Avatar
Mihriban Ünal

Elit köstebekler mezarlığı

featured

Av. Mihriban Ünal yazdı…

Eşitsizlik olmasaydı ve hatta kapitalist toplumlar tarafından ısrarla beslenip büyütülmeseydi kültür, sanat, edebiyat, felsefe, hukuk, uluslararası ilişkiler ve siyaset olmazdı desek abartmayız sanırım.

O halde hukuk, felsefe ve siyaset de dahil tüm bu alanların varlık amacı ve öncelikli hedefi, ülke içinde ve dışında eşitsizliği ortadan kaldıracak işler yapmak, eserler üretmektir.

İlgili alanlarda çok çok iyi eserlere, işlere baktığımızda da hemen görüyoruz ki, gidilen yol, izlenen yöntem ne kadar farklı olursa olsun hepsi mevcut eşitsizliklerin asıl nedenlerini çok iyi tespit ediyor ve bu eşitsizliklerin ortadan kaldırılması için gerçeğe uygun çözümler sunuyor.

Peki insanlık tarihi boyunca eşitsizliğin ortadan kaldırılması için bunca değerli iş ve eserin sunduğu çözüm önerileri niçin dikkate alınmadı, alınmıyor, bu eşitsizlikler neden giderek arttı ve her alanda salgın hastalık gibi yayıldı?

Burada herhalde en büyük günah, eşitsizlikleri ortadan kaldırması gereken kesimlerin bizzat bu eşitsizlikleri yaratan derebeyler, tekeller, egemenler tarafından satın alınmasıdır. Satın alınmış akademi, yargı, basın, siyaset, bürokrasi, sivil toplum, edebiyat, kültür, sanat!

Konuyla ilgili siyaset felsefesinin en çok tartıştığı konulardan biridir, kim yönetmeli ve gerçekte kimler yönetiyor?

Bu anlamda ekonomik eşitsizlikleri temel alan sınıf teorisi, üretim araçlarını elinde tutması sebebiyle hukuk, kültür, sanat da dahil olmak üzere zihinsel tüm faaliyetleri ve ideolojiyi de kontrol eden yönetici sınıfa karşılık üretim araçlarına sahip olmayan ve sömürülen dolayısıyla da yönetilen sınıfın mücadelesi üzerine odaklanır.

Sınıf teorisine karşı liberal düşünürler tarafından geliştirilen ve Marksist teorisyenler tarafından ekonomik eşitsizlikleri esas almayıp daha ziyade siyasi bir kavram olan “elit”e odaklanması nedeniyle eleştirilen elit teorisi ise, kapitalist toplumlardaki sınıfların kan ve soy bağıyla kurulan sınıflara bakarak yaşam boyu devam etmediğini, çeşitli sınıflar arasındaki geçişin daha kolay ve esnek olduğunu, zaman içinde de elit değişimi (dolaşımı) yoluyla yöneten (elitler) ve yönetilen (halk) sınıfların yer değiştirdiğini ileri sürer.

Buradan da anlaşılacağı üzere, birbirine karşı olan teoriler bile ama açıktan ama üstü kapalı “eşitsizliği” kabul etmektedir. Yalnız sınıf teorisi eşitsizliğin asıl kaynağını gösterip bununla mücadele edilmesi gerektiğini işaret ederken bizlerin de eleştirdiği elit teorisi eşitsizliğin zaman içinde ve belli şartların ortaya çıkmasıyla elitler arasında el değiştirmesini çözümmüş gibi sunar.

Aslında bizler için uğruna Kurtuluş Savaşı verdiğimiz temel ve vazgeçilmez ilke bellidir, egemenlik kayıtsız ve şartsız millete ait olmalı, her iş ve alanda milli irade hâkim kılınmalıdır.

Bugün ne yazık ki giderek bu ilkeden, cumhuriyetten, Atatürk’ten, bağımsızlıktan uzaklaşıldığını ve uzaklaşıldıkça da çamurlar içinde debelendiğimizi görüyoruz.

Karar alma süreçlerinden uzak tutulan ve gün geçtikçe elindeki avucundakini kaybeden toplum, örgütlü, zengin ve elit azınlık, örgütsüz, mülksüz çoğunluk, milli egemenlik ve iradenin esamesi okunmuyor!

Birileri daha az çalışıp daha çok kazanıyor, birileri çok hızlı yükseliyor, birileri ekran ekran gezdirilip köpürtülüyor, bu eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için mücadele etmesi beklenen sözde elit ve aydınlarsa köstebek (kör sıçan) gibi silindir şeklinde omurgasız vücutları, küçük gözleri, sivri dişleri, kıt zekâları, satılık ruhları, çirkin suratlarıyla güneş, ışık, aydınlık girmeyen karanlık yuvalarından sadece yiyecek ve eş aramak için çıkıyor! Gerçek Türk aydını ve şehit Necip Hablemitoğlu’nun deyimiyle: “Mütareke İstanbul’unun, işbirlikçi Osmanlı Devlet adamlarının ruhları Ankara’da dolaşıyor!” Elit köstebeklerden biri gidiyor, biri geliyor, ülkemiz eski ve yeni köstebeklerin cirit attığı devasa bir mezarlığı andırıyor! Bu halde Necip Hablemitoğlu’nun aşağıdaki satırlara yer verdiği eserine niçin “Köstebek” isminin verildiği çok daha iyi anlaşılıyor.

“… Mürtecilik yani gericilik de artık salt dinsel anlamda kullanılmıyor. Tam bağımsız bir devleti ve kazanımlarını ortadan kaldırarak, düyunu umumiye döneminde olduğu gibi, ülkeyi uluslararası finans merkezlerinin denetimine sokmak da geriye gitmek anlamında mürtecilik olarak değerlendiriliyor. Aynı şekilde, koşulsuz AB teslimiyetçiliğini savunarak, devlet egemenliğini kayıtsız şartsız ulusa değil, Brüksel’e bağlamaya çalışanlar da Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın uzantıları olarak bu anlamda mürteciliği temsil ediyor. Anavatan kavramını Türkiye sınırlarından çıkarıp AB sınırlarına mal edenlerin milliyetçi-muhafazakarlığı ile, IMF, Dünya Bankası ve AB çıkarlarının sözcülüğünü, savunuculuğunu ve de tetikçiliğini yapanların yeni solculuğu, tıpkı Fethullah Gülen’in ve müritlerinin din ve vatan anlayışı ile birebir örtüşüyor…

Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en karanlık, en hazin dönemini yaşıyor. Bir tarafta, Türkiye Cumhuriyeti’ni koşulsuz savunan, Atatürk ilke ve devrimlerinin sahibi ve takipçisi, aydınlanmacı, tam bağımsızlıkçı, sömürünün her türüne karşı, evrensel barıştan yana, yurtsever, ilerici, ulusalcı kesim var. Ancak, ne bir siyasal partiye, ne basın ve yayın kuruluşlarına, ne de kendilerini destekleyecek ulusal sermaye gücüne sahipler. Ülkenin elden gidişini sessiz çığlıklarla izliyorlar. İşlerini ve işyerlerini kaybedenler, üniversite kapılarında bekleyenler, sefalet sınırının altında yaşayanlar, ülke güvenliğini sağlamaya çalışırken baba ocağına tabut içinde dönenler, Mumcular, Üçoklar, Aksoylar, Kışlalılar ve olup biteni izleyen milyonlarca örgütsüz, dağınık Türk yurtseveri! Karşı tarafta ise, ülkeyi etnik ve mezhepsel esasa dayalı olarak bölmeye, yer altı-yer üstü ekonomik kaynaklarını pazarlamaya, din devleti kurmaya ve halkın dinsel inançlarını sömürmeye, hatta Cumhuriyet’in başına numara koymaya kararlı, zengin, güçlü, dış destekli, örgütlü vatan hainleri ve işbirlikçileri ile peşlerinden sürükledikleri ulusal bilinçten yoksun diğer bir kesim!

İşte Köstebek adlı bu çalışma, içinde bulunduğumuz kapkara dönemde, devletimizin altının nasıl oyulduğunun, nasıl zaafa düşürüldüğünün binlerce örneğinden sadece birine ışık tutuyor: Türk Devleti’nin istihbarat birimlerine sızmış, kadrolaşmış fethullahçılara!

Şeyhleri ABD’de yaşayan, ancak kendi ülkesinde Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanan, CIA, M16 ve BND gibi yabancı ülke istihbarat örgütlerine taşeronluk yapan bir cemaate mensup müritlerin, asli görevi kendileri ile mücadele etmek olan istihbarat birimlerinde kadrolaşabileceğini, devletin gücünü, devleti savunanlara karşı kullanabilecek düzeye gelebileceklerini kim tahmin edebilirdi ki? “Köstebek” bu ihanet öyküsünün adıdır…”

“… Küreselleşme sürecine uyum sağlamak isteyen ulusal-uluslararası düzeydeki kurumların pek çoğu kabuk değiştiriyor. Hiç şüphesiz değişen bu kurumların başında da istihbarat örgütleri geliyor. Değişen tanımlar ve kavramlara koşut olarak, istihbarat ve karşı istihbarat faaliyetleri artık nostaljik 007 kalıplarından oldukça uzaklarda. Örneğin dünya üzerindeki her türlü kitle iletişimini kontrol eden “Echolon Ağı” uzaydan her türlü görüntüyü sağlayan uydu sistemleri, klasik casusların tüm işlevini fazlasıyla üstlenmiş durumda. Sanayi casusluğu hala önemini korurken, istihbarat terminolojisinde yeni kavramlar, konseptler ön plana çıkmakta: “Sosyal-Ekonomik-Siyasal-Dinsel-Kültürel İstihbarat” kavramları gibi. İstihbarat ve Karşı İstihbarat Servisleri, gelişmiş ülkelerde eskiden olduğu gibi tam bir gizlilik içinde işlerini yürüten kurumlar değil artık. Şimdilerde, Dışişleri, İçişleri, Ekonomi-Maliye, Adalet Bakanlıkları, Kızılhaç, özel servis veren pilot üniversiteler, enstitüler, vakıflar, özel misyonu olan kardinaller, piskoposlar, hahamlar ve tüm misyoner örgütleri, yurt dışında yatırım yapan şirketler, yurt dışında temsilciliği olan medya kuruluşları ve haber ajansları ile de -gerektikçe- iç içe çalışıyor. İstihbarat servislerinin rolü, koordinasyon, finansman, lojistik destek ve yönlendirme ile sınırlı. Artık hedef ülkelerde özellikle istihbarat-ajitasyon faaliyetlerinde deşifre olma riskine girilmiyor; bu iş genellikle doğrudan ya da dolaylı olarak servisle ilişkili yerli işbirlikçilere, taşeronlara sipariş ediliyor. İşte literatürde bu yerli işbirlikçilere-taşeronlara “etki ajanları”, ” yönlendirici ajanlar” ya da kapsamlı bir deyişle “nüfuz casusları” deniliyor.

Öncelikle kullanılan ajanları üç ana grupta toplamak gerekir: “Profesyoneller”, “Satın Alınabilir Aydınlar” ve “Sempatizanlar” (amatör muhipler). Profesyoneller yurt içinden ya da yurt dışında yaşayanlar arasından seçilir ve bilahare kendi ülkelerinde özel eğitime tabi tutulur. “Satın Alınabilir Aydınlar” özellikle ulus devlete geçiş aşamasının sancısını çeken toplumlarda, özellikle de Üçüncü Dünya Ülkelerinde en çok rastlanılan metadırlar, borsa değerleri vardır; özellikle medyada, bürokraside ve siyaset sahnesinde boy gösterirler. Örneğin “yönlendirici ajan” statüsünde etkili bir gazeteci ya da medya patronuna sahipseniz, yüz binlerce okuyucuyu ve siyasal iktidarı doğrudan etkileyecek bir silaha da kavuşmuş olursunuz. Keza, bir tarikat-cemaat şeyhini satın almışsanız, yüz binlerce müridini de “yularından tutma” ve gelecekte güdümünüzde bir halk hareketi başlatma gücüne sahip olursunuz. “Sempatizanlar” ise hedef ülkelere yoğun bir şekilde yönlendirilen kültürel emperyalizmin kesintisiz silahı olan kitle iletişim, eğlence ve eğitim araçlarından (sinema, müzik, moda, internet, televizyon vb) olumsuz biçimde etkilenen tüketicilerdir…”

O halde ülkemizi düze çıkaracak, iflah olmaz bu karanlıktan kurtaracak, köstebeklere yaşam şansı tanımayacak, eşitsizliklerin ortadan kaldırılması ve egemenliğin tekrar millete ait olması için her cephede gayret gösterecek kişiler, aydını, işçisi, çiftçisi, sanatçısı, siyasetçisi, öğrencisi, kadını erkeğiyle ülkemizin bilinçli tüm fertleridir.

Bu bilincin en güzel örneklerinden biri, çizdiği bağımsızlık rotasından bir an olsun sapmadığımız Mustafa Kemal Atatürk’ün 1937 yılında TBMM’de yaptığı konuşmada: “Denizcilik sadece ulaştırma işi değil, iktisadi iş olarak anlaşılacak ve tersaneler, gemiler, limanlar ve iskeleler inşa edilecek, deniz sporları, kulüpleri kurulacak ve korunup geliştirilecektir. Çünkü topraklarının ucu deniz olan bir ulusun sınırını, halkının kudret ve yeteneğinin hududu çizer. En uygun coğrafi konumda ve üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye, endüstrisi, ticareti ve sporu ile en ileri bir denizci ulus yetiştirmek yeteneğindedir. Bu yetenekten yararlanmasını bilmeliyiz. Denizciliği Türkün büyük ulusal ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız.” demesi ve dikkatlerimizi denizci bir ulus olmaya çekerek bu alanda da eşit ve özgürce yaşamayı hepimize vasiyet etmesidir.

Çünkü herhangi bir şey halka ait değilse kimseye ait değildir!

Mustafa Kemal Atatürk’ün ileri görüşlülüğüyle bu alandaki eşitsizliklerin de ortadan kaldırılması için bizlere vasiyet ettiği üzere, “en ileri bir denizci ulus yetiştirmek” ülkemizin ekonomik, sosyal, kültürel, askeri, siyasi tüm sorunlarını çözme potansiyeline sahiptir.

Bunun için ise, her şeyden önce tüm eşitsizliklerin ortadan kaldırılarak egemenliğin kayıtsız ve şartsız ulusa ait olması meselesi doğru anlaşılmalı, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen sürede kendi sularımızda kabotaj hakkının bütünüyle yabancılara verilmesi gibi büyük dersler çıkarmamız gereken kötü örnekler de dikkate alınarak, sadece topraklarımız değil denizlerimiz, kıyılarımız ve gemilerimiz de dahil olmak üzere vatanımız bazı kişi, kurum, kuruluş veya grupların tekelinden ve keyfi tasarruflarından kurtarılmalı ve bizzat ulusa ait olacak şekilde tüm gelecek buna göre planlanmalıdır.

Aksi halde Mustafa Kemal Atatürk’ün deyimiyle “topraklarının ucu denize dayanan ulusumuzun” bunu başaramayıp denizlerde varlık gösterememesi ve egemenliğini denizlerde de kayıtsız ve şartsız kullanamaması, karada hapis hayatı sürmesine ve potansiyel gücünden vazgeçmesine ve bir eşitsizliğin altında daha ezilmesine neden olacaktır.

Denize hakkıyla eğilen ulusların en büyük kazancı, herhalde o mavi enginlik sayesinde bir yandan kabiliyetli, cesaretli, özgür bireylerin yetişmesi diğer yandan bu şekilde yetişen bireylerin olağanüstü durumlar da dahil olmak üzere her koşulda yeteneklerini birleştirmeleri ve dayanışmayla tüm zorlukları aşma gücüne sahip olmalarıdır.

Böyle özgür, cesur, eşit, yetenekli ve güçlü bireylerden oluşan, cumhuriyet ve demokrasiyi özümsemiş dayanışma halindeki bilinçli ve denizci bir ulusu ise en başta emperyalist güçler olmak üzere, cumhuriyet düşmanlarının istemeyeceği açıktır. O halde ülkemizin denizcileşmesi uğruna çalışmak, bizler için hem Atatürk’ün vasiyetinin yerine getirilmesi, hem cumhuriyete olan borcumuzun ödenmesi hem de tarihin ve jeopolitiğin yüklediği sorumluluğun yerine getirilmesi anlamı taşır.

İşte bu anlamda saygıdeğer amiralimiz Cem Gürdeniz tarafından kavramlaştırılan ve öğreti haline getirilen “Mavi Vatan”a malum çevrelerce yapılan saldırıların temelinde de aslında bu eşitsizliklerin denizlerimizde de sürüp gitmesi isteği var! Ancak tüm saldırılara rağmen Hamit Naci Mavi Vatan Vakfı’nın kurulması ve Atatürk’ün vasiyet ettiği doğrultuda çalışmaya başlaması ülkemizin çok büyük bir kazanımıdır. Bu mücadele ve kazanım, denizlerimiz gibi diğer tüm alanlarda da eşitsizliklerin ortadan kaldırılması ve egemenliğin gerçekten halka ait olması için bizlere örnek olmalıdır, ülkemiz elit köstebekler mezarlığı olmaktan kurtulsun diye… Tarihimizin, cumhuriyetimizin, şehitlerimizin, insan onurunun bize yüklediği en büyük sorumluluk ve mücadelenin hakkı verilebilsin diye…

NOT: Kapakta kullanılan resim, Jeff Christensen- Grave Goods.

Elit köstebekler mezarlığı

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

3 Yorum

  1. 22 Kasım 2021, 15:38

    Problem en soyut haliyle şudur: Halk özne midir yoksa nesne midir? Bugünki haliyle halk tümüyle nesnedir, iradesinin hiç bi önemi yoktur; ya da iradesi, nesneliğini hangi özneye teslim edeceği kadar önemlidir. İradesi yüzyıllar boyunca dinler ile, saçma sapan siyasi söylemler ile bu kadar baltalanmış bi halka özne olduğunu hatırlatmak bana kalırsanız çok zor iştir. Mustafa Kemal Atatürk bu süreci Türk Rönesansı ile başlatmıştır ama halk yine layığını maalesef kendi elleriyle kazanmıştır. Umarım ki bi gün kişiler ya da tek bi kurtarıcı üzerinden değil de; halk, doğrudan hayattan ilham alarak özne olmaları gerektiğini anlarlar ve özneliklerinin tüm gereğini ve sorumluluğunu yerine getirmekten kaçınmazlar!

  2. Güzel yazı, doğru tespitler, kesinlikle uygulanması gereken öneriler. Çok teşekkürler size…

  3. Sayın Yazar, elinize sağlık. VeryansınTV sizin gibi değerli kişileri okuyucuya kazandırıyor. Emeği geçen herkes sağolsun.

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!