OSMAN SELİM KOCAHANOĞLU yazdı…
Necip Fazıl hakkında bu girizgahın (2. bölüm) amacı, tarihsel olguları sahne canlılığıyla kurgulayan üslup sihirbazlığı dışında bir anlam içermeyen tarihsel yorumlarıdır. 1960 sonrasında tarihsel konulara yönelme amacı, kesinlikle tarihi aydınlatmak değil, yeni şıvgın “kuzgunların” benliğine paslı çivi saplamaktır. Konferans ve polemiklerinde tarihsel kişilikleri Yahudi / mason / dönme / komünist diye şeytanlaştırır. Mustafa isimleri onun için birer sembolik metafordur: “… Bir yanda Kabakçı Mustafa, bir yanda Mustafa Reşid Paşa, bir yanda Alemdar Mustafa Paşa… ve daha nice nice Mustafalar.!” Düşüncenin çocukluk çağındaki taşralı gençler, gelip geçmiş milyonlarca Mustafa arasından verilen şifreyi çözebilir. Tüm inanç sistemlerinde Tanrı, iradesini hakim kılmak için nasıl iyi insanlar kullanmışsa, inanç ve ideoloji sömürgenleri de her türlü kutsalı kendi iradelerini egemen kılmak için kullanırlar.!
Necip Fazıl’ın düşünce sistematiğindeki Siyonizm ve masonluk diskuru, karşı tarih oluşturmak için hamasete “hak-batıl, mümin-kafir” söylemleri üzerinden hareket eden içi boş cerbezedir. Bunu yaparken Mustafa Reşid Paşa, Âli ve Fuad Paşalar, Midhat Paşa, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp v.s. üzerinden dost-düşman ayırımı yapar. Literatürün yazdığı ne kadar yenilikçe/modernist varsa onları Türk’ün ruh kökünü kurutan Sahte Kahramanlar olarak görür. Küflü referans ve zihinsel reddiyeleri kendi bilinçaltını tanımamızı sağlar:
“…Gülhane Hatt-ı Hümayunu şeriatın methiyesiyle başlar. Fakat o ne müthiş sinsi bir Yahudi ve münafık tabiyesi… Şeriatın medhiyesi ile başlayan Gülhane Hattı, bizi, basit Avrupa demokrasilerinin İslamiyette 1300 sene evvel hakikatı konmuş usullere davet eder. Can masundur, ırz masundur, mal masundur, adalet gelecek, müsavat gelecek… Yalama olmuş nakarat. Bunları öne süreceğine, Şeriat ihya edilecektir, desene..!?”
Küfür kilerinden ekmek yemektense İslam çilehanesinde aç kalmayı tercih eden yukardaki cerbezeli sözlerinin tarihle, tarihsellikle, nedensellik ve gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur. “Teriat” kelimesini de ideolojik bağlamda kullanır: “O, şeriatın en küçük cüz’üne feza dolusu hazineleriyle bütün kainatı feda etmekte tereddüdü olmayan, pazarlık- sız biridir; şeriatten hakikate giden, yolcusu seyrek caddenin yolcusudur.” 102 Hamaset ve cerbeze arttıkça tarihsel realiteden uzaklaşır. Halbuki onun “Yahudi ve münafık tabiyesi, yalama olmuş nakarat” dediği şeyler, Adnan Adıvar’ın “ikinci tabye taktiği”dediği şeylerdir. Aynı taktiği kilise Aydınlanma filozofları için kullanmıştır. Tanzimat dönemi devlet ve siyaset adamları hain/mason sayıldığı için, Fransız ihtilalinin özgürlük idealleri de frengi hastalığı [Frenklik] sayılır. 1839 markalı sahte inkılapların üreticisi mason Mustafa Reşid Paşa da ihanetin başıdır. Muhayyilenin küflü dehlizlerinde saklanan rivayetlerle Keçecizade Fuad Paşa (1815–1869) ötelenirken, yazdıkları tarihsel bilgi değil hurafenin kendisidir:
“… Fuad Paşa, Paris seyahatinde Padişaha refakat etti, fakat yolda ayrıldı ve Nis’de öldü. Öleceği zaman Papaya bir mektup yazıyor ve Mustafa Reşid Paşa’dan beri gelen cereyanın ilk mahsulünü veriyor. Hıristiyan olmayı Papadan istiyor ve ölürken Hıristiyan usulüyle gömülmesini vasiyet ediyor. Ölüsü öyle kaldırılıyor. İstanbul’a da müslüman ölüsü diye getirili- yor. İslami merasimle gömülüyor. Kaynak: İbn-ül Emin Mahmud Kemal, Son Sadrazamlar.” 103
Abdülaziz’in Paris gezisine (21 Haziran – 7 Ağustos 1867)104 katılan devrin Sadrazamı ve Hariciye Nazırı Fuad Paşa hakkında yukarda verilen bilgilerin tamamı yanlış ve tamamı mümine yakışmayan iftiradır. Kaynak gösterildiği yerde105 bulunmadığı gibi, akademik literatürde de rastlanmaz. Divan şairi ve ilmiye ricalinden Keçecizade İzzet Molla’nın oğlu olması bir yana, mescidi bile günümüzde ibadete açık olan Fuad Paşa’nın, din değiştirmek için Papa’ya mektup yazması tam bir safsatadır.106 Fuad Paşa Paris seyahatinde değil, dönüşünden iki sene sonra hastalığının ağırlaşması üzerine tedavi için Nis’e gitmiş, gösterilen her türlü ihtimama rağmen orada vefat etmiştir. (12 Şubat 1869). Paris sefaretinde memur Hoca Tahsin Efendi tarafından gasil ve tekfin edilen Fuad Paşa’nın naaşı, Fransız hükumetince tahsis edilen Le Renard (Tilki) isimli sürat gemisiyle İstanbul’a getirilmiş ve Sultan Abdülaziz tarafından milli yas ilan edilmiştir.107
Batı kaynaklarında bile Avrupa siyasetinin büyük devlet adamları arasında sayılan Sadrazam Fuad Paşa’nın,108 bıraktığı “Siyasi Vasiyetname” Osmanlının geri kalmışlığı üzerine Sultan Abdülaziz’e verilen bilgelik manifestosudur. Okuyalım:
“… Haşmetmeab Efendimiz; Mahvolma felaketinden kurtulabilmekliğimiz, İngiltere kadar paraya, Fransa kadar bilgi aydınlığına ve Rusya kadar askere sahip olmaklığımıza bağlıdır. Bizim için artık önemli olan çok terakki etmek değil, fakat kesin olarak Avrupa’nın öteki ülkeleri kadar terakki etmektir. (…) Dinimiz dünyanın ilerlemesini ve insanlığın kusursuzlaşmasını amaçlayan bütün akideleri içerir. Toplumun ilerlemesini İslamiyet adına engellemeye kalkışanlar, İslamdan hiç nasiplerini almamış, anlayışsız ve şuursuz cahillerdir. İslamlık, bize aklımızı iyi kullanıp dünyanın terakkisi yolunda ilerlemekliğimizi emretmekte ve değil Arabistan’da ve Müslüman ülkelerde, hatta yabancı yerlerde, Çin’de ve dünyanın en uzak köşelerinde bile bilim ve beceri ışığını aramaya bizi yöneltmektedir. İslamlığın emrettiği bilim, başkalarının tahsil ettiği bilimden farklı sanılmasın. Katiyyen. Bilim tektir. Akıl ve idrak dünyasını her yerde aynı güneş aydınlatır ve ısıtır. Ve madem bizim inancımızca İslamlık, evrensel hakikat ve bilginin bir ifadesidir, o halde faydalı bir icat, yeni bir bilgi kaynağı, nerede bulunmuş olursa olsun, ister putperest ister Müslümanlar arasında, ister Medine ister Paris’te olsun, her zaman islama aittir…”109
Fuad Paşa’nın Vasiyetnamesi, sadece Abdülaziz’e değil ikiyüz sene sonrasının uygarlığa yenilmiş medrese cüceleri için de siyaset yüceliği sergiler.110 Bu mesajı kapısından doğruluk girmeyen Osmanlı Sarayı anlamadığı gibi, Mektebi Tıbbıyede açılan doğumevini (Vela- dethane) “Piçhane” telakki ederek tahsisat vermeyen Abdülaziz de anlayamaz…111 Tıbbıyede Anatomi Atlasının resimli / gravürlü basılması da, “insan vücuduna ait resimler dinimize aykırı” diyen ulema duvarına çarpar.112 Osmanlı için sonun başlangıcı sayılan Tanzimatı hurafeler üzerinden algılayan medrese öğretisi, aynı şeyi Cumhuriyet modernizmi içinde yapmış, husumet dışında reddiye bulamamıştır.. Hanefi fıkhından üretilen Mecelle ile toplum yüz sene geriye götürülürken, Cumhuriyet elitleri geleneği değil sadrazam Fuad Paşa’nın vasiyetindeki bilimsel aklı kullandılar.
ULU HAKAN ABDÜLHAMİD HAN
Necip Fazıl’ın en ideolojik çarpıtması, tarih alanında ve kutup yıldızı saydığı Ulu Hakan Abdülhamid Han (1965) kitabıdır. “Kölesi olmak devletine erdiği büyük velîden (Teyh Abdülhakim Arvasi) terkibî ve telkinî olarak” aldığı icazet sonunda yazdığını kendisi ifade ettiğine göre, ilham kaynağı bellidir. Ne başını secdede geçiren Sultan Murad, ne Fatih ne Bayezid-i Veli dindarlıkta Abdülhamid’e ulaşamaz!. Bu kadar dindar bir padişah, din ve şeriat kitaplarını yaktırabilir mi? “…Teyhülislam unvanı kafirden beter bir münafığın,” kutsal metinlerden “fetva” niyetine ürettiği “küfürnameye” ne buyurulmalı? 113 Demek Şeyhülislamlar ayetlerden “fetva” denilen küfürnameler üretebiliyor, bunlar arasından “kafir”den beter münafıklar çıkabiliyor. İşte Abdülaziz’e fetva veren Hayrullah Efendi(Şerrullah), İşte Mustafa Sabri, işte Dürrizade Abdullah, Ömer Fevzi ve İskilipli Atıf.
Abdülhamid hayranlarının sığındığı bir iddia da onun zamanında bir karış toprak verilmedi safsatasıdır. Hal’ fetvası veren Şeyhülislam nasıl kafirin biriyse, kararı tebliğ eden Emanuel Karasu daha cıfıt bir Yahudi… Sürgün yeri Selanik, Allatini Köşkü de Yahudi mülkü olduğuna göre, zihinsel kodlama hazır demektir. Kutsala/dine odaklı muhafazakar zihin dünyasında, Mekke/Hicaz coğrafyası nasıl kutsala odaklı ise, özgürlüğün kabesi sayılan Selanik de, mason ve dönmelerin diyarıdır. İslamı kazıma hareketi olan Cumhuriyet devrimleri de bu iklimde yetişen fitne fücur takımının eseridir.114
33 senelik saltanatında Abdülhamid’in bir karış toprak kaybetmedi söylemi, tarih dışı, gerçek dışı bir safsatadır. Abdülhamid döneminde Osmanlının kan döküp şehit verdiği kaybedilen topraklar yedi krallık ülkesi ve dört valilik arazisidir. Şöyle: (1) Eflak ve Buğdan Voyvodalıkları iken sonradan “Memleketeyn” adını alan geniş arazi Romanya krallığı olmuştur. (2) Sırp Beyliği iken krallığa dönüşen Sırbistan bölgesi. (3) Krallık ilan eden Karadağ hükumeti. (4) Bosna– Hersek bölgesi. (5) Bulgaristan ve Doğu Rumeli’den oluşan Bulgar Krallığı. (6) Mısır ülkesi. (7) Fransa himayesine giren Tunus Beyliği.
(8) Kıbrıs adası. (9) savaşı kazanmamıza rağmen Yunanistan’a terk edilen Tesalya ve Yenişehir bölgesi. (10) Rusya’ya terkedilen Batum, Ardahan ve Kars eyaleti…115
Necip Fazıl’ın Ulu Hakan kitabı bir sonraki “Vatan Haini Değil Vatan Dostu Vahidüddin” (1969) kitabının müjdecisidir. Vahdeddin – Mustafa Kemal ilişkisinin ideolojik versiyonuna kurgulanan bu kitap, yakın dönemin en fosilleşmiş en hurafe bilgileriyle, tarihçi olmadan karşı tarih oluşturma yanılgısının zirvesidir. Bu kadar literatür ve vesika arasından ve asgari bir tarih okuması yapılmadan, dört kitaptan veya dört kişiden yapılan alıntı ve rivayetler… Gerisi bunun etrafını süsleyen asparagas kurgular. Tıpkı Tohum, tıpkı Reis Bey, tıpkı Bir Adam Yaratmak gibi. Diğer kitapları gibi bu kitabın büyük harflerle sunulan tezi de ideolojik hesaplaşmadır, kanıtlar ve muhakeme belirlenen teze uymak zorunda: “Milli şahlanış hareketinin fikrini Mustafa Kemal Paşa’dan önce ve onun şahsında Vahdeddin ortaya koymuştur.”116
Enver Behnan’dan bir parağraf,117 Karabekir’den iki dedikodu, Sabahaddin Selek’ten bir paragraf, Fevzi Çakmak’ın damadı Burhan Toprak ve karısından bir rivayet… Bağımsız bir olay incelenmez, kom- pozisyon estetik cümlelerle tamamlanır. Hiçbiri kronolojideki yerine oturmadığı gibi, gerçekliğe yaklaşmak için efsane ötesinde muhakeme- ye zerre kadar ihtiyaç da duyulmaz…
Sorulara şahdamardan yaklaşmak için bu sefer son sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu Ali Nuri Bey (Okday) keşfedilir. Büyük oyunun tek tanığı bulunmuştur. Vahdeddin’in yaveri Ali Nuri Bey’e göre, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçme fikri olmadığı halde, Vahdeddin tarafından “ikna” edilir. 118 Başkatip Ali Fuat Bey’in görüp duymadığı, tek satır yazmadığı olayları vaftiz edilmiş bu yaver duyar. Bir rivayete göre 30 bin, bir rivayete göre 40 bin altın da yol harçlığı verilir. Senaryo yazarı için ne tarih, ne kronoloji ne mantık ne vesika önemlidir. Vedalaşma sahnesinde dekora güzel bir süsleme gerekir. Sultan Vahdeddin Sarışın Paşa’nın kahvesini bizzat ikram edecek, sigarasını bile kendi kibritiyle yakacaktır.119
Boşta gezen bu kadar vatansever paşa varken Vahdeddin tercihini niçin Mustafa Kemal için kullanır? Çünkü: “Fahri Yaver-i Hazret-i Şehriyari ünvanlı 39 yaşındaki bu paşa veliahtlığı sırasında kendine refakat etmişti. Alman mareşallerin itiraz mizacında görülmemiş bir özgüvene sahipti. Düzgün bir kılık içinde hakim edalı, saçı mısır püs- külü, gök mavisi gözleri, sarı bıyıklı, bıçakla çizilmiş gibi incecik dudaklı, çatık kaşlı ve kendine mahsus bir dünyaya inanmış insan manası tütüyordu…” 120 Senaryoyu anlamlı kılacak mantık o kadar ilginç:“ Riyaziye de bir kaide vardır: Ya hüküm ve netice başa alınır ve ispat onu takibeder, yahut ispat peşin olur ve netice sonra gelir.”121
Bir tarih kitabı değil senaryo kurgulandığına, hükmü başa alıp ispatı sona bırakıldığına göre, delillere, gerekçelere, kıyaslama ve atıflara ihtiyaç duyulmaz. Masal/efsane çağının anlatımları da aynen bu işlevi görmüştür. Tarihsel gerçekliğe aykırı, dinsel duyarlılık ve dava adına üretilmiş uydurma sahneler, mutlak anlamda doğru kabul edilir. Yanıltma, yanlış bilinç oluşturma ve şeytanlaştırma ötesinde işlevi ol- mayan psiko-patolojik fenomenler, karanlık ve ironik yüzlerini estetik cümle ve kindar öfkeler arkasına gizlemiştir.122
Son Devrin Din Mazlumları kitabı ise edebi kurgulama dışında tüm referansları daha baştan ideolojik bağlamda bilgiyi körleştirme senaryosudur. Demagoji denilen mantık oyununun tüm unsurları her portre için ustalıkla kullanılır: Sultan Abdülhamid, Țeyh Said, İskilipli Atıf Hoca, Țeyh Esat Efendi, Said-i Nursi, Abdülhakim Arvasî. Mesele baştan açıklanır: “Sebep ve sonuç hükmü için, inkişafına şahid olduğumuz İslam davasının dost ve düşman kutuplarını tanıma amaçlı borcu yerine getirmek…” Amaç bu olunca kronolojiye, metodolojiye, doğru bilgiye, vesikaya ihtiyaç kalmaz. Vicdan denilen erdem İslam ahlakından uzaklaşınca, Zen Budizmin veya Țintoizmin ahlak ilkelerinden bile gerilere düşülür. Yaşanmış her tarihsel olgu keramet sahneleriyle trajediye dönüştürülür, mübarek alınlardan nur ziyaları fışkırır. Olgulara tiyatro canlılığı vermek için rüya sahnelerine Resulü Ekrem davet edilir. İki yıl öncesine veya sonrasına kurulan bağlantılarla, olgusal iklim istenilen yöne çekilir. Menakıb ve efsane kültürünün algılama mantığı günümüze veya zaman ötesine kurgulanırken, her söylemin ucu serbest bırakılır. Öyle bir senaryo uydurulur ki, mahkemede hakim sanığın yüzüne, sanık hakimin yüzüne tükürebilir, cehaletin ve cesaretin ince zekası yalanın baş köşesine oturur; 13 idam sehpası serbestçe 33’e çıkarılabilir. 123
Yazı dizisi devam edecek…