Mehmet Raşit Öğütçü ya da namı diğer: Orhan Kemal

featured

Ali Yıldız yazdı…

15 Eylül 1914 tarihinde Ceyhan’da doğan Mehmet Raşit Öğütçü’nün hayatı, 26 Eylül 1930 yılında Adana’da kurulan Ahali Cumhuriyet Fırkası’yla yön değiştirdi. Partinin kurucusu, babasıydı. 1920’de oluşturulan Vekiller Heyeti’nden Adliye Bakanı seçilen, 1923 tarihine kadar birinci mecliste milletvekilliği yapan Abdülkadir Kemali Bey, başarılı bir hukukçuydu. Kuvâyi Milliye saflarında mücadele ederken, oğlunun anılarına Delibaş İsyanı’ndan unutulmaz izler bırakmış, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Adana’ya dönerek, çiftçiliğin yanı sıra Toksöz ve Ahali gazetelerini yayınlamaya başlamıştı. Ancak partisinin kapatılmasıyla birlikte, Suriye’ye kaçmak zorunda kalmış; avukatlık yapamadığı için de; yaban ellerdeki koşullara, ayak uydurmaya çabalıyordu Öğütçüler. Mehmet Raşit, bu yüzden Adana’da başladığı eğitimini yarım bırakarak, çalışma hayatının içinde buldu kendini. Belki de yaşananlar, politikadan soğutmuştu genç
Mehmet Raşit Öğütçü’yü; ileride dedesinden devralacağı muhalifliği ile partili bir mücadeleye atılacağından habersizdi henüz.

Suriye’den Lübnan’a geçildiğinde, annesi Azime Hanımın bozdurulan bilezikleriyle açılan küçük lokantada; sonrasında ise, Matbaat-ül Haceriiye basımevinde çalışmaya başladı. Basımevinin hemen yanındaki atölyede, kısa süre sonra işten çıkarılacak olan ve bir daha da hiç göremeyeceği çocukluk aşkı Eleni’yle ilgili olarak: “Bir gün Eleni’ye ayağımdaki eski pantolondan utandığımı söyledim. ‘Sen ne utanıyorsun, zenginler utansın. Aldırma böyle şeylere, boş ver.’ dedi. Bendeki ilk sosyal uyanış galiba bu Rum kızı ile başladı.” diye yazacaktı.

Suriye ve Lübnan yolculuğu bir yıl kadar sürdü, 1932’de ailesinden ayrılarak Türkiye’ye, Adana’daki babaannesinin yanına döndü. Kâtiplik, dokumacılık, ambar memurluğu, çırçır fabrikalarında işçi olarak çalışmaya başladı. Ustalarının verdiği Serseriler, Stepte, İstratsi Mordasti, La Dam O Kamelya, Madame Bovary, Germinal, Benim Üniversitelerim, Kroyçer Sonat, Umumi Tarih, Fransız İnkılâbı Tarihi kitaplarında, yarım bıraktığı okul bilgilerden çok daha fazlasını bulmuştu. 1937 yılında, Millî Mensucat fabrikasında işçi olarak çalışan Nuriye Hanım’la gerçekleştirdiği evliliği birinci yılını doldurduğunda, Yıldız ismini verdikleri kızları geldi dünyaya. Eşi Nuriye Hanımın yaşamöyküsü de, bir romana dönüşecekti sonradan… Mehmet Raşit, içinde olduğu sınıfının ideolojisiyle tanışmış, dedesinden babasına geçen muhalif miras,
günışığına çıkmıştı.

1938 yılında Niğde’de askerliğini yaparken şiirler yazmayı sürdürdü, ilk şiirleri Raşit Kemali adıyla, Yedigün ve Yeni Mecmua dergilerinde yayınlanmıştı. Asker arkadaşlarına Nâzım Hikmet’in şiirlerini okuması nedeniyle, “yabancı rejimler lehine propaganda ve isyana muharrik” suçundan, 1939 yılında beş yıla mahkûm edildi. Adana Cezaevi’den Kayseri’ye gönderildiğinde, eşine şu satırları yazdı:

“Çok gençsin. Zaten hiçbir şey veremedim sana. Şimdi de beş yıllık mahkûmiyet girdi araya. İstersen ayrıl benden, kendine yeni bir yol çiz, beklemekle geçirme en güzel yıllarını. Çünkü karıcığım, biliyorum ki, buradan çıktıktan sonra daha zor ve yoksulluk içinde geçecek hayatımız.”

Eşi Nuriye Hanım, yanıtladı:

“Razıyım ne gelmişse başımıza ve ne gelecekse…”

MEHMET RAŞİT ÖĞÜTÇÜ’NÜN SONU

Mehmet Raşit’in babası Abdülkadir Kemali Bey, sekiz yıl sürgünden sonra Türkiye’ye dönebilmiş, Bergama Ağır Ceza Reisliğine atanmıştı. Oğlunun cezaevinde olduğunu öğrenir öğrenmez, 1940 yılında Bursa Cezaevi’ne naklini sağladı. Okuma yazma bildiğinden, Mehmet Raşit hapishanenin yazıhanesine verilmişti:

“Bir sabah Kâtip, yeni gelen evrakları karıştırırken:

– Ooooo… dedi, gözün aydın!

Ona hayretle baktım.

– Üstadın geliyormuş!…

Büsbütün şaşırdım. Benim üstadım falan yoktu…

– Canım Nâzım Hikmet işte… Senin üstadın sayılmaz mı?”

Bursa Cezaevi’nin, 52. koğuşunda Nâzım Hikmet’le tanışarak onun teklifiyle aynı koğuşu paylaşacak, şiirlerini gösterdiği şair; yazdıklarını beğenmediğini söyleyecekti. Nâzım, Fransızca ve edebiyat dersleri vermeye başlamıştı genç arkadaşına. Mehmet Raşit, Nâzım Hikmet’in ısrarıyla düzyazıya yöneldi. Çalışmalarından birini Yürüyüş’e göndermiş; Demokrat Parti’nin baskıları yüzünden, yazarlarını korumak isteyen dergi yönetimi, öyküsünü Orhan Kemal imzasıyla yayınlamıştı. Önce kızsa da, daha sonraları
yeni isminden hoşnut kaldı, hep Orhan Kemal olarak yaşadı, bu isimle ölümsüz eserler yazdı, yarattığı karakterler; halk tarafından, tanımlama olarak kullanılır oldu: Bekçi Murtaza gibi.

Hapishaneden tahliye edilir edilmez, askerliğinin eksik kalan otuz beş gününü tamamlamak üzere, 1945 yılında Kilis’e gönderilmiş; terhisini beklerken Çorum’a sürgün kararıyla karşılaşmıştı. Babasının, Başbakan Recep Peker’e telgraf çekmesi üzerine serbest kalabildi. Ancak Orhan Kemal’in hayatı, öngördüğü gibi mahpusluk sonrası daha da zorlaşmıştı. Artık her adımı izleniyor, girdiği yerlerden kısa sürede çıkarılması yüzünden, en ağır işlerde çalışmak zorunda kalıyordu. Çaresiz, ailesiyle birlikte
Adana’dan ayrılarak, İstanbul’un yolunu tuttular. Kızları Yıldız’a, ismi Nâzım Hikmet’in ricasıyla konulan Nâzım ve Kemali’ye, Işık eklenecekti İstanbul’da.

1945 yılında, öyküleri Varlık dergisinde yayınlanmış, o yılın en beğenilen yazarı seçilmişti. 1949’da aynı derginin yayınevi, Ekmek Kavgası öykü kitabı ile Baba Evi romanını yayınlıyor; Orhan Kemal iki kitabıyla birlikte, yayın hayatına adım atmış oluyordu.

Türkiye’nin geçirdiği dönem, cadı kazanını aratmayacak düzeydeydi. Yazarlar arasında yaşı Kırk Kuşağı’yla kesişmiş her kalem, kendini işkence odalarında, sanık sandalyesinde ya da cezaevinde buluyordu. Tan gazetesi ile dergi bürolarına saldırılar düzenlenmiş, sol görüşlü öğretim üyeleri, üniversitelerden atılmıştı. Tek parti yönetiminden çok partili seçimlere geçilmiş, Demokrat Parti iktidarı devralmış olsa da, ülkenin aydınlarına bakışta hiçbir değişikliğe gidilmediği gibi, aksine saldırılar giderek
daha da ivme kazanmıştı. 2 Nisan 1948’de, henüz 41 yaşında olan Sabahattin Ali’nin kanlar içindeki cansız bedeni bulunacak; 17 Haziran 1951 tarihinde, Nâzım Hikmet ülkesini terk etmek zorunda kalacaktı.

Yıllar sonra bile bu kovalamaca sürüyor, 1956 yılında yayınlanan Arka Sokak isimli öykü kitabına kovuşturma açılınca, mahkeme hâkimi ile aralarında geçen konuşmaları şöyle aktarıyordu Orhan Kemal:

“Konularımı neden hep fakir fukaradan, işçilerden aldığımı, Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşayanların olup olmadığını sormuştu. İlk bakışta evet, çok doğru bir soru. Neden hep bu insanları, bu insanların yoksulluğunu ele alıyorum? O zaman hâkime: Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok, demiş ve beraat etmiştim.”

Orhan Kemal’in hayatı hep geçim sıkıntısı içindeydi, çoğu zaman kömür alacak para bile bulamıyordu. Bütün bunlara rağmen, çat ayazlarda bile daktilosunun başından ayrılmayarak, hayatı boyunca ekmek parasını sadece yazarak kazandı. Biriken kira veya arkadaş borçlarını, satın aldığı buzdolabını, yarı fiyatına satarak onurunu korumaya; bir yandan da, kitaplarının ödenmeyen telif ücretlerini almaya çalıştı. Bu çileli yaşamdan edebiyatımıza, 19 öykü, 27 roman, 2 oyun, 1 inceleme, 1 söyleşi, 1 anı kitabı ve birçok
senaryo bıraktı.

ORHAN KEMAL’İN BAŞYAPITLARI

Dönemin önemli eleştirmenlerinden Fethi Naci, Orhan Kemal’in yapıtlarındaki karakterleri, “Gözleri bireysel çıkar perdesi ile örtülü; el yordamıyla bireysel kurtuluş yolları” arayan “köylü-işçi”ler olarak tanımlarken, “Türk romanında bir Orhan Kemal bakışı” olduğunu söyler.

Fethi Naci, Orhan Kemal’in iki romanına yer verdiği, “Yüz Yılın 100 Büyük Romanı” isimli dev çalışmasında, Bereketli Topraklar Üzerinde romanı hakkında:

“Sabırla derlenmiş gözlemler, sosyal gerçekliğin insan gerçekliğiyle birlikte uyumlu bir biçimde verilişi, insanların -idealize edilmeden- içinde yaşadıkları şartlarla bağlantılı olarak ele alınışı, ayrıntıların ustalıkla değerlenişi, sanırım, Bereketli Topraklar Üzerinde’yi (1954) güçlü kılan başlıca öğeler.” saptamasında bulunurken, Eskici ve Oğulları romanı hakkında da, şu satırları kaleme alır:

“Romanlarımızda “küçük burjuva” denince hep aydın kesimi ele alınır; küçük de olsa bir mal sahibi olan, ücret için çalışmayan, kendi üretim aletlerine sahip olan küçük burjuvalardan, esnaftan, zanaatkârdan, küçük tarım üreticilerinden pek söz edilmez. Orhan Kemal’in konusunu bilinçli olarak seçtiği, zanaatkârlığın çıkmazını, zanaatkârların kaçınılmaz sonunun fabrika işçiliği olduğunu anlatmak istediği pek açık. Bunu yaparken elinden geldiğince şematizme düşmemeye çalışıyor. Yakından tanıdığı küçük insanları, onların zayıf, güçsüz yanlarını da, iyi yanlarını da, ayrıntılarıyla anlatmaya çalışıyor; mahalle kadınlarını, onların dedikodu merakını, bu küçük insanların değer yargılarını, geçim zorlukları karşısında ister istemez bu değer yargılarını bir yana bırakmak zorunda kalmalarını gösteriyor.” diye yazar.

Orhan Kemal’in tüm eserlerinde, taraf olduğu dünya görüşüne rağmen, ajitasyona gidilmemiş, yarattığı karakterler hiçbir zaman karton tipler olmamış, kimi eserlerinde yerel halk ağızları kullandığı için eleştirilmekle birlikte; gereksiz süslemelerden uzak durduğu, kullandığı dilin arı bir Türkçe olduğu görülür. Kendisini “gerçekçi” bir yazar olarak tanımlayan Orhan Kemal, halkın yaşadığı sorunlara tanıklığını, yarınlara taşıyacak estetiğe büründürürken; Varlık dergisine verdiği yanıt, sanat algısını açımlar:

“Gerçekten de, konularımın genel kaynağı ne? Bunu sizin sorularınızdan sonra ciddi ciddi düşündüm. Halk diyeceğim, ama bu tam karşılığı olmayacak. Zaman zaman “Halk”la hiç ilintisi olmayan konuları belki fantazi olarak işlemişimdir. O halde konularımın kaynağı ne? Bunu şöyle mi belirtsem acaba? Sanatçı olarak, herkes gibi yaşadım, herkes gibi, herkes kadar düşündüm yurdumu, evreni. Herkes gibi bazı genellemelere vardım. Daha doğrusu, bir takım “doğru”lara demek daha yerinde. Bir açım oldu. Bu açıdan çevreme baktım, konularımı seçtim. Evet evet, Bu “seçtim” sözcüğü yerinde. Sanatçı her önüne çıkan konuyu alıp işlemez, bir seçme yapar. Bu konuyu neden aldım? Niçin işleyeceğim? İşlemekten amacım ne? Daha açık bir deyimle, yurttaşlarımla, insanlığa ne demek istiyorum? Ne demek isteyeceğim, diye sorar. Bunu her seferinde sormaz şüphesiz. Onda bu huy haline gelmiştir. Konusunu alır işler. Yani sanatçı, konusunu ister halktan ister fantezilerden alsın, insanlara güldürü ya da düşündürü yoluyla bir şey, ya da bir şeyler söylemek amacıyla hareket eder. Yukarıdakiler göz önünde tutulmak şartıyla diyebilirim ki, konularımın genel kaynağı İNSAN’dır.”

MOSKOVA VE SOFYA GEZİLERİNİN ARDINDAN

Kardeş Payı ( 1958 ), Önce Ekmek (1969) kitaplarıyla, ölümünden önce çok yakın arkadaşı olduğu Sait Faik Hikâye Armağanı ’nı iki kez kazandı Orhan Kemal. Aynı eseri Önce Ekmek kitabıyla Türk Dil Kurumu Ödülü ’nü de alan yazar; 1967 yılında yayınlanan 72. Koğuş eserinin 372 kez sahnelenmesi üzerine, Ankara Sanatseverler Derneği tarafından en iyi oyun yazarı seçildi.

1966 yılında, “hücre çalışması ve komünizm propagandası” yaptıkları gerekçesiyle iki arkadaşıyla birlikte tutuklandıysa da, “Suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı” yönündeki bilirkişi raporuyla serbest bırakıldı. Yıllarca çekilen geçim sıkıntısı, yayıncılara karşı verilen mücadelenin sonucunda; başını sokacak bir ev satın alarak nispeten rahatlığa ereceği sırada, 1967 yılında ağır bir kalp krizi geçirdi. Doktorları hastanede kalmasını söylenmesine rağmen, evine giderek borçları ve alacaklarının listesini çıkarmayı yeğlemişti. Ertesi yıl ameliyat olmuştu olmasına ama, sağlık sorunları devam ediyordu hâlâ.

Yıllarca pasaport alamayan Orhan Kemal, nihayet 1969’da Sovyet Yazarlar Birliği ile Bulgar Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak, eşiyle birlikte Moskova ve Sofya’ya gitmiş, ancak her iki başkentte de hastaneye kaldırılmıştı. Sofya’da babaannesinin izinin peşinde, adını bile koyduğu romanı “93’den Bu Yana”yı
tasarlarken, hastanedeki odasında konuşamaz bir haldeydi. Eşinden kendisine vermesini
istediği kâğıda, şu notu karaladı:
“Eşe dosta selam. İnandığım doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir…”
En verimli çağında, 2 Haziran 1970 tarihinde elli altı yaşında yaşamdan ayrılan Orhan Kemal’in cenazesi, yurda getirilmek üzere Yazar Necati Cumalı ve yayıncısı Oğuz Akkan tarafından alınarak, Sofya’dan yola çıkarıldı. Edirne’den Babaeski’ye ulaşan cenaze arabasının önü kesilmişti. Kafile şaşkındı. Cenaze arabasını durduran kişinin elinde bir demet çiçek, üzerindeyse şu kısacık cümle yazılıydı:

“Biz işçiler, hatıran önünde saygıyla eğiliriz.”

[email protected]

Kaynakça:
1- Asım Bezirci, Orhan Kemal, Yaşamı, Sanatı, Eserleri, Anıları, Evrensel Basım Yayın.
2- Orhan Kemal, Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl, Everest Yayınları.
3- Fethi Naci, Yüz Yılın 100 Büyük Romanı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

ORHAN KEMAL

Köpek Yavrusu *

Şehrin anacaddesindeki kuyumcu dükkânlarından birisinin kaldırımı önünde bir köpek yavrusu ön ayakları üzerine uzanmış, acı acı sızlanıyor, arada başını iki yana çevirip, etrafını alan mahalle çocuklarına bakıyordu.

Köpek yavrusunun iki art ayağını az evvel, demir tekerlekli bir yük arabası ezmişti. Şimdi mafsallardan aşağısı pestile dönmüş, ayaklar yalnız bir deriyle bağlı, sarkıyor, ezikten boyuna kan sızıyordu. Arada boynunu büküyor, sesini yükselterek bir şeyler anlatmak istiyor, sesi ağırlaşıyor, yükseliyor, sonra yavaşçacık tükeniyordu.

Etrafını alan mahalle çocuklarıysa yaramaz ve haşindi… Bunlardan Tatar’a benzeyen, basık burunlu birinin elinde bir değnek vardı. Şakıldaklı entarisinin parçalanmış sırtından eti görünüyordu. Yanında, paslı bir çember tutan çok zayıf oğlana, “Ağlıyor ha!” dedi.

Çok zayıf oğlan başını salladı.

“Heye… Ver hele lan…”

Tatar’a benzeyen oğlanın elinden sopayı aldı.

“N’apacan?”

Çok zayıf oğlan cevap vermedi.

Çektiği acıyı insanlara bir türlü anlatamayan köpek yavrusunun ezilmiş, kanlı etine dürttü. Köpek yavrusunun vücudu birden müthiş bir sarsıntı geçirdi ve acı acı bağırdı. Başta zayıf oğlan, bütün çocuklar bir zafer çığlığı attılar.

“Bi daha dürt hele lan!”

Değnek tekrar dürtüldü, sonra tekrar, tekrar… Köpek yavrusu her seferde de öyle müthiş, öyle ondan beklenilmeyen sesler çıkardı ki, sanki bütün kudretini bu olağanüstü gayretlerle kaybetti ve tükendi gitti… Köpeğin çaresiz bir teslimlikle yan yatan, gözleri kapalı, elleri düşmüş, acı duyan fakat artık inlemeye gücü kalmayan sükûtu evvela çocukların, sonra onları çevreleyen daha büyük, daha, daha büyüklerin neşesini kaçırdı.

Tatar’a benzeyen oğlan, “Vay i… vay,” dedi, “bağırmıyor be!”

Kırpık bıyıklı biri, “Ayağınnan bas da bak!” dedi.

Kısa, lacivert pantolonunun kıçı iri siyah bir bezle yamalı, yandan bir kargaya benzeyen, kesik benizli bir başka oğlan, ayağında taşıdığı -babasının- battal, sarı kunduralarının topuğuyla köpek yavrusunun ezilmiş iki arka ayağına bastı. Bayılmış, daha doğrusu ölmüşe benzeyen köpek yavrusu, ondan beklenmeyen yepyeni bir hamleyle şahlanarak öyle vahşi bir ses çıkardı ki…

Köpeğin etrafında ilk halkayı çeviren çocuklar, onları çeviren büyükler, daha büyükler birden ürktüler. Sonra köpek yavrusunun iki ön ayağı arasına sakladığı başıyla tepeüstü, acayip devrilişini görünce korkacak bir şey olmadığını anlayarak, tekrar toplandılar ve neşeli çığlıklar yükseldi.

Seyirci büyüklerden biri, “Ulan eferim be!” dedi.

“Eferim”i kazanan karga suratlı oğlan yumruklarını göğsüne vurarak, gururla, “Allöööööş!” dedi ayağı ezen. “Nasıl ayağına bastım?”

Bütün çocuklar karga yüzlü oğlana kıskançlıkla baktılar. “Daha yeni bir şeyler bulup kendileri de eferimi kazanmak için” arandılar.

Köpek yavrusunun ölümü yaklaşıyordu. Tatar’a benzeyen, yassı burunlu oğlanın ela gözleri, birden sarı sarı parladı… Karşı kaldırımının önünde sökülmüş bir parke taşı duruyordu. Koştu, taşı yerinden zorla kaldırarak köpek yavrusuna doğru geliyordu ki, “Hamal Memet Bey” neredense beliriverdi. Tatar’a benzeyen oğlanın niyetini anlayarak onu kolundan yakaladı:

“Hele ha, hele ha… Yazık…”

Tatar’a benzeyen oğlan dengesini kaybetti, parke taşı da yere düştü. Oğlan bunu bir yenilgi saydığı için, müthiş hırslanarak dikildi:

“Sana ne? Oğlun muyum da karışıyon?

Herkes kahkahalarla güldü. Oğlan şımardı:

“Atarım atarım… Senin babayın iti değil ya!”

Hamal Memet Bey, “Yazık oğlum, günah…” diyecek oldu.

Fakat yassı burunlu oğlan yumruklarını beline dayamış “Hamal Memet Bey”e öyle bir azametle bakıyordu ki… Bir ara, “Sen bir hambal adamsın,” dedi, “get yükünü taşı… Senden akıl alacak deelük a!”

Herkes kasıklarını bastıra bastıra gülüyordu.

Bacağı kadar bir oğlanın karşısında, kulaklarına geçmiş soluk kurşuni fötrü, paçaları diz kapaklarına kadar çemirli kara donu, yalınayaklarıyla “Hamal Memet Bey”i bir soytarıya benzeten karnı tok bezirgânlar, öteki çocukları da kışkırtmaya başladılar. Derken iş azıttı… “Ehey”ler, “zort”lar, karpuz kabukları ve avuç avuç toza tutulan “Hamal Memet Bey” şaşkına çevrildi. Sağa, sola saldırırken kafasına bir taş, geri dönüyor, dönerken beraber alnına koca bir karpuz kabuğu yiyerek sersemliyordu.

Etraf gittikçe kalabalıklaşıyordu… Güneşin altında boyuna çoğalan bir kalabalık sesli sesli gülüyor, daha çok gülebilmek için kendilerini zorluyorlardı. Bir ara, karga yüzlü oğlanın kuru bileği “Memet Bey”in eline geçti. Öteki çocukların “ana avrat” küfürleri arasında, dönmüş gözleri, gerilmiş sinirleriyle, çocuğu tokatlamaya başladı. Çocuğun avaz avaz haykırışı, etrafın yaygarası üzerine bir polisle iki bekçi koşarak geldiler. Esnafın da işbirliğiyle karga yüzlü oğlan “Hamal Memet Bey”in elinden kurtarıldı ve “bir çocuğu cadde ortasında tokatlamak suçlusu” adam, karakola sevk edildi.

Köpek yavrusuna gelince… O kendinden geçmişti. Küçücük başı, iki ön ayağı üstüne düşmüş, kenarlarında yaşlar kurumuş, yumuk gözleriyle sessiz yatıyor, arada ağzı açılıyor fakat hiçbir ses çıkmadan kapanıyordu. Az sonra ihtiyar çöpçü, güneşin altında büsbütün kurumuşa benzeyen ve
dünyasından memnun olmadığını belli eden bezgin haliyle, hayvanının başını çekerek geldi. Arabayı köpek yavrusunun yanında durdurdu. Alışkın bir kürek hareketiyle köpek yavrusunu yerden aldı, arabaya attı, sonra gene hep o bezgin, tatsız, kupkuru haliyle ve hayvanının başını çekerek uzaklaştı.

1946

* Orhan Kemal, Ekmek Kavgası, Öykü, Everest Yayınları, 18. Basım, Nisan 2012, s. 18-
21

Mehmet Raşit Öğütçü ya da namı diğer: Orhan Kemal

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!