Toros Dağlarında bir yetim… Ruhi Su

featured

Halk müziği sanatçısı, besteci ve şair Ruhi Su’nun vefatının üzerinden 37 yıl geçti.

Tam adı Mehmet Ruhi Su olan sanatçı 1912’de Van’da dünyaya geldi. Babasını Birinci Dünya Savaşı sırasında, annesini de bundan kısa süre sonra kaybeden Su, 10 yaşına kadar yoksul bir ailenin yanında yaşadı.

Müzik öğretmeni Mehmet Tahir’in okula keman aldırması üzerine İlkokul 4. sınıfta keman çalmaya başlayan sanatçı, 1925’te İstanbul’a gelerek askeri okula kayıt oldu.

Ruhi Su, askerlik yapmaya elverişli olmadığı gerekçesiyle okuldan ayrılarak, Adana Öğretmen Okulu’na geçti. Daha sonra yetenek sınavıyla Ankara Musiki Muallim Mektebi’ne giren sanatçı, 1934’te Soyadı Kanunu’yla “Su” soyadını aldı.

OPERADAN HALK MÜZİĞİNE

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda 1935 ve 1936’da görev alan Su, 1936 yılında Musiki Muallim Mektebi’ni bitirdi ve kemanı bırakarak Ankara Devlet Konservatuarı Şan Bölümüne girdi.

Usta sanatçı, konservatuarın opera yüksek bölümünü 1942’de bitirdi ve okul yıllarında Ankara Cebeci İkinci Ortaokulu ve Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde müzik öğretmenliği yaptı.

Ankara Devlet Operası’nda “Maskeli Balo”, “Figaro’nun Düğünü”, “Madam Butterfly”, “Tosca”, “Satılmış Nişanlı”, “Bastien-Bastienne” ve “Fidelio” gibi operalarda sahneye çıkan Ruhi Su, opera çalışmaları sırasında Türk halk müziğine ilgi duydu.

Su, 1943 ve 1945 arasında Ankara Radyosu’nda türküler söyledi. 1944’te Ankara Halkevi’nde başlattığı ilk türküler resitalini 1983’e kadar sürdürdü.

MAHSUS MAHAL

Hapiste geçirdiği 5 yıl boyunca türkülere ağırlık veren sanatçı, 1957’de hapisteyken söylediği “Mahsus Mahal” adlı türküsüyle üne kavuştu.

Su, türkü söylemekten hiçbir zaman vazgeçmeyerek, yönetmen Atıf Yılmaz’ın “Karacaoğlan”, “Barbaros” ve “Lale Devri” filmlerinde türkü söyledi.

Taksim Belediye Gazinosu’nda 1960’da sahneye çıkan sanatçı, Türk halk edebiyatının çok sayıda şiirini besteleyerek, “Basbariton Ruhi Su türküler söylüyor” anonsuyla sunulan bir radyo programı yaptı.

Dostlar Korosu’nu 1975’te kuran Su, 1978’den sonra ürettiği kasetlerle halk müziğinin yaygınlaşmasına büyük katkıda bulundu.

Ruhi Su, Almanya, Hollanda, İsveç ve Bulgaristan’da konserler verdi, birçok ülkenin radyolarında ve plaklarda çok sayıda kişiye sanatını dinletti.

Kendi şiirlerinin yanı sıra Türk halk ozanlarından ve diğer şairlerden çeşitli şiirleri besteleyen sanatçı, şiir, yazı ve konuşmalarını “Ezgili Yürek” adlı kitapta topladı.

Yaşamı boyunca 16 tane 45’lik plak, 12 tane de uzunçalar (LP) yapan Ruhi Su, 1978’de romatizma şikayetiyle gittiği hastanede kemik iliği kanseri başlangıcında olduğunu öğrendi.

Su, 20 Eylül 1985’te kemik iliği kanseri nedeniyle 73 yaşındayken İstanbul’da hayatını kaybetti.

ESERLERİ

“Seferberlik Türküleri”, “Kuvayi Milliye Destanı”, “Yunus Emre”, “Karacaoğlan”, “Pir Sultan Abdal”, “Şiirler Türküler”, “Köroğlu”, “El Kapıları”, “Sabahın Sahibi Var” ve “Semahlar”

Öte yandan İstanbul Büyükşehir Belediyesince vefatının 36. yıl dönümünde yarın saat 20.00’de sanatçı anısına Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda konser verilecek.

TOROS DAĞLARINDAKİ YETİM

Yazar Süleyman Çeliker, “Ruhi Su’nun 24 bilinmeyeni” başlıklı derlemesinde Ruhi Su’yu şöyle anlatıyor:

1. 1912 yılında Van’da doğdu. Günü, ayı bilinmiyor. Annesi, babası bilinmiyor. Adı Mehmet’ti. Kimin koyduğu bilinmiyor. 4 yaşındayken Adana’da çocuksuz bir ailenin yanına verdiler. Kimin verdiği bilinmiyor.

2. 6 yaşındayken Fransızlar Adana’yı işgal edince Adanalıların ‘kaç-kaç yılları’ dedikleri dönem başladı. Evini, barkını bırakan Adanalılar Toros Dağları’na sığındı. Yıllarca dağlarda, mağaralarda yaşadılar.

3. Dağlarda dolaştıkları bir gün, ‘yenge’ bellediği kadın, su testisini tutuşturur eline. “Git su bul gel” der. Testiyi alır ama suyu nereden bulacağını bilmemektedir. Kaybolur.
Çobanlık günlerinden bildiği yabani otlarla meyvelerle beslenir günlerce. Ağaç kovuklarında, mağaralarda uyur. Sonra ‘kaç-kaç kervanı’na katılan bir grup çıkar karşısına. Peşlerine takılır. Elindeki testi hâlâ su doludur. Onu ailesinin bulunduğu yere götürürler. Heyecanla yanlarına koşar. Amcasının sarılıp ağladığı rivayet edilir. Yengesinin bakışları ise bakış değildir. O zaman anlar niye ‘su bulmaya’ gönderildiğini.
Yaklaşık 4 yıl dağlarda yaşarlar. Fransızlar Adana’dan kovulunca evlerine döndüklerinde hiçbir şeyleri kalmamıştır. Ne keçi, ne inek, ne de bir tavuk…

4. ‘Yenge’ bellediği kadın yediği her lokmayı saymaktadır. Dayaklar hiç bitmez. Bir gün ağaca bağlayarak kamçılamaya başlayınca, komşular yetişir. Bu komşulardan biri de arkadaşı Hüseyin’in annesidir. Onu elinden tutup Suphi Paşa’ya götürür. Bu kaderini değiştiren olayı ‘Mehmet’ yıllar sonra olayı şöyle anlatır:
“Adana’ya döndüğümüzde 10 yaşındaydım. Hüseyin adında bir mahalle arkadaşım vardı. Annesi beni çok severdi. Bir gün, ‘Gel oğlum, seni Hüseyin’in okuluna yazdırayım’ dedi. ‘Hüseyin’in okulu’ dediği öksüz yurdu Darül Eytam’dı. O zamanlar Adana’da, Suphi Paşa derler, soylu aileden, nüfuzlu bir paşa vardı. ‘Köyden geldi, kimsesizdir’ diye bir mektup yazıp ‘al bunu öksüz yurdu müdürüne ver’ dedi.”
Darül Eytam, Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı öncesinde öksüz ve yetim çocukları yerleştirmek için kurduğu yetiştirme yurdudur. O kadar çok çocuk öksüz ve yetim kalmıştır ki her gideni almazlar. Ama o, Mehmet Suphi Paşa’nın mektubuyla gidince kaydını yaparlar.

5. Yurt müdürü, hemen hademeyi çağırır, “Hamama götürün bunu iyice bir yıkayın” der. Yıkanıp, yeni elbiselerle yurdun bahçesine çıktığında şaşkındır:
“Oyun denen bir şeyin olduğunu o zaman öğrendim, içim içime sığmıyordu, şaşkındım. Öksüzler yurdunda çocukluğumu yaşamaya başladım. Önce sesimin farkına vardılar. Marşlar, şarkılar söyleyerek taburun önünde yürüyen gruba aldılar beni… Zaten önceden konu komşu hep beni çağırır türkü söyletirlerdi.”
Müzik öğretmeni Mehmet Tahir’in gözdesidir. İlk keman derslerini ondan alır.

6. 1925 yılında Ankara Müzik Öğretmen Okulu açılınca, Türkiye’deki tüm öksüz ve yetim yurtlarına bir yazı gönderilir: “Müziğe yetenekli çocuklar tespit edilip, sınavdan geçirilerek okulumuza kaydı yapılacaktır.”
Okul yönetimi beşinci sınıfa giden Şaban’la dördüncü sınıftaki Mehmet’in sınava katılacağını bildirir. Mehmet sınavı kazanır ama Şaban için sonuç hüsrandır. Okul müdürü yanına çağırır: “Sen bir sene daha bu okulda okuyabilirsin. Şaban okulu bu yıl bitirecek. Müzik okuluna gidemezse açıkta kalır. Bu yıl onu kazanmış gibi gösterelim, sen nasılsa seneye yine kazanırsın.”
Kabul eder.
Bir yıl sonra Suphi ile birlikte girer sınava. Bu kez ikisi de kazanır. Dosyaları kayıt için Ankara’ya gönderilir. Ama Ankara’dan bekledikleri haberden önce dönemin Savunma Bakanı Recep Peker’in tüm öksüz ve yetim yurtlarına gönderdiği yazı gelir: “Okulu bitiren tüm çocukların zorunlu olarak askeri okullara kaydı yapılacaktır.”
Müzik okuluna gitme hayalleri böylece söner: “Çok üzüldüm ama yerimi Şaban’a verdiğime hiç pişman olmadım. Suphi, ben ve diğer arkadaşlarımla birlikte, İstanbul Halıcıoğlu Askeri Lisesi’ne gidecektik. Yeniden müzik öğretmen okuluna nasıl gideceğimi düşünmeye başlarken, askeri okula gitme hazırlıklarımız başladı. Doktor kontrolünden geçtik. Göz muayenesinde az görüyormuşum numarası yaptım ama sağlam olduğuma karar verdiler.”

7. NEDEN ‘RUHİ’ ADINI SEÇTİ?

Ruhi adını da bugünlerde alacaktır: “Bizi muayene eden doktorlar, isimlerimizi duydukça gülümsüyorlardı. İsimlerimizden dolayı, küçümsendiğimizin farkına vardık. İsimlerimizi değiştirmeyi veya ek bir isim almayı kararlaştırdık. Ökkeş, Durmuş, Cumali, Ali Merdan gibi isimleri bırakarak ‘kibar’ isimlerimizle İstanbul’a Halıcıoğlu Askeri Lisesi’ne geldik. Cumali, ‘Ali Ulvi’ oldu, Suphi, ‘Suphi Nijat’ oldu. Artık ben de ‘Mehmet Ruhi’ idim.”
Askeri liseye yazılmıştır ama aklı müzik okulundadır. Kemanı hep yanındadır. Müzik yeteneğiyle okuldaki herkesin sevgilisi olmuştur kısa sürede. Bir gün arkadaşlarının ısrarıyla kantinde keman çalarken okul komutanı girer içeri. “Bu ne rezalet” diye bağırarak kemanı alır, yere atar ve ayaklarıyla parçalar.

8. FİRAR VE HÜSRAN

Askeri liseden kaçmaya karar verir. Kimliği okul yönetiminde olduğu için bir tanıdığının verdiği kimliği yanına alarak kaçar. Ama Ankara’da inzibatlara yakalanır ve başı eğik döner askeri liseye.
Üst sınıflardan birileri çürük raporu alırsa askeri okuldan ayrılabileceğini söyler. Sevk kağıdı alıp Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne gider:
“Göz muayenesinde, bütün harfleri yanlış okudum ama doktorlar öksüzüm diye acıyıp sağlam raporu verdiler. Oradan kulak muayenesine gittim. Kulak doktoruna durumumu anlattım. Beni çürük çıkarması için yalvardım. Hiç unutmuyorum ‘İltihab-ı üzeynden dolayı mektebe devam edemez’ diye rapor verdi. Çok sevindim. Arkadaşlarım ve ağabeyler Müzik Öğretmen Okulu’na dilekçe yazdılar. Hazırlanmaya başladım.”
Ankara’ya gitmek için hazırlanırken gönderdiği dilekçeye yanıt gelir: “Okulumuzun tüm kontenjanı olmuştur.”

Çürüğe çıktığı için askeri okulda da kalamaz. Adana’nın yolunu tutar. Yetiştirme yurduna gider ama almazlar. Artık büyümüştür. Adana Lisesi’ne parasız yatılı olarak kaydını yaptırır. Sonra da Adana Öğretmen Okulu’na geçer.

9. SESSİZ FİLMLER VE KEMAN

Sessiz filmlerin dönemidir. Adana’da bu filmler sinemadaki küçük bir orkestranın müziği eşliğinde gösterilir. Orkestrayı yöneten Avusturyalı Ervix bey aynı zamanda öğretmen okulundaki müzik hocasıdır. Kemanla klasik müzik parçaları çalmayı ondan öğrenir.

O yıllarda, hayatıyla ilgili hiçbir çalışmada adı belirtilmeyen ebe-hemşire bir kadına aşık olur. Evlenirler, Güngör adında bir de çocukları olur. Bir süre sonra eşinin tayini Ankara Numune Hastanesi’ne çıkar.

Ankara’ya eşinin yanına gitmenin yolunu ararken Ankara Müzik Okulu sınav açar:
“Ankara’ya gittim ve sınava girdim. Sınavda ‘ne çalarsın’ diye sordular, ben de ‘morsolar’ dedim. ‘Bir konçerto çal’ dediklerinde çok şaşırdım. Bu sözü ilk kez duyuyordum. Müzik imlası ve armoni sözlerini de ilk kez duyuyordum. Öğretmenlerden biri, sınava hazırlanmam için Vivaldi Sol Majör Keman Konçertosu’nu verdi. Bir arkadaştan ödünç keman buldum. Bir otel odasında gece gündüz çalıştım. Sınavı başarı ile verdim.”

10. SOYADI SU OLUYOR

‘Su’ soyadını da o dönemde alır ve Mehmet Ruhi Su olarak Müzik Öğretmen Okulu’na kaydını yaparlar. Okuldayken ‘Riyaseti Cumhur Orkestrası’na seçilir. Ayrıca Devlet Operası’nda bas bariton bir solisttir. Bu dönemde hocalarından Prof. Hay, keman çalmanın ses tellerine zarar verdiğini anlatınca kemanı bırakır. Bağlamaya da ondan sonra başlar.

O günlerde 6 yıl önce evlendiği eşinden boşanır. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde şeflik yaptığı bir koro vardır. Felsefe bölümünde okuyan Sıdıka Umut’la o koroda tanışacaktır:
“İlk tanışmamız şöyle oldu: Nezihe Aras, Ruhi Su ve ben okul çıkışı Ulus’a kadar yürüdük. Ruhi ağzını burnunu atkıyla sıkıca örtmüş, hiç konuşmuyor. ‘Sizin türkülerinizi dinledim’ demek istiyorum ama sesi çıkmıyor. Bizi yurdumuza kadar bıraktı. Ayrılırken ‘Kusura bakmayın sizinle konuşamadım çünkü akşam opera temsilim var, sesimi korumam lazım’ dedi.”

11. BAS BARİTON RUHİ SU’DAN TÜRKÜLER

Operadaki odasında bir gün bağlama çalıp türkü söylerken hocası Prof. Markoviç’in dikkatini çeker. İçeri girip, “Ben Türk müziğinin bu kadar güzel olduğunu bilmiyordum. Neden radyoda söylemiyorsun?” diye sorar.
Ankara Radyosu Müdürü Vedat Nedim Tör’e giderek ondan söz eder. Tör, radyoda müzik programlarına bakan Mesut Cemil’i çağırır. “Ruhi Su için hemen bir türkü programı hazırlayın” der.
Sene 1943’tür. İki haftada bir sabahları 10.00’da yayımlanan, “Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor” adlı program böyle başlar.
Ağırlıklı olarak Alevi deyişleri söylediği bu programlar geniş ilgi görür. Ama başarının cezası gecikmez. Ali İzzet’ten, ‘Bir Allah’ı Tanıyalım Ayrı Gayrı Bu Din Nedir’, Pir Sultan Abdal’dan ‘Gelin Canlar Bir Olalım’, Muhyi’den ‘Zahit Bizi Tan Eyleme’ gibi nefesler ‘birilerini’ rahatsız eder, “Ruhi su radyoda Alevi türküleri söylüyor, komünizm propagandası yapıyor” diye yaygara koparırlar.

12. ‘SENİN SESİNİ BURADA HARCAMAYALIM’

Baskılara dayanamayan Mesut Cemil 1945 yılında yanına çağırır. “Senin sesini buralarda harcamayalım, sen bir opera sanatçısısın” der. “Ben harcanmaya razıyım” diye karşılık verir ve türkü söylemeye devam eder.

Ancak düğmeye basılmıştır. Bir süre sonra tekrar çağırır Mesut Cemil. Bu kez lafı dolandırmaz. “Senin komünizm propagandası yaptığını söylüyorlar. Bunun için programlara bir süre ara verelim” der. Bu ara hiç bitmeyecektir…
Ruhi Su ile Sıdıka Umut, tanıştıktan sonra yaklaşık beş yıl birlikte yaşarlar. İkisi de TKP üyesidir ama bu durumdan birbirlerine söz etmezler. Bir gün gizli bir toplantıda karşılaşırlar hatta.
Sonrası 1951 yılı. İşkenceler, hapishaneler dönemi…
Sonbaharda büyük TKP tevkifatı başlar. 11 Kasım günü Sıdıka Umut tutuklanır, bir süre sonra da Ruhi Su.

13. SANSARYAN HAN’IN TABUTLUKLARINDA

İkisini de İstanbul’a götürür, Sansaryan Han’ın tabutluklarına koyarlar. Ama birbirlerinden haberleri yoktur. ‘Bu Nasıl İstanbul Zindan İçinde’yi o zaman yazar.
Sansaryan Han’daki işkenceler tam beş ay sürer. Bir gün Ruhi Su kanaması durmadığı için doktora çıkarılan Sıdaka Su’nun sesini duyar ve tanır. Yüreği parçalanır. Mahsus Mahal’i o gün yazar.
İşkence günlerinden sonra Harbiye Cezaevi’ne nakledilirler. Yargılama tam 3 yıl sürer. 5’er yıl hapse çarptırılırlar.

14. NİKAH ŞAHİTLERİ BEHİCE BORAN

Cezaları kesinleşince ayrı hapishanelere gönderileceklerdir. Evlenmeye karar verirler. 29 Eylül 1954 Cumartesi günü askerler eşliğinde özel izinle dışarı çıkarlar. Nikahları Rumeli Caddesi’ndeki Hükümet Konağı’nda kıyılır. Şahitleri Sıdıka Umut’un DTCF’den hocası Behice Boran ile eşi Nevzat Hatko’dur.

Nikahtan sonra nakiller başlar. Ruhi Su, Adana Cezaevi’ne gönderilecektir. Mahkûmları ikişer ikişer ellerinden zincirleyerek otobüslere bindirirler. Gülek Boğazı’na doğru ilerliyorken, Aksaray yakınlarında mola verirler. Ay ışığının aydınlattığı bir gecedir. Ruhi Su jandarmaya tuvalete gideceğini söyler, zinciri çözmesini ister. Dinlemez jandarma. Bir eli yanındaki mahpusa zincirli, bozkırın ortasında tuvaletini yapar. Karşıda bütün heybetiyle Hasan Dağı dikilmektedir:

Hasan dağı Hasan dağı
Eğil eğil, eğil bir bak
Sıkıyor zincir bileği
Jandarmada din iman yok

Gidiyor kalktı göçümüz
Gülmez, ağlamaz içimiz
İnsan olmaktı suçumuz
Hasan dağı insan olmak

Bu dizeleri orada yazar…

O Adana Cezaevi’nin yolundayken Sıdıka Su Sultanahmet Cezaevi’ne gönderilir. Koğuş arkadaşı Sevim Belli’dir.

15. PASPAS SAPLARINDAN BAĞLAMA

Cezaevindeyken bağlamasını ister ama izin vermezler. Faik Şekeroğlu adlı hükümlü, paspasların tahta saplarını oyarak bir bağlama yapar. Bu bağlamayla türkülerini söylerken, mahkûmlardan bir cezaevi korosu kurar. Cezaevinden çıkarken de bağlamayı başka bir mahkûma hediye eder.

1958 yılının haziran ayında tahliye olurlar ama ceza bitmemiştir. Ruhi Su, Konya’nın Çumra ilçesine sürgüne gönderilir. İki yıl orada kalacaktır. Sıdıka Su ise mevcutlu olarak Ankara’ya gitmiştir.
Evli oldukları için sürgünlüklerini aynı yerde geçirme hakları vardır ama dönemin Emniyet Genel Müdürü Kemal Aygün izin vermez.
Çumra Savcısı Muharrem İlkez, Ruhi Su’nun türkülerine hayrandır. Hatta ondan cura dersleri alır. Savcı İlkez, Ankara’ya eşinin yanına gidebilmesi için çok çaba sarf eder ama Kemal Aygün’ün ‘o komünisti’ Ankara’ya sokmaya niyeti yoktur. Savcının çabaları 3 ay sonra sonuç verir. Ruhi Su eylül ayında sürgün cezasını çekmek için Ankara’ya eşinin yanına gider.
Kemal Aygün, Ruhi Su’nun türkü söylemesine de izin vermez. Beş paraları yoktur. Yakın dostu Celal Cündoğlu yardım elini uzatır. Etimesgut’a 2 kilometre uzaklıkta bir tarlanın ortasında bir ev tutar. Yıkık dökük, elektriği ve suyu olmayan, kerpiçten, iki oda bir sofa ve tuvaletten ibaret bir evdir bu. Eşyaları ise bir gaz sobası, bir kilim ve birkaç kap kacak…

Her sabah 2 kilometre yürüyerek Etimesgut’a gidip jandarmaya imza vermeleri gerekmektedir. Celal Cündoğlu’nun her ay verdiği 100 lira ile geçinmeye çalışırlar.

16. CÜNEYT GÖKÇER ONU GÖRÜNCE…

Bir gün Arthur Miller’in ‘Satıcının Ölümü’ oyununu izlemek için otostop yapıp Ankara’ya giderler. Oyunda Ruhi Su’nun ‘yakın dostu’ Cüneyt Gökçer de oynamaktadır.
Ruhi Su oyunu çok beğenir, heyecanlanır, gözleri ışıl ışıl tebrik etmek için hızlı adımlarla Cüneyt Gökçer’in yanına gider. Cüneyt Gökçer onu gördüğünde ne yapacağını şaşırır. Beti benzi atar, ayakları geri geri gider adeta. Heyecanla elini uzatan Ruhi Su, arkadaşını bu halde görünce donakalır. “Hapse girmeden önce aralarındaki ilişki çok iyiydi ve onun aklına fikrine çok güvenirdi” diye anlatacaktır daha sonra Sıdıka Su, “Bu yüzden onun bu soğuk tavrından çok etkilenmişti.”

17. RUHİ SU HAMALLIK YAPIYOR

Bir gün Etimesgut’taki evlerine Ruhi Su’nun cezaevinden çıkan arkadaşları gelir. Bir nakliye şirketi kurmaya karar vermişlerdir. “Biraz para bul sen de ortak ol. Sen nakliye işine karışmazsın. Yazıhanede oturur, işleri kontrol edersin” derler. İstedikleri para 20 bin liradır. Celal Cündoğlu bu parayı da verir.
Ancak işler istedikleri gibi gitmez. Büroda oturup hamal çalıştırabilecek halleri yoktur: “Ruhi emniyet nezaretimiz bitene kadar evden eve eşya taşıdı. Bu nakliye işine başladıktan sonra Aydınlıkevler’de bodrum katında bir ev tuttuk. Burada oğlumuz Ilgın dünyaya geldi.”

Ruhi Su’nun hamallık yaptığını duyan Atıf Yılmaz, Ankara’ya gelir. ‘Karacoğlan’ın Kara Sevdası’ filmini çekmeye hazırlanmaktadır. “Cezan bitince sen de gel. Filmin müziklerini yaparsın” der. Bir süre sonra cezası biter ve Adana’nın yolunu tutar.
Çığaşar Yaylası’nda film ekibiyle çalışırken, bir yandan da türküler derler. Bu film için de bir koro kurar. Yaklaşık 40 gün orada kalır.

18. YOLU SAMİ HAZİNSES’LE KESİŞTİ

Film için Çığaşar Yaylası’na gidenler arasında Sami Hazinses de vardır. Çekimler sırasında bir çiftlikte gördüğü kıza aşık olan, “Ben bu kızı kaçıracağım” diye tutturan, aşkı kabul görmeyince de yol kenarına oturup hüngür hüngür ağlayan Sami Hazinses.
Karacoğlan’ın türkülerini söylediği filmin galası için İstanbul’a giderler. Ama filmde türküleri söyleyen Ruhi Su değil, onun hocalık yaptığı, opera sınavlarına hazırladığı Aydın Gün’dür. Bu durum çok zoruna gider. Atıf Yılmaz da üzgündür. Filmin yapımcısı Hürrem Erman’ın Ruhi Su’nun türkülerini filmden çıkarması için yaptığı baskılara çok direndiğini ama başarılı olamadığını anlatır. Filmin Ruhi Su’nun sesinin olduğu ilk kopyasını sorarlar. O da ortada yoktur.

19. GAZİNOLAR, KULÜPLER DÖNEMİ

Karacoğlan filminin çekimlerinden sonra 1959 yılının Aralık ayında İstanbul’a yerleşir. Taksim Belediye Gazinosu’nda türkü söylemeye başlar. Nişantaşı’nda çatı katı bir ev tutar. 2 Mart 1960’da eşi Sıdıka su ile oğlu Ilgın’ı yanına alır.

Ayrım yapmaksızın kulüplere, gazinolara çıkarak türkülerini söylediği dönemdir bu. As Kulüp, Çatı, Kent, Kafkas, Kartiyer, 66, Reis Merhaba gibi küçük kulüplerde türkü söylerken, Halit Çambel ve Atilla Özkırımlı’nın yardımlarıyla 4 adet 45’lik plak çıkarır. Plaklar beklenenin üzerinde ilgi görür.

Yine o yıllarda türkülerini çok seven Kazım Taşkent’in davetiyle Yapı Kredi Bankası için bir kitap hazırlamaya başlar. Türküler ve halk oyunu havalarını notalara dökecektir. Tam beş yıl çalışır, özellikle notaları hazırlarken yurtdışında tanıdığı müzisyenlerden yardım alır.

20. BEDİİ FAİK: KULAKLARA KURŞUN GİBİ AKAN SES

Kitap tam bitmek üzeredir. 1960 yılıdır. Duygu Sağıroğlu’nun ‘Bitmeyen Yol’ adlı filminde söylediği, “Serdari halimiz böyle n’olacak/ Kısa çöp uzundan hakkın alacak” türküsü nedeniyle Dünya gazetesi yazarı Bedii Faik, hedef tahtasına koyar. “Kulaklara kurşun gibi akan ses” ve “İş adamlarımız uyuyor mu?” diye yazılar yazar.
Kazım Taşkent, mesajı almıştır. “Sen artık bütün aletleri ve notaları alıp, evinde çalışsan” der. O da mesajı almıştır.
Bir süre sonra onun hazırladığı kitap Yapı Kredi Yayınları’ndan Sadi Yaver Ataman’ın imzasıyla çıkar. Dava açar, kazanır. “İkinci baskıyı senin adınla yapacağız” derler ama bu ikinci baskı asla çıkmaz.

Hep ‘yasaklı’ bir sanatçı olarak yaşar Ruhi Su. “Onun yasakları ölene kadar sürdü” diye anlatıyor Sıdıka Su… Sürekli takip altındadır.
1960’lı yılların sonundan itibaren adını geniş kitlelerin bildiği bir isimdir. O dönem yükselen devrimci hareketin büyük saygı duyduğu bir müzik adamı olarak konserden konsere koşar.
Dingin tavrı, loş ışıkta siyah kıyafetlerle çıktığı sahnede bağlaması ve Anadolu’nun dört bir yanından derlediği türkülerle efsaneye dönüşür.

21. NAZIM’A AĞIT

Derleme çalışmalarının yanı sıra şiirler yazar, besteler yapar. Nazım Hikmet’in şiirini besteleyen ilk müzik insanıdır. 1950 yılında Süvarinin Türküsü’nü notalara dökmüştür. 1963 yılında Nazım’ın ölüm haberini aldığında ise ‘Karalı Bir Haber Düşmüş Geliyor’ ağıdını yakar.

Gittiği her yerde korolar kurmuştur. Öğretmen okulunda, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde, Karacoğlan filminin setinde, hapishanede, Boğaziçi Üniversitesi’nde…
1970 yılında Dostlar Tiyatrosu bünyesinde kurduğu ‘Dostlar Korosu’ ise Türkiye’de müzik hayatının bir dönemine damgasını vuracaktır. Türküleri çok sesli yorumlayan korodan yolu geçenler arasında Timur Selçuk, Canan Akın, Sarper Özsan ve öğrencisi Sümeyra Çakır gibi önemli müzisyenler vardır. 1976’da ‘El Kapıları’, 1977’de ‘Sabahın Sahibi Var’, 1978’de ‘Semahlar’ albümlerinde Dostlar Korusu ona eşlik etmiştir.
70’li yılların ortalarından sonra müziği dünyada yankı bulmaya başlar. Dünyanın farklı yerlerinden pasaport yasağı nedeniyle çoğunu almaya gidemediği ödüller verilir. Ancak 1977 yılından sonra yurt dışında konserlere gider.

22. DERLEME YAPMASINA İZİN YOK

Derleme çalışmalarından asla vazgeçmez. Önceleri Anadolu’yu dolaşarak derleme yapmayı dener. ‘Pir Sultan’ üzerine çalışmak için Malatya Arguvan’a gider. Yanına bölge eşrafından birini alarak gittiği için burada kimse ilişmez. Ama Mersin’de elinde teyple gören köylüler jandarmaya şikayet eder. Gözaltına alınır. Ressam Rasine Arsebük ve Ersin Alok ile Kürt illerine gittiğinde ise bir cip takılır peşlerine. Oradan da dönmek zorunda kalır. Dadaloğlu üzerine çalışırken Adana’ya gitmeye karar verir. Kadirli’ye yörenin bütün aşıklarını davet eder. Ancak Adana’ya gittiğinde karşılarına dikilen vali, “Burayı derhal terk edin” der ve geri dönmek zorunda kalır. Ondan sonra da bir daha derleme yapmak için Anadolu yollarına düşmez.
İstanbul ve Ankara’da derleme çalışmaları yapmaya başlar. Gecekondu mahallelerine gider. Oralarda tanıştığı insanlardan yörelerinin türkülerini dinleyerek kayda alır. Tanıştığı herkese ilk nereli olduğunu sorar. Sonra da yörelerinin türkülerini ve ailesinde türkü söyleyen birilerinin olup olmadığını.

23. AŞIK VEYSEL’İN RUHİ SU TARİFİ

Aşık Veysel’in deyişiyle, “Köylüyü şehirlilere sevdiren adam”dır Ruhi Su.
Türkü yorumlarken kendinden evvelkiler gibi yerel ağzı kullanmaz. İstanbul şivesiyle söyler. İstanbullu müzisyenlerin yüzlerini Anadolu’ya çevirmesinde payı büyüktür. Bir dönem dilden dile dolaşan, ‘Burçak Tarlası’nı Tülay Germen’e söyleten odur.

1980 darbesiyle başlayan karanlık dönemin yasaklı isimlerindendir. Konserlere çıkamaz. Albümleri toplatılır. 70’li yaşlarına gelmiştir. Rahatsızlanır. Prostat kanseri teşhisi koyarlar.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde ameliyat ederler ama başarılı olmaz. Doktorlar yurtdışına giderse tedavi olabileceğini söyler. Cuntacılar pasaport vermez. Cumhuriyet gazetesi ve Nokta dergisi, konuyu gündeme taşır. Aydınlar kampanya başlatır. Yurtdışından aydınlar çağrıda bulunur. Bir süre sonra pasaport verilir. Ama onun artık pasaporta ihtiyacı yoktur: 20 Eylül 1985’te hayata gözlerini yumar…

24. CENAZEYE SALDIRI, MEZARA KURŞUN

Ancak cenaze töreninde rahat vermezler Ruhi Su’ya… Askerler törene katılanlara saldırır. 163 kişi gözaltına alınır.
Bu durum o toprağa karıştıktan sonra da sürer. Sıdıka Su şunları anlatıyor: “Ruhi’nin bu ülkede rahat dolaştığı hiçbir zaman görülmemiştir. Ona böyle baskı yapılmasının nedeni komünizm düşmanlığıydı. On senedir her yıl anıt mezarını kırıyorlar. Değiştiriyoruz, bu sefer ateş ediyorlar. Mezarı dört bir yanından kurşun yağmuruna tutmuşlar…”

Herkes sakin kişiliğinden ve dingin tavırlarından bahseder. Derler ki çektiği acılarından, sıkıntılardan, bahsetmeyi sevmezdi. Özellikle çocukluğunda yaşadıklarını kimseye anlatmazdı. Ama sanırım bir kez anlattı hepimize ‘Seferberlik’ ile:

Eli silah tutanların gidişiydi bu
Rediflerin, vay anam kur’asının
Çalgıların da insanlar gibi
Zort zort edeni var
Zom zom gideni var
Uyandım davulun bağnazlığına
Davulun, trampetin
Gerilmiş derilerin muştusuna
Seferberlikti bu, karşı durulmaz.

Bir sesim vardı benim
Bin sesim olsa n’olacak
Çocukların sesiyle adam vurulmaz
Kim getirdi bu savaşı ekmeğin beyazlığına

Şimdilerdeki gibi anımsarım
İkiz bebeklere benzerdi ekmekler
Püren balı gibi kokardı
Biz oldum olası ekmekle doyarız da
Çocukluğum geldi aklıma.

Hep savaşlardan mı kaldı bu yoksulluk
Seferberlik derlerdi ben de bulundum içinde
Pelit, ekmek ağacı, bal ağacıydı bizim Güney’de
Çocuklar ya çok azdı, ya çok ağlamazdı
Ya da ağlamaya vakit kalmazdı.
Hastalık lekeli humma
İlaç kına kınaydı
Gitsin, gitsin de gelmesin
Çocukluğum geliyor aklıma.

Kaynakça:

– … bir de Ruhi Su geçti, Füsun Akatlı, Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı Yayınları, 2001

– Ruhi Su Eserleri ve Sanatçı Kişiliği, Ali Haydar Timisi, İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Temel Bilimler Bölümü Türk Halk Müziği Ana Sanat Dalı Bitirme Çalışması
– Ruhi Su ile Birlikte Kırk Yıl: Sıdıka Su, Seval Deniz Karaalioğlu
– Özlediğimiz Ruhi Su, Murat Meriç
– Ruhi Su: Türkülerimizin Çağlayanı, Metin Bahçivan
– Türkülerin 100’ü Ruhi Su
– Ruhi Su, Vikipedi
– Sanatın ve müziğin filozofu halkların bilgesi Ruhi Su, Mehmet Akkaya
– Anadolu’nun Sesi Ruhi Su 100 Yaşında Kemal Yalçın

Toros Dağlarında bir yetim… Ruhi Su

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

5 Yorum

  1. Ruhun şad olsun güzel insan, sanatçı sendin…

  2. Ne kadar güzel bir yazı. Ne kadar güzel bir insanı anıyoruz. Emeklerinize sağlık.

  3. 20 Eylül 2022, 17:17

    İşte kolay rahat bir hayat sürebilecek iken yaşadığın ülkenin ve toplumun sorumluluğunu yüklenerek, zor ama onurlu bir yaşamı seçersen unutulmaz olur ölümsüzlüğü hak edersin. Sesin, yüzlerce, binlerce yıl sonra bile onurlu insanların dilinde yankılanır. Toprağı bol olsun, çınar olsun, çiçek olsun.

  4. Alçaklara inat,Ruhi Su ölmedi öldüremediniz ama siz hep geberip gittiniz!

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!