tüfeğin dolu mu?” dedi.

“Dolu.”

Gidelim o zaman. Yalnız birbirimizden ayrılmak yok, anlaştık mı?”

Birlikte önden gitmeye başladılar. Bozkırda konuşa konuşa ilerliyor, iki yanlarına bakıyorlardı. Her yer göz erimine dek açıktı, en uzaklar bile görünebiliyordu.

Bozkır bitince yol bir dağ boğazına girdi.

“Dağa çıkıp çevreye bir göz atmalı,” dedi Jilin. “Bakarsın, ummadığın bir yerde birden karşımıza çıkıverirler!”

Bence gerek yok bakmaya,” dedi Koztilin, “Devam edelim ilerlemeye.”

Jilin dinlemedi arkadaşını:

“Hayır! Sen burada bekle, ben bir bakıp geleyim.”

Ve atının başını sola, dağa doğru cevirdi. Gerçekten esaslı bir attı Jilin’in atı: Daha tayken, yılkı içinden yüz ruble ödeyip almış ve kendi eliyle eğitmişti onu. Yamaç yukarı ilerliyordu atı. Yukarı çıkıp da çevresine şöyle bir bakınca Jilin hemen yakınlarda otuz dolayında atlı Tatarın durduğunu gördü. Tatarları görmesiyle birlikte atını geri çevirdi, ama Tatarlar da onu görmüşlerdi: Atlarını mahmuzluyor, o arada tüfeklerini kılıflarından çıkarıyorlardı. Jilin yamaç aşağı olabildiğince hızla inerken bir yandan da Koskilin’e bağırıyordu:

“Tüfek! Tüfeğini hazır tut!” Bir yandan da içinden atıyla konuşuyordu: “Sakın tökezleyeyim deme güzelim! Ayağın takılacak olursa mahvolduk demektir. Tüfeğin oraya bir varalım, postu pahalıya satarım ben onlara!”

Ama Kostilin arkadaşını bekleyecek yerde Tatarları görmesiyle birlikte dörtnala kaleye doğru kaçmaya başlamıştı. Kırbacını ardı ardına hayvanın bir o sağrısına, bir bu sağrısına indiriyordu.

İşte şimdi hapı yuttuk diye düşündü Jilin. Tüfek olmayınca tek kılıçla ne yapılabilir ki? Atını geri çevirip askerlere doğru sürdü; kaçmaktı niyeti. Altı Tatarın yolunu kesmek için hamle yaptıklarını gördü. Evet, iyi bir at vardı altında, ama Tatarların atları daha iyiydi; üstelik de yolunu kesmişlerdi. Kestirmeden gitmek niyetiyle geriye dönmek istedi, eme o hızla atını durdurması olanaksızdı, adamların üstüne doğru adeta uçuyordu atı. Kızıl sakallı bir Tatarın kır atıyla kendisine iyice yaklaştığını gördü, ıslıksı bir ses çıkararak dişlerini gösteren Tatarın eli tüfeğinin tetiğindeydi.

“Bu alçakları bilirim ben!” diye geçirdi içinden Jilin. “İnsanı sağ yakaladılar mı, bir çukura atıp basarlar kırbacı! Beni asla sağ ele geçiremeyecekler!”

Jilin öyle iriyarı değildi, ama gözü karaydı. Kılıcını çekip atını kızıl sakallı Tatarın üzerine sürdü. “Ya atıyla birlikte yere yıkarım, ya kılıcımla ikiye bölerim,” diye düşünüyordu.

Ama düşmanının yanına varamadan ardından ateş edip atını vurdular; at boylu boyunca yere kapaklandı, Jilin’in de bir bacağı atın altında kaldı.

Ayağa kalmaya çabaladıysa da pis kokulu iki Tatar yetişti, kendisini sımsıkı tutup kolunu arkasına kıvırdılar. Jilin silkinip Tatarları üzerinden attı, ancak üç Tatar daha koşup geldi, atlarından Jilin’in üzerine atladıkları gibi sopalarla başına vurmaya başladılar. Gözleri kararan Jilin, olduğu yerde ileri geri sallandı. Tatarlar eğerlerinden yedek koşumlarını alıp Jilin’in kollarını arkasından bağlayıp sıkı bir tatar düğümü attılar; sonra şapkasını, çizmelerini çıkardılar, üstünü aradılar, paralarını, saatini aldılar, giysilerini yırttılar. O arada Jilin atına baktı; zavallı hayvancağız yana devrilmiş öylece yatıyor, toprağa değmeyen bacaklarıyla havayı dövüyordu. Başında açılan delikten fışkıran kan, çevresinde bir arşınlık yerdeki tozları ıslatmıştı.

Tatarın biri atın başına gitti, sırtından eğerini aldı; bacaklarıyla havayı tekmelemeyi sürdürüyordu at. Tatar hançerini çekip atın boğazına çaldı: Düdük sesini adırır bir hırıltı koptu hayvanın gırtlağından, at ürperdi, fışkıran kandan buhar yükseliyordu.

Tatarlar eğeri, dizginleri aldılar. Kızıl sakallı Tatar atına atladı, öbür Tatarlar Jilin’i onun terkisine bindirdiler, düşmemesi için bir kayışla Tatarın beline bağladılar, dağlara doğru sürdüler atlarını.

Jilin sallanarak Tatarın arkasında oturuyor, yüzü adamın pis kokulu sırtına sürünüyordu. Önünde gördüğü tek şey adamın geniş sırtı, damarlı boynu ve kalpağı altından mavimsi bir ışıltıyla ortala çıkan usturaya vurulmuş ensesiydi. Jilin’in başı yarılmış, gözlerine akan kan orada pıhtılaşmıştı. Ne atın üzerinde oturuşunu düzeltebiliyor, ne gözündeki kanı temizleyebiliyordu. Kollarını arkaya doğru öyle sıkı büküp bağlamışlardı ki, köprücük kemiği sızlıyordu.

O dağdan bu dağa uzunca bir süre yol aldılar, bir ırmağı geçtiler, sonra yola çıkıp derin olmayan bir koyak boyunca ilerlediler.

Jilin, gittikleri yolu aklında tutmaya çalışıyordu, ama hem gözleri kan pıhtısıyla kapalıydı, hem de iki yana doğru şuncacık olsun kımıldayabilmesi olanaksızdı.

Hava kararırken bir ırmaktan daha geçtiler, sonra dik bir yamacı tırmandılar. Derken duman kokusu geldi, köpek havlamaları duyuldu. Avula gelmişlerdi. Tatarlar atlarından indiler. Tatar çocukları Jilin’in çevresini sardılar: Bağırışıyor, sevinç çığlıkları atıyorlardı, nişan alıp üzerine taş atanlar da vardı.

Tatar, çocukları kovalayıp Jilin’i attan indirdi, işçisini çağırdı. Yalın ayak, elmacık kemikleri çıkak bir Nogay geldi: Üzerinde yırtık bir gömlekten başka bir şey yoktu, göğsü bağrı ortadaydı. Tatar ona bir şeyler emretti, az sonra üzerine demir halkalar tutturulmuş iki meşe kütüğüyle döndü adam, halkalardan birinde bir kilit vardı.

Jilin’in kollarını çözdüler, ayaklarına meşe kütüğünden prangayı bağlayıp kilitlediler, sonra da götürüp samanlığa attılar kendisini, üzerine kapıyı kilitlediler. Gübrelerin üzerine düştü Jilin, karanlıkta yoklayarak yumuşak bir yer aradı, yattı.

 

* L. N. Tolstoy, Kafkas Tutsağı, Öykü, Rusça Aslından Çeviren: Mazlum Beyhan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, I. Baskı Nisan 2010, İstanbul, s: 137 – 141.
* * L. N. Tolstoy’un Kafkas Tutsağı isimli öyküsünün ilk bölümüdür.

Dünya yazınının devi: Lev Nikolayeviç Tolstoy

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!