Kırk bir yaşında gelen ölüm: Sabahattin Ali

Ali Yıldız yazdı

featured

Yüzbaşı Cihangirli Ali Salâhattin, Jön Türkler taraftarı, hürriyetçi bir subaydır. Meslektaşının kızı Hüsniye hanımla yaptığı evliliğinden üç çocuğu olacak, ilk ve ikinci oğluna, yakın dostları Prens Sabahattin ve Tevfik Fikret’in isimlerini verecektir.

25 Şubat 1907 tarihinde Gümülcüne’de dünyaya gelen Sabahattin Ali, babasının tayinleri nedeniyle, Anadolu’nun farklı yerlerini görmüş olsa da; en çok Çanakkale’den etkilenir, gittiklerinde Çanakkale Savaşı başlamıştır çünkü.

Ordudan ayrılan babasıyla birlikte çerçicilik yapan Sabahattin Ali, daha sonraki yıllarda, şöyle anlatacaktır çocukluk anılarından birisini:

“Babam pazarda gördüklerimi yazmamı isterdi. Bir kez yazıya şöyle başlamıştım: ‘Sabahın erken saatinde pederimin lâtif sesiyle uyandım.’ Babam öfkelenmiş ‘Haydi ordan, yalancı kerata. Sabahın köründe seni zorla yatağından kaldırıyorum. Babanın lâtif sesiymiş! Sesim sana lâtif gelir mi hiç! İçinden geldiği gibi yaz.’ demişti.” (1)

SARAYLAR YIKILIRKEN

Babasının sanatsever, hürriyetçi kişiliğine koşut olarak, dünyada da görülmedik değişimler yaşanmaktadır. Feodalizm tasfiye edilmekte, üretim ilişkileri değişmekte, sanayileşme fabrikaları, fabrikalar işçi sınıfını oluşturmakta, kapitalizm karşıtını yaratmaktadır. Uzlaşmaz çelişkiler sonucu, paylaşım savaşları kızışmış, kapitalizm en yüksek aşamasına çıkmıştır.

Sabahattin Ali’nin doğduğu 1907’den yedi yıl sonra, I. Paylaşım Savaşı patlak verir. İmparatorluklar çatırdarken, en geri durumda olan Osmanlı İmparatorluğu’na rağmen; “emperyalizmin en zayıf halkası” olarak tanımlanan Rusya’da, 1917 yılında Bolşevikler iktidara el koymuştur. Sovyetler Birliği, emperyalizme karşı duran Kuvayi Milliye’ye, silah ve para yardımında bulunmuş; 1923 yılında inşa edilen Türk Devrimi, gelişen dostluğa ivme kazandırmıştır. Avrupa’nın sömürgesi Osmanlı’dan geriye bir yıkım kalmış, bir yandan Düyûn-u Umumiye’ye borçlar ödenirken, bir yandan da Anadolu’nun çeşitli bölgelerine, Sovyetler Birliği’nin desteğiyle, fabrikalar kurulmaya başlamıştır. Mustafa Kemal dostlarını unutmayacak, 8 Ağustos 1928’de yapılan Taksim Anıtı’nda İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’ın hemen arkasında, Sovyet Generalleri Mihail Frunze ile Kliment Voroşilov’a yer verilmesini isteyecektir.

Dünya ve ülkemizde bu gelişmeler yaşanırken, Sabahattin Ali Edremit İptidaî Mektebi’nin ardından, Balıkesir Darül Muallimin’i bitirip öğrenmen olmuştur. 1926 yılında naklini İstanbul’a aldıracak, 1928 yılında açılan Maarif Vekâleti’nin sınavını kazanarak, dil eğimi için Almanya’ya gönderilecektir. Yurtdışı eğitiminden sonra, Gazi Terbiye Enstitüsü’nden üstün başarı ile geçmiş, Almanca öğretmeni olmuştur. Dil yetkinliğini:

Tarihte Garip Vakalar (Max Memmerich), Antigone (Sophokles), Minna Von Barnhelm (Lessing), Üç Romantik Hikâye (H. Von Kleist, A. V. Chamisso, E. T. A. Hoffmann), Fontamara (Ignazio Silone)’den yaptığı çevirilerle ispatlar.

KALEME KARŞI, SÜNGÜ YA DA KILIÇ

Yazınımıza şiirle giren Sabahattin Ali, Resimli Ay dergisine giderek Nâzım Hikmet, Sabiha ve Zekeriya Sertel ile tanışır. 1931 yılında üç ay tutuklu kalan Sabahattin Ali’yi, asılsız ihbarlar hayatı boyunca peşini bırakmayacaktır. Nâzım Hikmet’in teşvikiyle, öykü ve romanlarını yayınlamaya başlar. Tayini Konya’ya çıktığında, Kuyucaklı Yusuf romanı, Cemal Kutay’ın Yeni Anadolu gazetesinde tefrika edilmeye başlamış, gazetenin satışı, on beş gün içerisinde artış göstermiştir. 2 Temmuz 1993 tarihinde, Sivas Katliamı’nda katledilen ünlü Eleştirmenimiz Asım Bezirci:

“Yazık ki, romancının ücreti ödenmeyince, tefrika yarım kaldı. Gazete sahibi buna pek içerledi. Bir komplo düzenledi: Altı yedi ay önce, Sabahattin Ali’nin bir mecliste “Memleketten Haber” adlı, güya Atatürk’ü taşlayan bir şiir okuduğunu -Mustafa adlı bir öğretmenin aracılığıyla- jurnal etti. Akrabalarından Remzi ve ilköğretim Emin (Soysal)’ın da tanıklığını sağladı. Oysa şiir Almanya’da yazılmış olup Sivas’taki bir Bektaşi hareketiyle ilgiliydi, bazı yerleri değiştirilmişti, üstelik, içinde Atatürk’ün adı da geçmiyordu. (…) Sabahattin Ali 26 Aralık 1932’de tutuklandı. Hapisliğinin aşağı yukarı dört ayını Konya’da, altı ayını Sinop’ta geçirdi.” (2) diye yazar.

Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde çıkarılan afla salıverilen Sabahattin Ali, öğretmenlikten atılmış, geri dönebilmesi için Atatürk’e bağlılığını göstermesi istenmiş, 15 Ocak 1934 tarihinde Varlık dergisinde “Benim Aşkım” şiirini yayınlanınca, görevine başlayabilmiştir. Bir yıl sonra evlenir. Kızı Filiz’in doğduğu 1937 yılında askere çağrılır, II. Paylaşım Savaşı nedeniyle, 1939’da tekrar askere alınır. Hitler’in başını çektiği faşist dalga, ülkemizde Osmanlı’dan kalan Turancılığı hortlatmış, Türk-Sovyet dostluğunu tersine çevirmiştir. Mustafa Kemal’in ölümünün ardından, genç cumhuriyetin rotası şaşacaktır. ABD kurtarıcı rolüne soyunmuş, II. Paylaşım Savaşı’ndan itibaren, dünya egemeni İngiliz emperyalizmini tahtından indirmiştir. Sabahattin Ali, 1939’da İçimizdeki Şeytan romanını, Ulus gazetesinde yayınlanmaya başlayınca, Turancı Nihal Atsız, Sabahattin Ali’yi Rum olmakla suçlayarak, hakaretlerde bulunup şöyle yazar:

“(…) Ben de ırkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için -Evet, övünerek söylüyorum ve tekrar ediyorum: Irkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için-. (…) Biz Türkçülerle siz komünistlerin, fikir sahasında anlaşmamıza imkân olmadığı için, toplu bir halde, yumruklarımızın hakkını vererek çarpışmamız pek hoş olurdu. Çünkü fikirlerin halledemediği davaları kan halleder. Gerçi komünistler bu yiğitliği gösteremez. Fakat benim sana gayet samimi ve erkekçe bir teklifim var: Sen yedek subay olduğun için süngü kullanmasını bilmen icap eder. Bu davayı kökünden halledebilmek için benimle, şehirlerden çok uzak bir yerde süngü ve kılıçla bir ölüm-dirim çarpışmasını göze alacak kadar yüreğin var mı? Biz birbirimize ölüme kadar düşmanlık güdecek olan iki zümreyiz. Fikir savaşından bir sonuç çıkmadığını biliyorsun.” (3)

Sabahattin Ali, Hüseyin Nihat Atsız’a açtığı davayı kazanmıştır, ancak Turancılar duruşma boyunca İstiklal Marşı söyleyerek, mahkeme hâkimini de ayağa kalmak zorunda bıraktıkları gösterilere başlayınca, adliye binasının birinci katından atlayarak, canını zor kurtaracaktır. Sabahattin Ali’ye karşı, suçlamaların bitip tükeneceği yoktur. Yazarlığının en verimli çağında, Devlet Konservatuvarı dramaturgluk görevini bırakmak zorunda kalır, artık ekmeğini kalemiyle kazanacaktır.

YAŞASIN DEMOKRASİ

İsmet İnönü, ABD tarafından çok partili seçimlere zorlanmakta, tavizler vermektedir. 4 Aralık 1945 günü Tan gazetesi basılır, gazete ve matbaaları parçalanır. Sosyalist öğretim üyelerinin kürsüleri ellerinden alınarak, üniversitelerden uzaklaştırılır. Tek parti yönetimi, Bretton Woods anlaşmasını imzalamakla övünmektedir, adı sonradan IMF olacaktır. Truman Doktrini doğrultusunda Sovyet desteği ile uygulanan beş yıllık kalkınma modelinden vazgeçilmiş, toprak ağalarının baş düşmanı olan Köy Enstitüleri kapatılmış, Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, görevinden alınmıştır.

Oysa Köy Enstitüleri’nin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç, çok partili sistem hakkında şunları söylemektedir:

“Demokrasinin iki çeşidi vardır. Biri zor ve gerçek olan, öbürü de kolayı, oyun olanı… Topraksızı topraklandırmadan, işçinin durumunu sağlama almadan, halkı esaslı bir eğitimden geçirmeden olmaz birincisi, köklü değişiklikler ister. Bu zor demokrasidir ama gerçek demokrasidir. İkincisi kâğıt ve sandık demokrasisidir. Okuma yazma bilsin bilmesin; toprağı, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk, bir sandığa elindeki kâğıdı atar. Böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu oyundur, kolaydır. Amerika bu demokrasiyi yayıyor işte. Biz de demokrasinin kolayını seçtik. Çok şeyler göreceğiz daha…” (4)

BARLAS BAĞIRIYOR: “KÖKÜ DIŞARIDA!…”

Geçimi sağlamak için, Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin’le birlikte Markopaşa dergisi çıkaran Sabahattin Ali, baskılar nedeniyle dergisini 77 sayı çıkarabilecek; ancak Markopaşa’nın satışı, gittikçe artarak, bugün bile kırılması zor bir rakama, 60.000’e ulaşacaktır. Markopaşa dergisi, kovuşturmalara, yazarlarının hapishanelere atılmasına, sürgün kararlarına rağmen, değişik isimlerle yayınına devam etmiş, Merhumpaşa, Malumpaşa, Yedi-Sekiz Hasan Paşa, Hür Marko Paşa ve Bizim Paşa yayınlanmış, dergi isimlerinin altına, “Toplatılmadığı zamanlar çıkar” veya “Yazarları hapishanede olmadığı zamanlar çıkar” gibi ibareler konmuştur.

1945 yılında Türkiye, Birleşmiş Milletler’e üye olmanın sevincini yaşarken, çok partili seçimlere geçilmesiyle birlikte, iktidara gelecek olan Demokrat Parti ve lideri Adnan Menderes, tek parti dönemini mumla aratmaya başlayacaktır. Günümüzün tanınan gazetecisi Mehmet Barlas’ın babası Cemil Sait Barlas, milletvekili olarak Meclis kürsüsünden, “Markopaşa’nın kökü dışarıdadır!” diye bağırmaya başlamış, Amerikan kredileriyle ayakta duran Başbakan Adnan Menderes, daha da ileri gitmiştir:

“Kökü dışarıda olan, parayı dışarıdan alan mizah dergileriyle de uğraşacağız.” (5)

‘BU NE AFFEDİLMEZ SUÇMUŞ MEĞER!’

Dergileri kapanan Sabahattin Ali, beş parasız durumdadır. Mehmet Ali Aybar’ın çıkardığı gazetede yazmayı dener, Zincirli Hürriyet de kapatılır. Sabahattin Ali, aldığı borçlarla geçinmeye, arkadaşlarının evlerinde kalmaya başlamıştır. Gazetelerdeki karalamalar bitip tükenmez, son olarak Ali Baba isimli mizah dergisini çıkarır, “Ne Zor Şeymiş” başlıklı yazısında, sorularını şöyle sıralar:

“Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Nerdeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar! ‘Görüyor musunuz şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor…’ Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi!” (6)

1947 yılında yayınlanan Sırça Köşk kitabı, bir yıl sonra Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılır. Fransa’ya gitmek için başvuruda bulunur, pasaport alamaz. Arkadaşlarına, ülkeden kaçış planlarını aktarmaktadır. 1948 yılında, Türkiye’ye Marshall Yardımı başlamıştır. Aynı yıl, Sabahattin Ali, kırk bir yaşının baharındayken, Bulgaristan sınırına yakın bir yerde, cansız bedeni bulunur. Açıklamalara göre katil, hırsızlıktan ordudan atılmış, geçmişte Milli Emniyet’e çalışan, Ali Ertekin isimli zanlıdır. 1950’de hüküm giyer, aynı yıl çıkarılan Af Kanunu’yla serbest bırakılır. Demokrat Parti, NATO’ya girebilmek için, parlamentoya bile danışma gereği duymadan, Kore’ye asker göndermenin derdine düşmüştür.

Gencecik yaşında ölüme gönderilen, tarihimizin faili meçhul ilk yazarı olan Sabahattin Ali’nin ölümünün ardından; karalamalar, bitip tükenmeyen öfke ve kin devam etmiştir. Sabahattin Ali’nin ise varı yoğu bellidir, cansız bedeninin yanında; kırık piposu, gözlüğü, yırtık not defteri, bir de dolmakalemi vardır.

Notlar:

1- Sabahattin Ali, Asım Bezirci, Amaç Yayıncılık, 3. Basım: 1987, s.16. Kaynak: Sevgi Sanlı “Aydınlık Bir Baş: Sabahattin Ali” (Bak: Filiz Ali Laslo / Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, 1979, s. 120)

2- Sabahattin Ali, Asım Bezirci, Amaç Yayıncılık, 3. Basım: 1987, s. 37-38.

3- 19 Temmuz 1940, İstanbul, www.bilgicik.com.

4- Aktaran: Melih Aşık, Açık Pencere, 21.04.2011, Milliyet Gazetesi.

5- Yirmi Altı Yıl Sonra Yeniden Rıfat Ilgaz, Osman Şahin, Rıfat Ilgaz Sempozyumu, Çınar Yayınları, I. Baskı Ekim 2007, s. 74.

6- Sabahattin Ali, Asım Bezirci, Amaç Yayıncılık, 3. Basım: 1987, s. 68-69. Kaynak: Ali Baba, 25.11.1947.

 

[email protected]

______________

Sabahattin Ali

CIGARA *

Cıvık, yağmurlu bir havada Beyoğlu’nda yürüyordum. Vakit gece yarısına yaklaşmıştı. Sokaklarda sarhoşlar, barların önünde otomobiller vardı. Birkaç saçı boyalı kadın sık sık arkalarına bakarak çabuk adımlarla yürüyor, bir bekçi ile bir polis sokağın başında münakaşa ediyordu. Elektrikli ilanların önünden bir an aydınlanıp geçen iri, seyrek yağmur damlaları yere birer tükürük gibi düşüp yayılıyor, çamurlu asfaltı daha yapışkan bir hale getiriyordu.

Bir dörtyol ağzındaki genişçe bir meydanın kenarında dört beş çocuğun kavga ettiklerini gördüm. Anaya avrata söven ince seslerin arasına acı bir vızıldama karışıyor, arada sırada keskin bir çığlık, boz renkli gökyüzüne doğru yükseliyordu. Biraz yaklaşınca, yalınayak, yırtık gömlekli, en büyüğü on yaşında kadar dört çocuğun, epeyden beri sürdüğü anlaşılan bir kavgayı bitirmek üzere olduklarını anladım. Biraz irice yapılı, fırlak dişli, kırmızı saçlı, çok bilmiş bakışlı bir oğlan, kendisini kolundan tutup sürüklemeye çalışan bir çocukla birlikte uzaklaşıyor, bu arada ikide bir arkasına dönüp bakıyordu. Duvarın dibinde, kaldırımın çamuruna düşüp dağılmış beş on gazetenin yanında duran korkunç derecede sarı yüzlü, ufak, kalkık burunlu bir çocuk, burnunu elinin tersiyle silerek ağlıyor ve yanında kalıp yerdeki gazeteleri toplamak isteyen arkadaşının:

“Haydi, sen de topla da, artık gidelim Kemal!” diye ısrar edişine kulak asmadan, suratına dökülen açık kahverengi saçlarını eliyle iterek, beş on adım kadar uzaklaşmış olan kırmızı saçlının arkasından: “Ben sana gösteririm orospu evladı!” diye bağırıyordu. Kırmızı saçlı bunu duyunca kolundaki arkadaşını silkelediği gibi geri koştu, korkudan büyümüş gözleri kaçmak isteyen Kemal’i daha üç adım atmadan yakaladı, hiç telaş etmeden, sadece dişlerini sıkıp küfürler mırıldanarak, rastgele tokatlamaya başladı. Kurtulmak için çırpınan oğlan avaz avaz bağırıyor, yerden topladığı gazeteleri tekrar çamura fırlatan arkadaşı araya girip:

“Sen ona uyma, Esad ağabey, ben onu eve götürürüm!” diye kırmızı saçlıyı teskine uğraşıyor, Esad’ın arkadaşı ise, canı sıkılmış bir halde ellerini pantolonun ceplerine sokmuş, iki üç adım uzaktan seyrediyordu.

Sokaktan, yanlarında birer karı ile geçen insanlar bu gürültüye başlarını çevirip bakıyorlar, sonra gülüşerek yollarına gidiyorlardı. Yalnız, meyhanelerde çiçek satan topal Rus karısı bir dükkân camekânına dayanmış, iri gözlerle çocuklara bakıyordu. Yüzünde hem dehşet, hem meraka benzeyen garip bir gerilme vardı. Ben birkaç adım ilerleyerek çocukların arasına girdim, ikisini de yakalarından tutup ayırdım, sonra kırmızı saçlıya:

“Hadi bakalım, çek arabanı, utanmıyor musun?” diye sertçe söylendim. Esad beni bir an dikkatle süzdü. Yüzüme doğru kaçamak bir göz attı. Nedense gözüne kestirememiş olacak ki, ağır ve gururlu bir ada ile yavaş yavaş uzaklaştı, fakat dört beş adım gittikten sonra başını çevirerek:

“Söyleyin o piçe de ağzını tutsun!” dedi. Yeniden küfürlere başlamak üzere olan Kemal’i susturdum. Her tarafı ıslanmış olan gazeteleri toplamak için yere eğilen arkadaşına:

“Bırak çocuğum, artık onlar bir işe yaramaz. Kaç para ise ben vereyim!” dedim. Küçük Kemal benim bu teklifime en küçük bir alaka bile göstermedi. Sadece vızıldayarak ağlıyor, anlaşılmaz küfürler mırıldanıyordu.

“Gazeteler senin mi?” diye sordum.

İlk defa olarak yüzüme baktı, ama hiç görmeyen gözlerle baktığını ve bu sırada kafasının çok başka şeylerle dolu olduğunu derhal fark ettim. Sorduğumu tekrarlayınca başıyla “Evet” diye işaret etti, hafifçe silkinerek yakasını elimden kurtardı, kenardaki dükkânın çıkıntılı köşesine dayanarak sessizce bekledi. Öteki çocuk yerdeki gazeteleri sayıyor; ikide birde gözlerini kaldırıp beni süzüyordu. Meydan tenhalaşmıştı. Yan sokaktaki bardan hafif bir dans müziği işitiliyor, Kemal ara sıra burnunu çekiyordu. Öteki doğruldu, inanmaz gözlerle yüzüme bakarak:

“Yedi gazete amuca, kırk iki kuruş eder!” dedi. Sonra cevabımdan korkarmış gibi başını arkadaşına çevirdi:

“Hadi Kemal gidelim artık!” dedi.

Cebimden bir elli kuruş çıkarıp uzattım.

“Kardeş misiniz?” diye sordum.

“Hayır, bir mahalleliyiz!”

“Nerede oturuyorsunuz?”

“Tophane’de!”

Parayı Kemal’in cebine koydu:

“Hadi be kemal aldık parayı işte… gidelim artık!..” diye ötekinin kolundan tuttu. Fakat Kemal şiddetle elini çekti, aynı vaziyette kaldı.

“Ne diye kavga ettiler? Gazete satmaktan mı?”

“Yok canım, Sulbiye yüzünden!”

“Sulbiye de kim?”

“Bizim mahallede. Önce Esad’ı dost tutuyordu. Sonra Kemal’e döndü. Öteki boyna kıza dayak atıyordu. Üç gün, beş gün, en sonunda Kemal’e kaçtı…”

“Esad buna mı kızdı?”

“Geçen akşam sinemanın arkasındaki arsada üst üste yakalamış. Kızın ağzını yüzünü paçavraya çevirdi ama, Kemal kaçmış. O günden beri arkasını kovalıyordu. Bir daha konuştuklarını görürsem bıçaklarım, diyor!”

Duvara dayanıp gözlerini sokağın çamuruna, sarı ışıkların aksettiği ve iri damlaların düşüp noktaladığı pis sulara diken Kemal’e baktım, kulağının dibinde anlatılanları hiç duymamış gibi hareketsiz duruyordu. Arkadaşı onu tekrar çekelemeye başladı:

“Hadisene be Kemal… ne bekliyorsun be! Gidelim be!”

Kemal onu eliyle itti:

“Sen gideceksen git ulan! Bana karışma!”

Öteki bir an düşündü, sonra omuzlarını silkerek:

“Canın isterse!” dedi, yürüdü. Barın önünden geçerek yokuştan aşağı doğdu uzaklaştı.

Ben Kemal’e sokuldum, bir elli kuruş daha uzatarak:

“Hadi Kemal bunu da al da git evine yat artık!” dedim.

O parayı cebine koyduktan sonra tereddütle birkaç adım attı. Sonra kaldırımın kenarında aynı şekilde dalgın, durup beklemeye başladı.

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Yağmurda adamakıllı ıslanmıştım. Çocuğun yanından uzaklaştım, karşı kaldırıma vardığım zaman, yan sokaktan gelen dans müziği sesleri kuvvetlendi. Başımı çevirince, barın ışıklı kapısı açılıp dışarıya iki sarhoş delikanlının çıktığını gördüm, birbirlerine yaslanarak sallana sallana caddeye doğru yürüdüler.

Kemal hâlâ köşede duruyor, barın kapısına dikkatle bakıyordu. Sarhoşlar uzaklaşır uzaklaşmaz oraya koştu, yere eğildi, biraz evvel çıkanların attığı bir cıgara izmaritini alıp eliyle çamurunu temizleyerek ağzına götürdü, sıkı sıkı birkaç nefes çekti, gözlerinin parladığını uzaktan görüyordum. Hızlı adımlarla benim tarafıma yürüyor, ama benim oradan kendisine baktığımı herhalde görmüyordu. Önümden geçerken eğildim, yavaşça kolundan tutarak:

“Ne o Kemal!” dedim. “Bu yaşta cıgara mı içiyorsun?”

Yüzüme şöyle bir yandan baktı, kolunu kurtardı, sonra beni şiddetle bir kenara itip:

“Hastir ulan!” dedi, hızılı hızlı çektiği cıgaranın dumanını sert sert üfledi; gergin, çabuk adımlarla ve çıplak tabanlarının izini kaldırımın çamurlu asfaltında bırakarak, Beyoğlu’nun ışıklı, tenha sokaklarından birine daldı, kayboldu.

1945

* Sabahattin Ali, Sırça Köşk, Öykü, Yapı Kredi Yayınları, 15. Baskı, İstanbul, Kasım 2012,  s: 52-55.

Kırk bir yaşında gelen ölüm: Sabahattin Ali

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. 16 Ekim 2022, 10:25

    Yazmak
    Helede
    Yoksulu
    Ezileni
    Sömürüleni
    vede
    SÖMÜRENİ
    Yazmak
    Şimdide
    Suç kavramında.

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!