Öncelikle böyle bir yazı yazdığım ve böyle bir üslup kullandığım için okuyucularımdan özür dilerim. Beni takip edenler bilir, yazılarımda asgari nezaket kurallarına uymaya ve birleştirici/yapıcı bir dil kullanmaya dikkat ederim. Tarzım budur.
Ne var ki, bu yazı, başlıktan da tahmin edeceğiniz üzere, biraz farklı olacak. Çünkü bazı konular tatlı uyarılarla anlaşılmıyor, illaki gerçeği dümdüz ifade etmek gerekiyor.
Bu yazı, böyle bir yazı…
***
Bildiğiniz üzere, ülkemizde Alevilere yönelik bir “mum söndü” iftirası geçmişten beri sistematik olarak toplumun değişik katmanlarında yayılmaktadır.
Tarih boyunca aralarında rekabet olan birçok halk, öteki halka iftiralar atmış, hakkında kara propaganda yapmıştır. Osmanlı çağında da Safevi Devleti ile rekabetten dolayı bu iftiranın kurbanı Aleviler (o çağdaki adıyla Kızılbaşlar) olmuştur. [Konuyla ilgili Doğan Kaplan’ın, “Alevilere Atılan “Mum Söndü” İftirasının Tarihsel Kökenleri Üzerine” başlıklı makalesi önemli bilgiler veriyor. Biz de bu yazımızda söz konusu makaleden istifade ettik.]
Osmanlı resmî vesikalarında Kızılbaşları ifade eden bazı ifadeler şunlar:
– Kızılbaş-ı bed-kişi (kötü Kızılbaş),
– Kızılbaş-ı evbaş (aşağılık Kızılbaş),
– Kızılbaş-ı bed-maaş (kötü yaşayışlı Kızılbaş),
– Kızılbaş-ı bî-din (dinsiz Kızılbaş),
– Kızılbaş-ı hannâs (if-rit Kızılbaş),
– Kızılbaş-ı mütezelzilu’l-akdâm (ayakları kaymış Kızılbaş),
– Kızılbaş-ırû-siyâhi (karayüzlü Kızılbaş),
– Kızılbaş-ı şum (uğursuz Kızılbaş),
– leşker-i şeyâtin-i bî-şumar (sayısız şeytanların askeri/ordusu),
– şâh-ı gümrah (doğru yoldan sapmışşak).
Hızını alamayan birkaç aklıevvel Osmanlı memuru, mühimme defterlerine bile mum söndü iftirasını sokmuştur. Mühimme defterlerindeki “Kara Recep’in Kızılbaş olduğu ve kendi emsâli Kızılbaşlar ile toplanıp geceleyin bir tenha eve girip saz, çalgı ve diğer “âlât-ı hevâ” ile eğlendikleri ve sonra mumları söndürüp birbirinin avretini tasarruf ettikleri” kayıtlarına bakacak olursak, bu alçak memurlar, Alevilerin akşamları yaptıkları cem ibadetlerini “mum söndü” olarak kayda geçmişler.
Sonuçta herkes, karşısındakini kendisi gibi bilir, öyle değil mi?
***
Türk edebiyatında da birçok yazar bu iftirayı konu edinmekten çekinmemiştir. [Hatta bununla ilgili bir çalışma yapıp bu alçaklıkları deşifre etmek yerinde olur.]
Bu iftirayı dillendirenlerden biri de, ne yazık ki, meşhur hikayeci Ömer Seyfettin’dir.
Ömer Seyfettin, “Harem” adlı paçavrasında aynen şunları yazıyor:
“- Promiscuite ne?
– Evvel zamanda, insanlar, daha hayvanlara pek yakın iken ferdî izdivaç yokmuş. Sürü halinde yaşarlarmış. Kabilenin bütün erkekleri, bütün kadınların müsavi surette kocası imiş.
Nazan şaştı:
– Olur iş değil…
– Neye? Basit bir teşkilâtın basit neticesi? Doğan çocukların anası babası da kabilenin bütün halkı imiş. Bu hal, ayin gibi hâlâ bazı cemaatlerde devam eder. Meselâ «Kızıl-başlar» gibi… Ne ise… Okuyorum:
«Kâğıtların açılması, mumun sönmesi… Her kadın yabancı bir erkekle ruhen birleşiyor. Yalnız eskiden vücutlar birleşirmiş; şimdi ruhlar… Bu vahşet, bu iptidailik değil de nedir?»”
Evet, Ömer Seyfettin Kızılbaşları ensestle suçluyor. Onlara iftira atmaktan çekinmiyor. [Gerçi bu Ömer Seyfettin’in tek sabıkası da değil. Pembe İncili Kaftan adlı eserinde Şah İsmail’de demediğini bırakmamış. O da başka bir yazının konusu aslında.]
***
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Osmanlı memurlarını, Ömer Seyfettin’i ve mum söndü iftirasını işleyen diğer yazarları “dönemine göre” değerlendirip, mazur göremez miyiz?
Hayır, göremeyiz.
Öncelikle bu evrensel bir ahlak ilkesidir. İnsan fıtratına ters düşen bir şeydir. Söz konusu etmek bile insaf ve insanlık sınırları dışındadır.
İkincisi, mum söndünün bir iftira olduğu her dönemdeki dürüst ve şerefli insanlar tarafından dile getirilmiştir.
Bakın 17. yüzyılda yaşayan Evliya Çelebi ne diyor: “Hâşâ tekrar bir kere daha hâşâ ki böyle bir şey (mum söndürme) yoktur. Bu aciz kul Bağdat’ın fethinden itibaren o bölgeleri karış karış gezdim, dolaştım, fakat öyle bir şey görmedim. … Fakat bu dünya halkı dedikoducu, çekiştirici, kınayıcı, herkesin ayıp ve kusurlarını ortaya döküp saçıcı, acımasız ve yericidir.”
Evet, 17. Yüzyıl… Yani 1600’lü yıllar.
Evliya Çelebi, bu satırları yazdığı zamandan beri Ömer Seyfettin için aradan 300 yıl, bugün ise 400 yıl geçmiş durumda.
Yani, namuslu olan işin doğrusunu her çağda söylüyor…
***
İşin daha da kötüsü şu: Başta Ömer Seyfettin’in bu paçavrası olmak üzere mum söndü iftirasını işleyen kitaplar halen bugünün Türkiye’sinde basılıp binlerce satılıyor. Üstelik bunlar gençlere ve çocuklara okutuluyor.
Bakın, son yıllarda Ömer Seyfettin’in Harem adlı paçavrasını yayına hazırlayan kişiler ve bu paçavrayı basan yayınevleri şöyle.
– Ötüken Neşriyat
– Genesis Kitap
– Kültürperest Yayınları
– Bilgi Yayınevi
– Kare Yayınları
– Konak Yayınları
– Serüven Kitap
– Hamle Yayınevi
[Kısa bir tarama ile elde ettiğim sonuçlar. Mutlaka başkaları da vardır. Elbette bunların hepsini incelemedim ancak söz konusu ettiğimiz yeri kitaptan çıkaranlar veya bir şekilde müdahale eden varsa, bunlar sözlerimizin dışındadır.]
***
Şunu merak ediyorum: Bir yerde .ok var, .oktan kitaplar var. Bir insan neden bu .oku eline alır? Yer, yalar, yutar ki?
Bir yayınevi veya derleyici, her neyse, neden içinde iftira olan böyle .oktan kitapları basar ve satar ki?
Nedir bu ensest merakınız?
Tatmin edilmemiş duygularınız varsa, bunu başkalarına iftira atmadan tatmin edin…
Peki, kendine güya “milliyetçi” (!) olarak tanıtanlara ne diyelim?
Milliyetçiliğiniz bu mudur sizin?
Türk birliğini dinamitlemek ve Türk milletini derin faylarla ayırmak mıdır?
Türk milli birliğine zarar verenlerden milliyetçi olur mu?
Kendinize milliyetçi, Türk hatta insan bile demeyin.
***
Evliya Çelebi bile, 17.yüzyılda mum söndünün bir iftira olduğunu ifade ettiğine bakarsak, iletişim çağında olduğumuz şu günlerde halen bu iftirayı dillendiren veya dillendirenlere onur payesi veren şerefsizlere ne demeliyiz!!!
Kızgınım; kendine milliyetçi diyenlerin eliyle Türk milli birliği böyle iğdiş edilmemeli…
Ben az dedim, siz çok anlayın…
hocam saygılar.sizin ne anlatmak istediğinizi anladım sanırım.bir alevi vatandaş olarak bu tür ithamlarla çok karşı karşıya kaldım.yazınızda dikkatimi çeken bu iftiraların birçok topluma atılmış olması.birden aklıma umberto ecu nun gülün adı adlı romanı geldi.ordada bir kadın yakılma sahnesi ve usta çırağa böyle şeyler anlatıyor.anlattığı topluluk hristiyan ama birilerinin işine gelmeyince ne olursan ol ilk elden iftiralar başlıyor.kolay gelsin saygılar.