Osman Selim Kocahanoğlu yazı…
Bizde entelektüel kavramı daha ziyade Batı modernizmini savunan Kemalist ve sosyalist kökenli Cumhuriyetçi aydınlar için kullanılmıştır. 131
BURHAN ASAF BELGE
Erken Cumhuriyetin Kemalist aydınlarından biri de Burhan Asaf Belge’dir. Yazı hayatına 1925’te Aydınlık dergisinde başlayıp Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’na katılan Burhan Belge, eniştesi Yakup Kadri ve Şevket Süreyya ile Kadro dergisini çıkararak, Kemalist devrimlere kadro hazırlamaya giriştiler.132
Dergi incelenince en ideolojik ve devrimci/jakoben yazıların Burhan Belge tarafından yazıldığı, kalemi güçlü entelektüel birikiminin yerinde olduğu görülür. Eski Aydınlıkçı artık Cumhuriyetçi Kemalist olmuştu. 1934’te Kadro kapanınca La Turquie Kemaliste yazarı oldu.
Hanedan yerine Cumhuriyeti, Osmanlı yerine yeni Türk milletini radikal biçimde savunan Burhan Belge, “Ankaralı” başlıklı yazısında Jön-Türk kuşağının özlediği yeni insan tipini canlandırır:
“… Yeni Ankara kendi hususiyetleriyle teçhiz edeceği insanı, binalarının harcı kurumadan çıkaracaktır. Yeni caddelerinin, yeni meydanlarının, yeni abidelerinin arasında, yakın bir günde, yeni insanın bir mal sahibi emniyetiyle dolaştığını göreceğiz. Bu insan işte medeniyet camiasının içinde yaşayan medeni bir milletin medeni bir şehrinde, şehrin medeni hayatını, yolda mektebe giderken öğreneceği için nefes alırken bile medeni bir insan olacak ve bu insana ANKARALI diyeceklerdir.”133
Cumhuriyet devrimlerinin Jakoben enteli Burhan Belge’nin taviz veremeyeceği bir devrim varsa, o da Harf inkılabı idi. Medrese-Modernite paradoksundan günümüzde bile kurtulamamış aydın taslaklarına örnek olabilir:
“… İnkılapçı biri yeni ile eski, faydalı ile zararlı, ileri ile geri arasında “serbest rekabet” kaidesini kabul edemez. İkisinin yan yana yaşamasını ve kendi işlerini kendi aralarında halletmelerini tecviz edemez. O, mutlaka işe karışacak ve bu işe karışması yeninin, faydalının, ilerinin lehine ve ötekilerin aleyhine olacaktır. (…) Bizler mektuplarımızda ve kendi aramızda eski yazıyı kullana kullana bu dünyadan göçeceğiz. Fakat ötekiler bu yazıyı tanımıyorlar. Bu yazıyı ne kadar ortadan kaldırırsak, borcumuzu o kadar ödemiş oluruz. Musiki işi de böyledir. Ortalıkta alaturka bırakmayacağız ki, ortalık bizlerin değil, gençliğin olsun. Bütün inkılaplarda bu kural olduğu gibi, herhangi bir inkılabın bütün davalarında da kuraldır ”134
NİYAZİ BERKES: NE OLDU SANA BURHAN?
1945–1950 sonrasının siyasal konjöktürü nasıl medreseli Necip Fazıl’ı etkilemişse Marksist Burhan Belge’yi de (1899–1967) güdülemiştir. Kemalist laikliğin ideoloğu kesilen Burhan Belge Hindistan Büyükelçisi yapılmayınca ani bir dönüşe sürüklenir.135
Cebelibereket Mutasarrıfı Baba Asaf Bey’in Divan-ı Harp yargılaması (Bahçe müftüsünün idamı) veya etnokültürel hafıza ne kadar etkilemiştir bilinmez, ama o da zihinsel olarak savrulur. Necip Fazıl’ın iftar davetlerine girip çıkacak; çok geçmeden Demokrat Parti saflarına geçecektir. Adnan Menderes iktidara gelince, partinin yayın organı Demokrat İzmir ve Zafer gazetelerine başyazar oldu. Kaleminin en coşkulu ve riyakar övgüleri artık Çakırbeyli çiftliğinin Zeybeği’nedir. Bu solcu rüzgar gülünü çok yakından tanıyan eski yoldaşı Niyazi Berkes’tir. Eski arkadaşı Burhan Belge’ye sormadan edemez:
– Ne oldu sana Burhan!?
Burhan Belge’nin arkadaşına verdiği yanıt, eğer doğruysa aydın dönekliğinin Mithat Paşa yetiştirmesi Ahmed Mithat Efendi’den sonraki en ahlaksız en cıfıt örneğidir:
“Niyazi biliyor musun, ben fikir orospusuyum. Bir orospu kim para verirse onunla yatmaz mı? İşte ben onlardan biriyim. Yalnız parasını aldığımız iştedir fark.!”136
MENDERES PUTUNA SARILIŞ
Kısa süre Adnan Menderes’in ‘göbek taşında’ yıkandıktan sonra, Muğla’dan mebus seçtirilen “Lenin hayranı mağşuş” Burhan Belge, artık Lenin putundan Menderes putuna sarılmıştır. Burnundan kıl aldırmayan yenilmiş kültürün ve medrese feodalizminin en despotik versiyonunu demokrasinin erdemi diye savunur. Nazi spikeri gibi mikrofondan sunduğu Radyo gazetesi konuşmaları ve Vatan Cephesi nutuklarını, Menderes’in dikte ettirdiği Yassıada duruşmalarında ortaya çıkar. Hem Menderes örtülü ödeneğinin hem ahlaksızlığın çukurlarında dolaşır. Bacanağı olan Yakup Kadri’nin Said Nursi için yazdığı “ortaçağın kara kuvvet cephesi” söylemlerine inanmadığı medrese kavramlarıyla karşı çıkmak, Marksist Burhan Asaf Belge için sanki kutsal bir görev görünüyordu.137
ÇETİN ALTAN
1960 ihtilali sonrası yapılan Anayasa siyasal özgürlük alanını epeyce genişletmişti. Sosyalist sendikacılar da bir parti kurmuş (TİP) başına lider arıyordu. Mehmet Ali Aybar bulunmaz bir liderdi. Milli Bakiye Sisteminden yararlanarak Meclise girdiler (1965). M. A. Aybar Cumhuriyet devrimlerini ve “İttihat-Terakki takipçisi tek parti dönemini, ceberrut devlet yapılanması” gören biriydi.138
Sosyalizm marjinal görüşlerin yükselen değeri olmuştu. Cesur bir gazeteci de Sosyalizmi savunuyordu. M.A. Aybar’ın Boğazdaki tekne gezilerinde kadeh kaldıran, Morrison Süleyman (Demirel) uğruna parlamento dayakları yiyen bu gazeteci Çetin Altan’dır.139 12 Eylül sonrasında herkes gibi nadasa alınan bu eski tüfek yıllardır sağ siyaseti “Takunyalı, gerici, yobaz” diye aşağılamıştı. Turgut Özal Çankaya Köşküne çıkınca liboşluğa soyunacak, O’nun davetiyle egosu okşanınca kıvrak bir dönüşle yelkenlerini suya indirecektir. Artık ekranlarda laf ebeliği yapabilir; kendine “Moskof uşağı-Kızıl komünist” diye belden aşağı sözler savuran cenahla sarmaş dolaş oldu (Tekin Erer’in Son Havadis yazıları). Onlar Uyanırken kitabıyla uyandırdıkları, onun için zibidiler olabilir, ilke ve ülkülerini inkar edebilirdi. Rusya’da Gorbaçov iflas ettiğine göre, sosyalizm safsatasını bırakıp küresel liberalizme sarılabilir, şeytanın bile göremediği metafizik ötelerde suya sabuna dokunmadan laf kıtlığında asma budayabilirdi.
TRAVMA MI İDEOLOJİK KIVRILMA MI AHLAK SORUNU MU?
Sorulabilir: Çetin Altan’ın nefret ile hayranlık arasına sıkışan kişiliği bir travma mı, ideolojik kıvrılma mı, ahlak sorunu mu, bu toprakların bir özelliği mi? Yoksa paşa dedesinin konağındaki ecdat asaleti mi depreşti? Bu ülkenin geleceğinde demokrasi hayalinin gerçekleşmeyeceğini anlamış, aynı karamsarlık “kuzudan korkan oğullarına” geçmişti. İkinci Cumhuriyet patentini eline alan oğulları da, Kemalist-faşistlerin vesayetini kırmak için, hurma kültürüyle bavullarla mahkemeye kumpas belgesi taşıdılar.140
ÖZDEMİR İNCE NE DİYOR?
Sol kültürün şiir-edebiyat ve zihin topoğrafyasını tanıyan Şair Özdemir İnce, aydın dönekliğini okuyanlardan biridir:
“… Bunlara değişik zamanlarda değişik adlar taktım: Ana rahmine haklı düşenler, Yeni Osmanlılar, yeni mürteciler, müflis entellektüeller. Ortak özellikleri, başarısız ve dönek olmalarıdır. Bazıları tabela profesörüdür. Gazeteci olanlar bir zamanlar devrimci idiler. Kendilerini Marx, Engels, Lenin gibi sanıyorlardı, devrim yapıp ülke yönetecek, iktidara gelip parayla oynayacak, güzel kadınlarla yatacaklardı. Kof egolarından başka sermayeleri yoktu. Yenildiler, dayak yemiş köpekler gibi kuyruklarını kıstırıp, galiplerin hizmetine girdiler. Önceki asıl işlerinde başarısızlığa, bozguna uğradılar. Gazete ve TV patronlarına, iktidar sahiplerine hizmet sundular. Aynı yerde otladıkları için ota para vermezler, birbirlerini keseleyip tellağa para vermezler. Şimdilerde post-modernizme sığınıp yenilgilerini fatura edecek adresleri buldular.1923-1950 Cumhuriyeti, Kemalizm, cumhuriyet devrimleri, ulusal devlet… Kendileri gibi “vesikalı” olmayan cumhuriyetçilere, cumhuriyet devrimlerine, İdris Küçükömer gibi solu sağda, sağı solda arayanlara “dinazor” demeye başladılar…”141
Fikir olgunluğu ve yanlıştan arınma duygusu ile dalkavukluğa yamanma güdüsünü ayırıyoruz. Julıen Benda’nın (1867–1956) Fransız aydınları için getirdiği eleştiri bizim için daha geçerli:
“ …Gerçek aydın, çıkar peşinde koşan, ikbal ve mevki gayretinde olan kişi değildir. Siyasi iktidarın yakını olmak için el etek öpmezler. Zengin sofralarında yemlenmek için şaklabanlık yaparak kralın soytarısı rolüne soyunmazlar. Entellektüel, kazığa bağlanıp yakılma, sürgüne gönderilme ve çarmıha gerilme riskini göze alan kişidir. Bu yüzden sayıları çok olmaz; gelişleri de belli bir rutine bağlı değildir zaten…”142
ARİF ORUÇ
Sosyalist solun cumhuriyet modernizmi ve Kemalist entelijansiya ile kan uyuşmazlığı nerden kaynaklanır? Bu kültürün döneklik ve eleştiri hafızası da tarihseldir. Kuvayı Milliye başlarında Hakkı Behiç (Bayiç)143 ve Arif Oruç’un etno-kültürel sofizmine kadar indirilebilir. Eskişehir’de Yeşil Ordu Cemiyeti kurulmuş, Yeşil Komünizm modası etrafı sardığı günlerde, Bursalı Şeyh Servet Efendi Anadolu’da Yeşil Komünizm vaazları veriyordu. Arif Oruç da komünist eğilimli Seyyare-i Yeni Dünya (1921) ile Batı cephesindeki düzenli orduya karşı, Ethem’in Kuvayı Seyyare’sini destekliyordu. Yunanlılar nizami ordu ile değil gerillacılıkla yenilebilirdi. Hüseyin Avni de Mustafa Kemal’i komünizme kaymakla suçluyor; sanki bu ikisi “Mustafa Kemal’in kurmay kafasını küçük zabit kafasına” ezdirmek istiyorlardı.144
Arif Oruç’un Yeni Dünya gazetesi Mustafa Kemal’in emriyle Rauf Bey tarafından kapatıldı. Bolşevik solun Mustafa Kemal ezikliği o günlere kadar uzanır; rejim/sistem öngörüleri de hiçbir zaman millici/ulusal çizgide olmamıştır.
Gazeteci Arif Oruç bununla kalmadı, Ethem Yunanlılara sığınıp “Yorgi Ethem” olduktan sonra da beraberdiler. Arif Oruç, sonradan kurduğu Türkiye Kurtuluş Partisi programında hanedanı savunmuş; “Devlet reisliği için doğrudan ve kaydı hayat şartıyla hanedandan birinin getirilmesini” istemiştir (m.5).145 Arif Oruç, bu merakını gidermek için, “Ay Han” takma adıyla, iki ciltlik “Sultan Aziz Nasıl Hal’ edildi, Nasıl İntihar Etti?” isimli bir de kitap yazmıştır (1927).
Şehzade Ömer Faruk Efendi ve Abdülmecid ile dostluğu köklüydü. Hem solcu hem saltanat ve hilafet özlemcisiydi. Cumhuriyete karşı muhalefeti “Yarın” dergisiyle devam etti, 1930 yılında Serbest Fırka bahanesiyle Kubilay’ı şehit eden Derviş Mehmet safında yer aldı…146
RIZA TEVFİK, ALİ KEMAL VE AHMED İZZET PAŞA…
Tanzimat sonrası aydınımızın modernleşme macerası da rutine bağlı kalmamış; döneklik ve kapılanma öyküsü Abdülhamid döneminde başlamıştır. Namık Kemal’in romantik söylemi ve Ali Suavi’nin Türkçülüğü bir yana bırakılırsa, en acısı Midhat Paşa bendesi Ahmet Midhat Efendi ile (Bağdat valiliğinde katibi) Dağıstan kökenli Mizancı Murat kapılanmasıdır.147
Osmanlının etno-kültürel kozmopolitizmi, devşirme ruhu ile aynı paraleldeki medrese öğretisi bu travmanın birinci sebebidir. Osmanlı devlet olmuş toplum olamamış, cemaat olmuş cemiyet olamamıştır. Recaizade Mahmut Ekrem’in ‘araba sevdası’ diye özetlediği moderleşme simgesine Tanpınar talihsiz Osmanlı fatalitesi (kötü kader) diye yaklaşmıştır. Bunun en somut örnekleri mütareke döneminde görülecektir: Rıza Tevfik, Ali Kemal ve Ahmed İzzet Paşa… Medrese öğretisi ve devşirme ruhu, devletin kurucu unsuru olmasına rağmen en fazla Osmanlı öz kimliğini, yani Türklük bilincini ezmiştir. Cumhuriyetle ortaya çıkan ulusal bilinç bu bastırmanın ürünüdür. Bu aydın travmasının birinci nedeni Max Weber ve Hegel’in analizlerindeki “özcülük” psikolojisidir: Herkes rasyonel olamaz ama herkesin duygusal bir kalbi ve psikolojik bir bilinçaltı var…
Hafızalardaki bu entellektüel perspektifi, gelişmemiş Batı dışı günümüz kültürlerine ve özellikle İslam ülkelerindeki post-modern mutasyonlara uygulayabiliriz. İranlı Daryush Sahayegan, kendi ül- kesindeki İslamileşme olgusuna modernite penceresinden bakarken, gördüğü zihinsel fenomenlerin “zıvanadan çıkma” hali bizdeki Siyasal İslamcılar için de geçerli:
“… Bütünüyle yeni bir olgu olan günümüzdeki İslamileşme, bir bakıma bir kültürel kimlik felsefesinin zıvanadan çıktığında varabileceği en uç sınırdır; modernliğin ve ona eşlik eden yıkıcı fikirlerin tersini savunarak toplumsal muhayyilede saklı duran bütün çarpıklıklar güncellenmek istenir… Abuk sabukluğa yakın bir “gerçeküstü” dünya yaratan İslamileşme’nin yaygaracı yüzeyselliği buradan gelir. Kapalı bir sistemi ve Ortaçağ değerleri olan bir dindarlar dünyası günümüzde ancak, kitaplarda, beyin hücrelerinde ve kutsal şehirlerde vardır…Mehdicilik nerdeyse seküler bir tarihsel determinizm haline gelmiştir…”148
SİYASAL İSLAMCILAR
Günümüz Postmodern ikliminde dolaşırken, Marksist – liberal solun İslamcı “entegrizme” verdiği desteğe geliriz. Saltanat dinciliği dediğimiz Siyasal İslam, kendi biçimsel demokrasi ve özgürlük masalına ilk desteği neoliberal (sol-sağ) liboşlardan almıştır. Faşist – Kemalist-laik entelijansiya için duydukları kronik nefret onları İslamcılara yaklaştırmıştır. Bu takımı demokrasi dersi verilerek ehlileştirilebilir bir kitle sandılar. Milliyetçi/ Ülkücülerle zamanında kanlı bıçaklı olmuşlar, Tarikat Kamplarında yetişen “yeşil irtica” ile ölümcül kavga yaşamamışlardı. Geçirdikleri varoluşsal kriz nedeniyle bağajlarına yeni felsefi görüş ekleyemediklerine göre “ideolojilerinin sıfırlanma hırsını” Atatürkçü laiklerden çıkarabilirlerdi.
İslamcılar bizi Avrupa Birliğine sokacak, özgürlükleri geliştirecek, Ortadoğu’da yıldızımız parlayacaktı… Bunlar öyle yobaz cinsine benzemiyor, hukuka saygılı, demokrat, özgürlükçü ve “ılımlı İslamcılar”dı. Erken cumhuriyet despotluğundan intikam almak İslamcıların değil solun da özlemiydi. Hurma kültürü onları besmelesiz liboş sayar, onlar da bu görgüsüzleri takunyalı, gerici, yobaz diye aşağılardı. Buna rağmen demokrasi icabı aynı masaya oturabilirlerdi. Medine Vesikasını özgürlük manifestosu sayabilir; Abant Toplantılarına hoşgörü tebliğleri sunabilir; sadece tarikat ve cemaatları değil, ortaçağın takma kafalarını da sivil toplum örgütü sayabilir, “yetmez ama evet” faslından destek çıkabilirlerdi. Atatürkçü/Laik faşistlere göre bunlar daha insaflı sayılırdı. Gerekçeleri hazırdı:
“… Yıllardır inançları hor gördünüz, onların başörtüsüyle uğraştınız, onlara tepeden bakıp küçümsediniz… Bakınız ekonomi ne güzel düzeltiliyor, Avrupa Birliğine giriyoruz. Kemalizmin faşist-jakoben laikliğinden kurtuluyoruz, Cumhuriyet hamaseti artık bitiyor, çoğulcu ve özgür toplum oluyoruz, askeri vesayet yerine demokrasi geliyor. İslamcı hassasiyete artık saygı göstermeliyiz..”
Yukardaki söylemler sosyalist-liberal solun İslamcı entegrizme entellektüel kefaleti olup, aynı zamanda medrese öğretisini bilmedikleri anlamına da gelir. Sol kültür kır gerillasıyla halka yaklaşır İslamcılar tekke-tarikat kamplarında bütünleşirdi. Bu sol kefalet yanılgısının arkasında, halka yaklaşarak kendilerini kabul ettirme istekleri olabilirdi. İslamcı takımın referansları ne kadar çağ dışı olursa olsun, masanın altına süpürülebilir; İslamcılar da bu enteller sayesinde küfür diyarına kafa tutabilir, ceberrut laisizmden intikam alabilirlerdi.149
İslamcılar nasıl Kuran’ı hıfzetmişse onlar da Das Komünistis- Che Manifest’i ezberlemiştir. En bilgeleri sayılan Murat Belge bile, ömrünü verdiği sosyalizmin “tamamen safsatadan ibaret olduğunu” ancak altmış yaşlarında idrak edebilmiştir. Militarist Modernleşme kitabında alanı olmadığı Osmanlı tarihi üzerine ürettiği fahiş hatalardan habersiz olarak filozof mertebesine yükselebilmiştir.150
Habermas’ın psikolojik analizleri ve “özcülük” karakteri doğruysa, Marksist solun hücrelerine işlemiş Atatürk nefreti, hem kronik hem tarihseldir. Çünkü kurucu kadronun ideolojik radikalizmi hep milliyetçi karakterde olmuş, Sovyetçi – sosyalizmin sınıfsal devrimine bilinçli olarak uzak durmuştur. Kurucu kadronun Bolşevik kültürüne en yakın noktası sadece halkçılık ilkesini benimsemiş olmasıdır.151
NURAY MERT
Solcu liberallerle İslamcı AKP iktidarı arasındaki onüç yıllık bu işbirliği ve kefalet döneminin, en kullanışlı öznesi Boğaziçili Nuray Mert olmuştur.152 Erken yaşlarında solculuğa gönül vermiş, akademisyenliğinin piliç zamanlarında Hurma kültüründe köşe bucak gezdirilmiştir. Solculuk vicdanının yüz akı olduğu için, İslam dünyasının ilk laik cumhuriyetinde, ilk defa gerçekleşen türban karşı devrimini gönülden alkışlamıştır. Şirin ve pastoral yüzünde saç telleri görünür, özgürlükleri elinden alınmış mazlumlara gösterilen zulüm ve baskıya direnebilir, karşı devrimin Volter’i kesilebilirdi:
“ Bu ülkenin dindarlarına zulmedildi, hakir görüldü, dindar başörtülü kızlarımız artık başı dik geziyor. İşte bu demokrasinin zaferidir…”
Nuray Mert, bir bilinç tutulmasının tipik örneğidir. Sadece mümin kızların başörtüsünü değil, karşı-devrimin tüm özgürlüklerini de sol vicdanının gereği olarak savunmuştur: Harf devrimi ve Hilafetin kaldırılması zorla dayatılmıştı… Arap harflerine dönülebilir, hukuk Şeriat normlarına uydurulabilir; sanatın içine tükürülebilirdi.. Özgürlük skalası oldukça genişti: Okuyup üfleme özgürlüğü, türbedarlık özgürlüğü, kırmızı Fes kenarında beyaz püskül özgürlüğü, “kadınların koca bulması için baldır ve göğüslerine ayet yazdırma” özgürlüğü, Kelam-ı Kadim’den fala bakma, cifir hesapları üzerinden Lozan ve Cumhuriyeti anlama özgürlüğü… Modern Clozetlerde rahat taharetlenmek için cebinde çakıl taşı bulundurma özgürlüğü (Fetvacıbaşına ait)… Cinlerin erkekleriyle mukatele etme, dişileriyle evlenebilme özgürlüğü… Zaruret halinde yumuşak beze dokunur gibi tokalaşma özgürlüğü… Altı kaval üstü şişhane özgürlüğü, göz ve ses zinasından kaçınma özgürlüğü… Hakim kürsüsünde çarşafla adalet dağıtma, vapur ve tramvaylarda ayrı oturma, okullarda ayrı merdiven kullanma özgürlüğü… Hırsızlık ve yolsuzluğun cezasını ahirete bırakıp dünyada serbestçe “günah işleme özgürlüğü…” Kursaklarda kalan ukde: “Ayasofya’yı ibadete açma, Taksim’e Cami yaptırma” özgürlüğü.153
‘KULLANILIŞLI APTALLIK’
Biraz zihinsel çarpıklık biraz kültürel şizofreninin zıvanadan çıkma halini gösteren yukardaki özgürlük masalları, paradigmaların altüst oluşu demektir. Nuray Mert gibilerin sol vicdanı, küllenmiş selefiliğin ardındaki “kirli hesapların, kirli oyunların, nafile ve hastalıklı tahayyülerin” demokrasi ile uyuşmadığını zamanla anladı. Ancak “maskeli balo ve sahte demokrasi” oyunu bitmiş; “şamar oğlanı” gibi köşeye atılmışlardı. Çevresindeki liboşlardan farkı: “Kullanışlı aptallık” sendromundan çıkınca, diğer yoldaşlar gibi sessiz kalmayıp, kaleme sarılmasıdır. Aldanma ve aldatılma hikayesini, “kandırıldık ama iyi kandık” yazısıyla itiraf etti.154 Meğerse haysiyetli itirazlar olarak gör- düğü mağduriyetler (başörtüsü/türban) ve muhafazakar demokrasi denilen şey, bir ideoloji falan değil, mezhepçi/ İslamcı kafaların pespaye bir intikam duygusu imiş! (Bravo). İslam adına, Osmanlı medeniyeti adına ortaya dökülen bu zihniyetin, kültürleri de şahsiyetleri de, tarih bilgileri de bunları tartışmaya bile yetmezmiş!.
Bu tayfanın kültür ve medeniyet dediği şey yozlaşmış kasaba zevkinden ileri geçmeyen kabalıklardan ibaretmiş! (Günaydın!).155
Sağ ve soldaki Cumhuriyet takıntılı tüm aydınlar mevzilerine çekildiler, atı alan Üsküdar’ı geçince de “kullanışlı aptallık” sendromu ötesinde Julien Benda’nın “ihanet defterine” girdiler.156
Bu işbirliği bize Meşrutiyet yıllarının matbuat goygoycusu Mevlanzade Rıfat’ın kullandığı “tekke ve takke müslümanı, ortaçağın takma kafaları” deyimlerini anımsatmış oldu. Gençliğini “Hak yol İslam/Tek yol İslam” tezgahında geçiren İslamcı bir çömez de, yirmi yıldır içinde dolaştığı mahallenin zihin arkasını “Şatafatlı Mağlubiyet” adıyla kitaplaştırdı. “İslamcı hareketin İslamı değersizliştiren, insanların yoksulluğunu istismar eden ve onlara zorla din dayatan bir mekanizma” olduğunu şimdilerde anlamış… “Günümüz İslamcılığının dine dayalı ahlak omurgasının çöktüğünü, ahlak ve adalet öğretisinin iflas ettiğini, yolsuzlukları içine sindiren, sınav sorusu çalan, adam kayıran, yargıda komplo kuran, adaletten nasipsiz kaba zihniyetin iflasını” ilan ediyor. Şu paragraf da onun: “… Artık ahlakın kaynağının din olmadığı ortaya çıktı. İslamın ahlak olma veya mensuplarına ahlak kazandırma iddiası bütünüyle çöktü. Üstelik bu İslamcıların kendi eliyle çökertildi, Kemalistlerin, sosyalistlerin, kapitalistlerin eliyle değil…”157
Okuma ve algılaması kıt, kendi tarihinden habersiz bu gazeteci taslağı, İslamcı öğretinin ahlak ve adalet anlayışı sanki eskilerde daha ileriymiş de şimdi yozlaşmış gibi pişmanlık sergiliyor. İslamcı retoriğe dayalı bu görgüsüz anlayışın görüşleri, itiraf değil malumun ilanıdır.158
Literatür karıştırmadığı için kendi tarihinden habersiz. Bütün bunlar uygarlığa yenilmiş kültürün mayasındaki sahte gerçekliğin felsefi özüdür. Eski mahallesinin kültürü, cemaatten cemiyete/toplumsallığa geçemediği, ahlakı yalnızca dinde görüp laik/milli ahlaka erişemediği için kamusal ahlak da gelişmemiştir. Batı toplumları dört asırlık kilise-felsefe çatışmasından Aydınlanmaya evrilirken, İslam ülkelerinin selefi akımları kendilerini hurafenin özgürlüğüne adamıştır. İbni Teymiyye boşuna söylememiş: “Bir indirilmiş din bir de uydurulmuş din vardır.”159
131 Entellektüel kavramı siyasal literatüre 19. yüzyılın sonlarında Emil Zola’nın Dreyfüs davası için yazdığı bir makaleyle girmiştir. Yahudi kökeni dolayısıyla casuslukla suçlanıp mahkum olmasına isyan eden Emil Zola’nın makalesi üzerine Dreyfüs yeniden yargılanıp beraat etmiştir. Fransız aydınlarının bunu destekle- yen bildirisine “Entellektüeller” bildirisi denilmiştir. Bu kavramın yaygınlaşma- sına Julien Benda’nın katkısı olmuştur.
Helal hocam!Hepsinin canı cehenneme!Mine Kırıkkanat,Çetin Altan öldüğünde sarsıcı bir yazı yazmış ve özel hayatından bahisle Altan için “Kadın sevmeyen ama kadın sevgisine muhtaç biriydi” demişti.Bu kabız zihinleri analiz edin.Her birinin hayatı ve insanı sevmekle ilgili aşılmaz engelleri vardır.Kaldı ki hayatın ve insanın sevgilisi olan Mustafa Kemal Atatürk’e ulaşabilmiş olsunlar.Ne münasebet!Bu sebeb pis dilleri zehirli nefesleri Atatürk’e düşmandır.Höst ve de destur!!
Sayın Osman Selim Kocahanoğlu öncelikle bilgilendirici yazınız için teşekkür ederim.Cumhuriyet’e ihanet eden sahte solcuların,sahte sosyalistlerin röntgenini çekmişsiniz.Üzücü olan bu başarısız,ruh hastası tipler yıllarca televizyonlarda,gazetelerde bu halkın beynini iğfal ettiler.Sevindirici olan ise bütün liboş tayfasıyla birlikte tarihin çöplüğünde yer alıyorlar artık.
Kesilip saklanacak, döne döne okunacak bir yazı.
Elbette şimdiki aydın geçinen yazar çizerlerin bir zaman nelere ve kimlere sövdükleri veya kişisel menfaatleri için neleri sattıkları tarihin tozlu sayfalarında kalmamalıydı. Bu zaman zaman hatta sık sık hatırlatılması gereken süreç olmalıdır. İbretlik bir durum olması gereken olaylar elbette çok az kişinin hafızalarına kazınacaktır. Ürkütücü olan kötü değişimden fazlasıyla milletimizin ders çıkarmamasıdır.
Tek kelimeyle, mükemmel bir çözümleme. Kaynak olabilecek bir yazı. Yazarı kutluyorum Anlattığı kişileri seksen yıllık ömrümde bir bir tanıdım.
Bilgilendirmeleriniz çok teşekkür ediyorum sayın O. Selim Kocahanoğlu.
“Ahlakın kaynağının din olmadığını”, siyasal islamın 20 yıllık iktidarında, hatta daha öncesinden itibaren olup bitenleri şöyle bir gözlemleyenler anlamalıdırlar.
Tabii ahlakın aslında ne olduğunu bilmek ve anlayabilmek için de bir miktar entelektüel bilgi, birikim ve biraz zeka gerekir! İnsan beyninin, 300 küsur bin yılda geçirdiği evrim ahlakı oluşturdu, buna ek olarak ahlak aslında “laik” bir kavramdır… İslamcılar, dinciler ve sonradan dine sığınarak yaşamaya çalışanlar bunu anlayamazlar. Yani buradan bir çıkarsama yaparsak; liboş solcular, ahlakı tanımlayamazlar!