Kara Toprak

featured

Zekiye Yaldız yazdı…

5 nolu kapıdan girince annemin öğrettiği gibi, “Selamün aleyküm.” deyip sonra “Ve aleyküm selam.” diyerek verdiğim selamı alıp ilerliyorum. Ayağım, koklatırcasına hafif dokunuşlarla gaza basıyor. Gürültü yaparak etrafımdakilere rahatsızlık vermek istemiyorum. Kıvrıla büküle ilerlediğim yolda sağa sola bakarak eskiden kalma tanıdık bir isim arıyorum. Tanıdık kimseyi bulamayınca burada olduklarından emin olduğum yakınlarımı düşünüyorum. Ümit’e yaptığımız korkunç şakadan kısa bir an pişmanlık duyuyorum. Çok istediği terfi yazısını yazıp oyun oynamıştık. Gerçek olmadığını anladığında ne kadar üzülmüştü. İnsan ne zalim bir varlıktır yaptığım kıyıcı şakalardan bilirim.  Neyse ki, birlikte güldüğümüz zamanlar yetişiyor imdadıma da vicdan azabım biraz hafifliyor. Tarık’ın kokusu hâlâ burnuma gelen sabah kahvesine tuz atmıştım bir keresinde de. Çok kızmıştı, ama ilgilenildiği için, biri onun kahve içtiğini fark ettiği için ve o günün popüler kişisi olup herkes onu konuştuğu için yine de sevinmişti sanki. Öyle olmasa gün boyu bu salakça espiriyi anlatıp anlatıp gülmezdik.

 Arabanın sesi ortamın sessizliğine uymak istercesine giderek boğulup kayboluyor. Son virajdan neyle karşılaşacağımı bilmemenin verdiği  endişeyle içimden rahatlatıcı konuşmalar hazırlayıp dönüyor ve gözlerimle minareleri takip ederek kalabalığa doğru ilerliyorum.

Maske-mesafe kuralı kapsamında aralıklarla duran  insanlar olduklarından daha kalabalık görünüyorlar gözüme. Maskelerin ardına saklanmış acıyı tam seçemesem de Buket’in ağlamaktan yaş kalmamış kanlı gözlerini tanıyorum. Uzun zamandır görüşemediğimizden onu görmek gülümsetiyor beni. “Allah’tan maske var.” diye seviniyorum. Nerdeyse gülümserken dalıverecektim acının ortasına ve çok utanacaktım. Sarılmak istiyorum aslında, hiçbir söz sarılmak kadar etkili değildir o anlarda, ama sarılamıyorum. Sağ elimi sol göğsüme koyup kalbimin içini işaret ediyorum. O da aynını yapıyor.  Ellerimiz kalplerimizde sessizce bakışıyoruz. Siyah tül başörtüsünün altından fışkıran dalgalı saçları yanaklarına düşüyor ve oval yüzünü üçgenleştirip  küçültüyor sanki. Yüzüne baktıkça gördüğüm detaylardan rahatsız oluyorum. Bu istediğim bir şey değil, ama beynim  detayları görmeye zorlayarak beni acıdan kaçırmak istiyor. Bir süre şişmiş göz kapaklarıyla, yemyeşil gözlerinin altında oluşan mor halkalarla mücadele ediyorum. Çok ağlamış olması canımı acıtıyor. Ağzını, burnunu göremiyorum. Muhtemelen burnu da kırmızı ve şiştir. Maskesi beyaz olsa belki daha net bir fikrim olurdu. Günün anlamına uygun olarak siyah maske takmış. Dizlerinin altına kadar gelen siyah paltosunun altından görünen siyah kumaş pantolonunun ütü izi hâlâ üzerinde. Siyah süet makosenleri oldukça şık ve temiz görünüyor. Yürüdükçe incecik beli kalın paltonun altından bile belli oluyor.

Kalabalık artıyor, gelenler  Buket’i selamlayıp etrafa dağılıyor. Sessizlik giderek uğultuya dönüşüyor. Arkamda duranların konuşması ilişiyor kulağıma; doların böyle gidemeyeceğini, mutlaka artacağını konuşuyorlar. Bir diğer grup açık havada koronanın bulaşmayacağından o kadar da korkmaya gerek olmadığından bahsederek ortak bir kaygıyı yatıştırmaya çalışıyorlar.

Ve nihayet, üzerinde “Muhakkak ki her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Ankebut 29/57) yazılı yeşil örtüye sarılı tahta sandık görünüyor. Uğultu birden bitiyor ve bütün kafalar musalla taşına konulan tabuta dönüyor. Hızlıca namaz duruşuna geçilip kadınlar kendiliğinden kıyıya çekiliyor. “Buyurun cenaze namazına.” diyor imam. Kısaca bir cenaze namazı tarifi yapıp Allah rızası için namaza duruluyor. Her şey o kadar hızlı oluyor ki, insan ne düşüneceğini bilemiyor o anlarda. Sadece talimatları yerine getiren bir robot haline geliyor. Ve o soru geliyor. “Meftayı nasıl bilirdiniz?”

İşte bütün hayatın özeti bu! Nasıl bilirdik/nasıl bilindik? Merhametin somut bir hal alıp elimizi koysak kalbimizde tutabileceğimiz bir yumru, tartılabilse bir gramajının da olabileceğini hissettiğimiz o anlarda hep birlikte, “İyi bilirdik!” diye haykırıyoruz. Üç kere tekrarlıyor imam soruyu ve üç kere hiç tereddüt etmeden cevap veriyoruz. Sonra üç kere de hakkımızı helâl ettiğimizi beyan ediyoruz. Küçük kıyametin ilk hesaplaşması böylece bitiyor. Büyük kıyametin de böyle geçip gitmesini diliyorum içimden.

Kapısı ebediyete açılan derin çukurun başına geçiyoruz. Yan yana açılmış derin çukurlar, sırası gelenler için hazır vaziyette bekliyor. Varlıkların en şereflisi olmayla şereflendirilmiş bir insan yine hızlıca çukura konulup üstü örtülüyor. Artık Buket’i görmüyorum. Hattâ kimseyi görmüyorum. Sadece kendi çukurumu hayal ediyorum o anlarda.

Bir an, Vatan denen şeyin neden kutsal olduğunu anlıyorum. Çünkü en sevdiklerinin kokusuyla açıyor bu toraklarda çiçekler. En sevdiklerinin rengi şebboylar, sardunyalar, menekşeler… Bu metamorfoz, yani birinin ölümünden diğerinin yaşamının doğması hali karşısında, bu düzen karşısında insanın dili tutuluyor adeta. Sevdiklerin ölüp gittikçe dünyaya bağlılığın da azalıyor. Hepsi birer liğme koparıp götürüyor sanki ve bir urganla bağlıyken giderek elinde bir pamuk ipliği kaldığını anlamaya başlıyorsun.

Ve toprak… Ne muhteşem bir şey! Nice cılk yaralar kuruyup gidiyor altında. Günahlar bir bir örtülüyor ki, en son terk edilendir günah.  Olduruyor, doyuruyor ve işin bittiğinde seni bir sır gibi saklıyor bünyesinde. Üstelik dönüştürerek yapıyor bunu. Seni fesleğen yapıyor, ıtır yapıyor, gül yapıyor… Ne cömert! Her rengin açmasına izin veriyor, her böceği doyuruyor, her ağacı büyütüyor, her sevgiliyi bağrına basıyor…

Evet sevmek… İnsanın dünyada yapabileceği en güzel şey sevmek.  Gerisi kolay, seven ne yapmaz ki? Herkesin ayrı bir ölümü var, doğduğumuz andan itibaren içimizde bir yerde ölümü saklıyoruz ve vakti geldiğinde ortaya çıkıyor. Ölümümüz bize ait biz de ona. Sevmek, o içimizde sakladığımız ölümümüzü diriltiyor. Ölsek de sağ kılıyor insanı.

“Hoşça kal Buket.” diyorum. İhtiyacı olduğunda ilk arayacağı kişi olmanın beni onurlandıracağı gibi sıradan cümleler kurup vedalaşıyorum. O sırada, gözüme ayakkabılarının çamurlandığı ilişiyor. Eve gittiğinde o çamura bakıp bakıp ağlayacağını düşünüyorum. Kocasının son  kez ayaklarına sarılışı sanki o çamur… Bir aşk defteri daha şimdilik kapanıyor.

5 No’lu kapıdan çıkarken  aklıma Saramago’nun “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”u geliveriyor. Adı bilinmeyen bir ülkede ölüm görevininden vazgeçiyor ve artık kimse ölmüyordu. Ülkede dalga dalga yayılan sevinç çok geçmeden yerini korkunç bir kaosa bırakıyordu. Çünkü ölümsüzlük zamanı durdurmuyor, insanlar ebedi bir yaşlılıkla baş etmek zorunda kalıyordu. Kilise, hükümet, felsefe çaresiz kalıyor devreye mafya giriyordu. Hemen sınırın ötesinde ölüm olduğunu öğrenen halk, en sevdiklerini ölebilsinler diye arabalara doldurup gizlice sınırın ötesine taşımaya çalışıyordu. Mafya dünyanın parasını alıyordu insanları ölüme götürmek için. Bugünkü mülteci pazarı gibi bir pazarı vardı ölümün. Ölüm  karşısında olduğu gibi ölümsüzlük karşısında da insan şaşkın, ne yapacağını bilemeyen, aciz bir varlıktı. Ölüm korkusu ile ilgili bütün hesabım o kitapla bitmişti. Kitap, “Ertesi gün hiç kimse ölmedi.” diye başlıyordu. Kilise, “Ölüm ortadan kalktığında, diriliş de olmayacaktır, diriliş umudu ortadan kalktığında kilise yok olur.” telaşındaydı. Felsefeciler, Montaigne’nin “Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir.” lafzından hareketle, ölüm yoksa felsefeye de ihtiyaç olmayacağı derdine düşmüşlerdi. O bir tek ana, bir iç çekiş kadar kısa ölüm anının gerçekleşebilmesi için o kadar çok bedel ödemişlerdi ki, ölümün varlığına şükretmekten bihâl olmuştum. Neyse ki sonunda “Ölüm konsere, önceki gün şehir merkezinde bir mağazadan satın aldığı elbiseyle gitti.” diye başlayan son bölümde geri döndü ve bambaşka duygularla karşılandı…

İyi ki ölüm var…

 

“Karnın yardım kazma ilen bel ilen

Yüzün yırttım tırnağınan, el ilen

Yine beni karşıladı gülünen

Benim sadık yarim kara topraktır.” Aşık Veysel

Kara Toprak

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. Korona günblerine cok uyan bir yazi. Kara toprak….

  2. 20 Mart 2021, 13:38

    Her kim ki olursa (hey yar) BU sırra mazhar: «(…) kolay ve çabuk yapacak aletler makinalar icat olunuyor. Bugün mal ihtiyaçtan fazladır ve işte asıl tehlike de buradadır» [bkz: İstanbul Üniversitesi Hukuk Talebesi Cemiyeti Neşriyatından, İktisat, Nazarî Kısım, İktisat ordinariyüs Profesörü Babanzade Şükrü Beyefendinin 1934 ders senesi takrirlerinden, Notu tutan Hakkı Tekin, Sumestrı 1, 2., Selamet Matbaası İstanbul 1934, s.47]; PARALARI LEYLÂYA HÜLYÂYA BASAR!

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!