Öyküyle kardeş: O. Henry

featured

Ali Yıldız yazdı

Tedavisi bulunana dek, çok can yakmıştır tüberküloz. Dünyanın dört bir tarafında, ölümle eş anlamlı bir hale gelmiş, bulaşıcı olması nedeniyle de, yaygınlığı her arttığında; aksırıp öksürenlere karşı kuşkuyla bakılmış, hastalar neredeyse yapayalnız bırakılmıştır. Ölümü çağrıştırması nedeniyle, bizim dilimizde adına, verem ya da “ince hastalık” denmiştir.  İnsanlık tarihin en eski hastalıklarından olan verem, edebiyattan sinemaya değin, birçok sanat alanının da esin kaynağı olmuştur.

1862 yılında, Amerika’nın Kuzey Carolina’ya bağlı Greensboro kasabasında dünyaya gelen küçük William, hayatı boyunca bu hastalıkla iki kez karşılaşacaktır. Henüz üç yaşındayken annesini kaybedecek, annesiz büyümenin acısına tam alıştığında ise; verem, bu kez, çok sevdiği karısını elinden alacaktır. William Sydney Porter’ı etkileyen başlıca olaylar zinciri, bununla sınırlı değildir; küçük yaşlardan itibaren severek okuduğu çocuk klasiklerinin, hayatını dönüştüreceğinin farkında değildir henüz.

Babası fizik doktorudur, William’ın çocukluğu, babaannesinin ölümünün ardından, halasının yanında geçer. O dönemin koşulları gereği, eczacı olan amcasının yönlendirmesiyle, çekirdekten mesleği öğrenerek eczacılık belgesi alsa da, değişik meslekleri denemek istemektedir. Neler yapmaz ki, Texas’ın ünlü hayvan çiftliklerinde çalışır, bir süre emlak işleriyle uğraşır, yolu Houston’a düştüğünde, gazeteci olmaya karar verir bu kez… Gazetecilik, çocukken okuduğu satırların, canlanmasını tetikleyecektir. Houston Post gazetesindeki bir yazısı yüzünden, hakkında dava açılır. Verilecek cezanın korkusuyla, Honduras’a kaçar. İki yıl sonra dayanamaz geri döner ve üç yıllık cezasını çekmek üzere, Colombus Cezaevi’ne tıkılır… Colombus Cezaevi’nde ne olursa olacak, her şey açığa çıkacaktır. Hapishanede tutunduğu kalem, bu kez onu edebiyatın içine öyle bir çekecektir ki, William Sydney Porter kendi adını, soyadını bile unutacak, bir gardiyandan etkilenerek O. Henry isimi kullanmaya başlayacaktır.

Cezaevinden çıktığında; tarzı, yazın biçemi, güçlü kurgusuyla, kısa sürede yayınevlerinin dikkatini üzerine çekmeyi başarmış, tanınmaya başlamıştır. Israrlı davetler üzerine, New York’a taşınır. O. Henry, yazıdan başını kaldıramamaktadır. Her hafta, New York World Sunday dergisine bir öykü yazmaktadır. Bununla da yetinmeyen yazar, 1902 yılında, sadece bir yıl içinde 381 kısa öykü kaleme almıştır.

Verdiği emek karşılığını bulmakta, O. Henry ismi, salt ABD değil, tüm dünyada bilinmektedir. Kısa öykünün en sevilen yazarlarından biridir artık. Gereksiz süslemelerden uzak, sade anlatımıyla dikkat çeken yazar, uzun betimlemeli aktarımlar yerine, karakterlerini diyaloglarla ortaya çıkarmıştır. Yazarı dışarıdan izleyenler gıpta etseler de, mutlu değildir O. Henry. Özel hayatında mutluluğu yakalayamamış, gitgide geçimsiz bir adam olmuştur. 1907 yılında karşılaştığı çocukluk arkadaşı Sarah Lindsey Coleman’la mutlu olacağı yanılsamasına kapılan yazar, hemen evlilik teklifinde bulunmuş; iki yıl gibi kısa bir süre içerisinde de, boşanmışlardır. O. Henry, alkol almadan yapamamaktadır. Hastalıklar birbirini izleyip sonu belirlediğinde, yıl 1910’dur.

Yazar, yazdıklarıyla anımsanır ama. O. Henry, arkasında çok sevilen bir külliyat bırakmış, öyküleri klasikleşmiş, klasik öykü tanımlamasıyla anılan bir saygınlığa ulaşmıştır.

[email protected]

 ___

ARABA BEKLERKEN *

Hava kararmak üzereyken, küçük tenha parkın tenha bir köşesine gri giysili kız yine geldi. Bir banka oturdu ve kitabını okumaya başladı; daha yarım saat kadar yazılar seçilebilirdi.

Evet, elbisesi griydi, modelini ve yakışırlığını maskelemeyecek kadar da sadeydi. İri delikli bir peçe türbanını ve durgun, sakin bir güzellikle ışıldayan yüzünü hapsediyordu. Bir önceki ve ondan önceki günlerde de aynı saatte gelmişti oraya; bunu bilen tek bir kişi vardı.

 Bunu bilen o genç adam Çin tanrısı Luck’a adadığı yakılmış kurbanlara bal bağlayarak oralarda dolanıyordu. Bu dindarlığı ödüllendirildi ve sayfayı çevirirken kitap kızın parmaklarından kayıp banktan bir metre ileriye düşüverdi.

 Genç adam ani bir şiddetle hemen üzerine atıldı, parklarda ve halka açık yerlerde ortaya çıkan ve nöbetçi polislere duyulan saygıyla yumuşatılmış bir ümit ve kadınlara gösterilen aşırı bir nezaketin karıştığı bir havayla kitabı sahibine verdi. Tatlı bir sesle hava üzerine konu dışı bir iki kelime söyleme cesaretinde bulundu –dünyadaki pek çok mutsuzluğun nedeni olan konuşmaya giriş başlığ­ı– ve kaderini bekleyerek öylece dikildi.

 Kız onun sıradan, temiz kıyafetini, ayırt edici hiçbir özellik taşımayan yüz ifadesini şöyle bir inceledi.

 “İsterseniz oturabilirsiniz,” dedi telaşsız, tok bir sesle. “Gerçekten oturmanızı istiyorum. Işık okumak için yeterince iyi değil. Konuşmayı tercih ederim.” 

 Luck’un kulu, banka, kızın yanına süzülüverdi.

 “Biliyor musunuz,” dedi açılış konuşması yapmanın formülünü bilen adam, “siz çok uzun süredir gördüğüm en fevkalade kızsınız. Dün de sizi gördüm. Güzel gözlerinize hayran olup kalan birini fark etmediniz mi hanımelim?”

 “Her kimseniz,” dedi kız, buz gibi bir sesle, “benim bir hanımefendi olduğumu unutmayın. Şimdi söylediğiniz sözü bağışlayacağım, çünkü sizin sınıfınızdan biri için böyle bir hata hiç kuşkusuz garip bir şey değil. Size oturmanızı söyledim, eğer bu davetim beni sizin hanımeliniz yaptıysa o zaman sözümü geri alıyorum.”   

 “Çok özür dilerim,” diye yalvardı genç adam. Memnuniyet ifadesi pişmanlık ve alçakgönüllülüğe dönüştü. “Benim hatam, bilirsiniz işte, yani parklarda kızlar vardır, yani şey, tabii siz nereden bileceksiniz, ama…”

 “Lütfen bu konuyu kapatın. Tabii ki biliyorum. Şimdi bana buradan geçen, orada toplanan insanlardan söz edin. Nereye gidiyorlar? Neden böyle acele ediyorlar? Mutlular mı?”

 Genç adam cilveli havasını hemen bir tarafa bıraktı. Şimdiki tavrı beklemek olacaktı; oyması beklenen rolün ne olduğunu tahmin edemiyordu.

 “Onları izlemek çok ilginç olmuyor,” dedi kızın ruh halini kabullenerek. “Bu hayatın en mükemmel olayı. Kimisi yemek yemeğe gidiyor… şey… kimisi başka yerlere. İnsan hikâyelerini merak ediyor.”   

 “Ben etmiyorum,” dedi kız, “o kadar meraklı değilim. Sıradan insanların kalplerine en yakın olabileceğim yer burası olduğum için geldim. Benim hayattaki rolüm, nerede attığı hissedilmeyen bir yürek. Neden sizinle konuştuğumu tahmin edebiliyor musunuz Bay…?”   

 “Parkenstacker,” dedi genç adam. Sonra hevesli ve ümitli bir ifade takındı.

 “Hayır,” dedi kız incecik parmağını kaldırıp hafifçe gülümseyerek. “Hemen anlayacaksınız. İnsanın isminin ya da resminin kullanılmaması imkânsızdır. Bu peçe ve türban benim kim olduğumu belli etmiyor. Beş altı tane kutsal isim vardır, benimki de onlardan biri. Sizinle konuşuyorum Bay Stackenpot…”

 “Parkenstacker,” diye düzeltti genç adam, alçakgönüllülükle.   

 “Parkenstacker, çünkü bir kez olsun zenginliğin ve güya sosyal üstünlüğün adi parlaklığıyla şımarmamış, doğal biriyle konuşmak istedim. Ah! Bilemezsiniz nasıl usandım, para, para, para! Etrafımı saran erkekler aynı şablonla kesilmiş, küçük kuklalar gibi dans ediyorlar. Eğlenceden, mücevherlerden, yolculuktan, toplumdan, her türlü lüksten sıkıldım.”

 “Herhalde para iyi bir şey olmalı diye düşünmüşümdür hep,” diye cesaretlendi genç adam biraz tereddütle.

 “Geçinip gidecek kadarı istenmeli. Ama o kadar çok milyonların olunca!…” Cümlesini bir ümitsizlik işaretiyle tamamladı. “Monotonluğu gına veriyor,” diye devam etti. “Araba gezintileri, akşam yemekleri, tiyatrolar, balolar ve hepsini saran bir zenginlik yaldızı. Bazen şampanya kadehimin içindeki buzun şıngırtısı bile beni deli eder.”    

 Bay Parkenstacker samimi bir şekilde ilgiliydi.

  “Her zaman kibar ve zengin sınıfın hakkında bir şeyler duymayı ve okumayı sevmişimdir,” dedi adam. Sanırım biraz züppeyim ben. Ama bilgilerimin doğru olmasını isterim. Bildiğim kadarıyla şampanya soğutulmuş olarak içilir, içine biz konmaz.”

 Kız gerçek bir şaşkınlıkla müzikal bir kahkaha attı.

 “Biz işe yaramaz sınıftan olanlar âdetlerden uzaklaşmakta eğlenceli bir taraf buluruz,” diye açıkladı müsamahayla. “Şu sıralarda şampanyaya buz koymak moda. Bu fikir Waldorf’da yemek yerken konuk Tarty Prensi’nden çıkmıştı. Yakında başka bir heves onun yerini alır. Tıpkı bu hafta Madison Meydanı’nda zeytin yerken giyilsin diye her konuğun tabağının kenarına konan oğlak derisi, yeşil eldivenler gibi.” 

 “Anlıyorum,” diye kabullendi genç adam ezile büzüle. “İmtiyazlı grubun bu özel eğlenceleri sıradan insanlar için yabancı şeyler.”

 “Bazen,” diye devam etti kız, genç adamın itirafını hafif bir eğilmeyle kabul ederek, “eğer birini sevecek olursam bunun aşağı tabakadan birisi olacağını düşünürüm. Bir işçi olacak, bir asalak değil. Ama hiç kuşkusuz sınıf talepleri ve zenginlik benim isteklerimden daha güçlü. Şu anda iki kişi tarafından kuşatılmış durumdayım. Bir tanesi Alman prensliğinin bir Grandükü. Sanıyorum bir yerlerde onun sertliğinden ve zalimliğinden delirmiş bir karısı var ya da vardı. Öteki de bir İngiliz Markisi, ama öyle soğuk ve çıkarcı ki Dük’ün şeytanlığını bile tercih ederim. Bunları size anlatmaya beni zorlayan nedir Bay Parkenstacker?”        
 “Parkenstacker,” diye mırıldandı genç adam. “Aslında sizin bu güveninizden nasıl hoşnudum bilemezsiniz.”     

 Kız, sosyal durumları arasındaki farka yaraşır bir sakinlik ve kişisel olmayan bir saygıyla baktı ona.

 “Sizin çalışma alanınız nedir Bay Parkenstacker?” diye sordu.

 “Sıradan bir iş. Ama zengin olmayı umuyorum. Siz aşağı tabakadan bir adamı sevebileceğinizi söylerken samimi miydiniz?”

 “Tabii samimiydim. Ama ‘sevebilirim’ dedim. Hem biliyorsunuz Grandük ve Marki var. Evet; eğer erkek benim istediğim gibi biri olsa hiçbir meslek sıradan olmazdı.”

 “Ben bir restoranda çalışıyorum,” dedi Bay Parkenstacker.

 Kız hafifçe büzülüverdi.

 “Garson olarak değildir herhalde?” dedi yalvarır gibi. “Çalışma onurlu bir şeydir, ama hizmet bilirsiniz işte… uşaklar…”

 “Garson değilim. Kasiyerim.” Yüzlerinin dönük olduğu caddede, parkın tam karşısında parlak neon ışıklı bir tabela vardı: RESTORAN– “Şu gördüğünüz restoranda kasiyerim.”

 Kız, sol bileğindeki zengin görünümlü bileziğin üzerindeki küçük saate baktı ve aceleyle kalktı. Belinde ışıl ışıl parlayan bir çantaya, çantadan daha büyük olan kitabını sokuşturdu.

“Neden işte değilsiniz?” diye sordu.

 “Gece nöbetindeyim,” dedi genç adam; “benim nöbetime bir saat var. Sizi tekrar görmeyi ümit edebilir miyim?”

“Bilemiyorum. Belki ama tekrar böyle bir hevese kapılmayabilirim. Şimdi hemen gitmeliyim. Bir yemek ve bir de tiyatro oyunu var, ah işte yine eski şeyler. Belki gelirken parkın yukarı köşesindeki arabayı fark etmişsinizdir. Beyaz olan.”

“Kırmızı donanımlı olan mı?” diye sordu genç adam düşünceli şekilde kaşlarını çatarak.

“Evet. Hep onu kullanırım. Pierre beni orada bekliyor. Meydanın karşısındaki mağazada alışveriş yaptığımı sanıyor. Şoförlerimizi bile kandırmak zorunda olduğumuz bir kölelik hayatı işte! İyi geceler.”

“Ama hava karardı,” dedi Bay Parkenstacker, üstelik park da bir sürü kaba saba adamla dolu. Acaba sizinle yürüyebilir…?”

“Eğer isteklerime biraz olsun saygınız varsa,” dedi kız ciddiyetle, “ben gittikten sonra on dakika daha bu bankta oturursunuz. Sizi suçlamak falan istemiyorum, ama bilirsiniz arabalarda genellikle sahiplerinin adları yazılıdır. Tekrar iyi geceler.”

Hızla ve heybetle karanlığa karıştı. Genç adam, parkın kenarındaki kaldırıma varan ve arabanın bulunduğu köşeye doğru dönen zarif silueti seyretti. Sonra hiç tereddütsüz ve kalleşçe ağaçların, çalıların arasından sekerek, onu gözden kaçırmadan takip etti.

Kız köşeye gelince arabaya bakmak için kafasını çevirdi, arabayı geçip yolun karşısına geçti. Genç adam orada duran bir arabayı siper alıp onun hareketlerini izledi. Kız parkın karşısındaki kaldırımı geçip ışıklı tabelası olan restorana girdi. Orası her tarafı beyaz boya ve cam olan, insanın ucuza ve seçkin bir şekilde yemek yiyebileceği, gerçekten göz kamaştırıcı bir yerdi. Kız restorana, ıssız arka kapıdan süzülmüştü, hemen o anda da şapkasız ve peçesiz olarak ortaya çıktı.

Kasa olması gerektiği gibi öndeydi. Taburedeki kızıl saçlı kız anlamlı bir şekilde saatine bakıp yerinden kalktı. Gri elbiseli kız onun yerini aldı.

Genç adam ellerini cebine sokup kaldırım boyunca yürüdü. Tam köşede ayağı yerde, küçük, kâğıt kaplı bir kitaba çarpıp çimenlere doğru itiverdi. Renkli kapağından kızın okuduğu kitabı hemen tanıdı. Eline aldı. Stevenson’ın “Yeni Arabistan Geceleri” başlığını gördü. Tekrar çimenlerin üzerine bıraktı. Bir dakika kadar kararsızca dolaştı. Sonra arabaya binip yastıklara dayandı ve şoföre iki kelime söyledi:

“Kulübe Henri.”     

* O. Henry, Kızıl Şefin Fidyesi, Öykü, Türkçesi: Serpil Demirci, İkinci Basım: Temmuz 1999, Öteki Yayınevi, s. 42-47.

 

Öyküyle kardeş: O. Henry

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!