Avatar
Şahin Filiz

Düşünce ve inanç sansürle durdurulamaz

featured

Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı

Sansür yasaları maddeler halinde kabul ediliyor. Bu yasalar tartışmalıdır ve esasen düşünce özgürlüğünün önünde engel teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Düşünceye kısıt getirildiğinde insanın hareket ve davranışları denetimsiz kalır. Yani insan zihnini yasalarla bağlamak, düşüncesini dış müdahalelerle sınırlandırmak doğal olarak mümkün değildir. Unutulmamalıdır ki, zihin kısıtlandıkça beden denetimsiz kalır. İnsan dışındaki diğer canlılar tam da böyledir. Onlar aklı ve düşünceleriyle ile değil yalnız biyolojik dürtüleriyle hareket ederler. Onları sınırlandıran; hareketlerini toplumsal yaşamın kurallarına uyacak şekilde düzenleyen ne hukuksal ne de ahlaksal normlar vardır. Buna ihtiyaçları da yoktur. Cemiyet halinde yaşamak insan türüne özgü bir ihtiyaç ve yetenektir. Bu ihtiyacı karşılamak ve bu yeteneği toplumsal yaşamda kanıtlamak, insan toplumlarına aittir. Bedensel itki ve hareketleri toplumsal düzen içinde yaşamanın kurallarına uyarlayabilmek için, düşünce özgürlüğü en başat koşuldur. Düşünceye özgürlük, düşünce ve düşünce eseri olmayan canlı itki ve hareketlerini denetlemek için ön koşuldur.

Aklı ve düşünceyi özgürlükten mahrum etmenin kaçınılmaz sonucu, özgürlükleri ellerinden alınan insanları hayvanlar gibi denetimsiz davranışlara mecbur etmektir. Düşünce özgürlüğünü sansürlemek, taşları bağlayıp köpekleri serbest bırakmaktır. İnsanı düşünceden ayırmak, onu insan olmaktan çıkmaya zorlamak demektir. Hemen belirteyim: Özellikle sosyal medyada  bir kısım kişilerin, grupların ve kliklerin karşılıklı hakaret ve iftiraları, yalan haberler yayması ve halkı kin ve düşmanlığa sevk edecek kışkırtmalarda bulunması pek doğaldır ki düşünce özgürlüğü sayılmaz. İyi niyetle bu tür kirliliği önlemek, düşünce özgürlüğünü geliştirir. Ancak soyut gerekçelerle, ön yargılara dayalı siyasal ve dini saiklerle insanın en temel hakkı olan düşünce özgürlüğünü elinden almak, doğal ve insani olarak sonu olmayan bir girişimdir. Bunun ne yasa koyuculara ne de insanlara hiçbir yararı olmayacak; tam tersine toplumsal huzur ve düzeni tehdit edecek bir sosyal psikolojik sıkışmaya neden olacaktır.

İnanç ve özgürlük kavramları, insanlık tarihi kadar eskidir ve belli bir dine ait değildir. İnsan, kendisini diğer varlıklardan ayıran belirli özelliklerinden başka, en çok ve belki de en açık biçimde bir ahlak varlığı olmakla öne çıkar. İnanç özgürlüğe bağlıdır. Ancak özgürlük de sorumlulukla birlikte vardır. İnanç, bireyin istediği şeye kısıt getirilmeksizin inanma ihtiyacını karşılar. İnanmanın gereklerini yerine getirme noktasında, inanca özgürlük ve sorumluluk kavramları sosyal ve hukuksal kısıtlar ve sınırlar vaz eder. Çünkü birey toplumun bir parçasıdır. Belki inanma aşamasında bireysel tüm haklarını kendi vicdan ve  düşüncesinde kullanma özgürlüğüne sahiptir, ancak inandıklarını uygulama aşaması toplumsal platformda gerçekleşebileceği için, sınırlamalar getirilir. Bireysel olarak inanıp düşündüğümüz her şeyi, bir parçası olduğumuz ve çok farklı düşünce ve kanaatlerin barındığı bir toplumda sınırsız ve sorumsuzca yerine getirmek özgürlük değildir. Kaldı ki bireysel olarak sahip olduğumuz inanç da kendi doğasında sınırsız ve sorumsuz olamaz. Etiğe, hukuka, temel insan, normlara, toplumsal kural ve yaşama düzenine, kısacası ortak insani değerlere aykırı olan hiç bir inanç, özgürlük talebinde bulunamaz. Bilime, apaçık gerçeklere, insancıl düşünce ve kanaatlere taban tabana zıt hiç bir inanç, masum ve makul olamaz. Demek ki inanç için sınırlar aslında daha bireyin  vicdan ve kanaatleri oluşurken doğal olarak çizilmek iktiza etmektedir.

İnanç ve özgürlük kavramları doğrudan doğruya ahlak sorunuyla ilgili kavramlardır. Ahlak sorunu ise, insan varlığını en iyi tanımlayan bir düşünce ve duyguyu içerir. İnanmak güven duymak, bel bağlamak, inanılan şey ile kendisi arasında mesafenin azaltılması ya da ortadan kaldırılmasıdır. Vurgulamak gerekir ki, inanç insanın en doğal ve en temel ihtiyacıdır. Ahlak sorunu nasıl ki sadece insanla ilgili ise, içinde yer alan inanç da yine yalnız insanla ilgilidir. Çünkü insanın altındaki canlı-cansız varlıklar için ahlakın özgürlük ve sorumluluk gibi bu iki temel kavramı geçerli değildir. Bizim dışımızdaki varlıklar ne özgürdür, ne de sorumludur. Aynı durum Tanrı için de geçerlidir. O ne özgür ne de sorumlu olarak tanımlanamaz. O halde ahlak, ne bizim altımızdaki, ne de üstümüzdeki varlıklar için geçerli bir tanımlama değildir. Bu tanım sadece biz insanlara aittir.

İnanan kişi, eğer gerçekten inanıyorsa tüm varlığıyla kendisini inandığı ilkeye, dine ya da kişiye teslim etmiş demektir. İnsan vicdanında, duygu ve düşüncelerinde meydana gelen bu süreç, vicdani boyutunu koruduğu sürece insanın kendi ruh dünyasına has bir değer olarak varlığını devam ettirir. Ancak hiçbir inanç, insan tekinin ruh dünyasında başlayıp yine orada sona ermez. Ucu açık bir süreç olarak toplumsallaşma, inanç fenomeninin karşı konulamaz doğasını ele verir. Başka bir deyişle, her inanç üç aşağı beş yukarı toplumsallaşmaya doğru gelişme ve kendini açığa çıkarma itiyadındadır.

Laiklik, bu bağlamda, her türden düşünce ve inanç özgürlüğünü sağlamayı amaçlar. Sözcük olarak “dine ve din adamı sınıfına ait olmayan” şeklinde anlam taşımaktadır. Bu anlam, kilisenin din adına her türlü bilimsel ve düşünsel gelişmeye direnmesi temel alınarak oluşmuştur, diyebiliriz. Bu nedenle laiklik, doğumu ve esinlendiği anlam kaynağı göz önüne alınarak din karşıtlığı şeklinde yorumlanmıştır. Oysa siyasi bir tavır olan laiklik, siyaset gibi değişken bir yönetim-çıkar ilişkisinde değerleri esas alan dinin araçsallaşmasını engellemeye yaramaktadır. Şu halde laiklik, sadece dini değil, her türlü inanç ve düşüncenin, kanaat ve duygunun özgürlüğü ile ilgili bir kavramdır. Laiklik, hangi inanç ve düşünce olursa olsun, toplumsallaşma aşamasında müdahil olur. Bu, her inandığımızı ve her düşündüğümüzü uygulamaya girişirken sınırlarla karşılaşacağımız anlamına gelir. Laiklik esasen, her bir inancı diğer inanç ve kanaatler adına denetlemek olmalıdır. Devletlerin resmi inanç ve dinlerinden söz edemeyeceğimize göre, laiklik, hiçbir inancı devlet adına denetlemek olmamalıdır. Diğer inançlara yer açmak için, ilgili inancın toplumsal alanda başka inançlara ket vurmasını önlemek üzere laiklik, işlevselleşir.

BİREYSEL HAK, AŞİRET YA DA GRUP ADINA TALEP EDİLEMEZ

Özgürlük, bilinçli birey ya da bireylerin ne talep ettiklerine ilişkin en çarpıcı hakların başında gelir. Doğrudan doğruya insanla ilgilidir ve bu yüzden tamamen ahlaki bir kavramdır. Ahlak bakımından eğitilmiş birey, aynı zamanda aydın insandır. Aydın insan, hak talebini kendisi, birey olarak yapar. Örgüt, grup, dernek ya da aşiret adına veya herhangi bir etnik grup ya da dini bağlılıklar adına dile getirilen özgürlük talepleri, doğrudan bireyin özgürleşmesine beklenen faydayı sağlamaz. Birey adına özgürlük talebinde başarı kazansalar da, bu tip grupların, mensubu olan bireylerine bu özgürlükten ne kadarını lütfedecekleri belli değildir. Özellikle inanç özgürlüğü, doğrudan bireyin kendi hak ve sorumlulukları etrafında düşünülmesi gereken bir değer olarak belirlenmelidir. Özgürlük, her şeyden önce bireyseldir. Grup ya da kitle adına özgürlük talepleri, bireyi beklediği özgürlük konusunda hayal kırıklığına uğratabilir. Öyleyse özgürlük, doğasında bireysellik ve aydınlanma olmak üzere iki temel özeliği taşımalıdır. Aksi takdirde özgürlük bir ahlak sorunu olarak değil, kitlesel bir sorun olarak algılanır. Birey bu kitlesellik içinde kendi varlığını ve mevcut özgürlüğünü yitirebilir.

Buna göre, inanç özgürlüğünün sınırlarını iki esas unsur belirler: ilki, içten dışa doğru süreçtir. Birey bu süreçte bilincini kesintisiz aydınlanma ile yeniler. Neyi, neden istediğine dair fikirleri olgunlaşır. Her inandığı ve düşündüğü şeyin eylem alanına geçmesi gerekmediğinin farkına varır. Özgürlüğü kendisi için ister. Bir kişi, grup ya da topluluk için değil, temel insan hakkının bir gereği olarak bu talepte bulunur. Özgürlük isteyen insan teki, bu talebine koşut olarak sorumluluk altına gireceğini hesaplamalıdır. Çünkü özgürlük sorumluluk olmadan düşünülemez. Özgürlük bireysel bir talepse, karşılığı olan sorumluluk da bireyseldir; talep eden kişiye aittir. Özgürlükler, birey adına istenip sorumluklar bir dine, inanç ya da fikir sistemine yüklenemez. Çünkü özgürlük ve sorumluluk kavramları birbirine mütekabiliyet esası üzere bağlıdır.

İkinci esas, dıştan içe doğru olan unsurdur. Bu da laiklikle gerçekleşir. Bireyin elde ettiği özgürlük sonucu karşılaştığı sorumluluğu, toplumsal alana eylem ve davranış olarak yansıtmasını denetlemek işi, laikliğin müdahale alanı içine girer.

İnanç özgürlüğü dendiği zaman Türk toplumunda ilk anlaşılan şey, dini inanç ve bu inancın gereklerini özgürce yerine getirebilme serbestîsidir. Her din gibi İslamiyet’in de amentüsü ve inanç esasları vardır. Yine her din gibi İslamiyet’inde bir birey, toplum ve devletle ilgili yorumlara dayalı bir yığın tarihsel literatürü elimizdedir. Bununla birlikte, özgürlük taleplerinin, inandıklarımızın hukuksal ve siyasal alanlarla işlevselleşmelerine kadar uzanan sınırsızlığı göz önüne alınınca, bu ucu açık özgürlük istemi, aynı toplumda yaşayan başka din ve inançları kısıtlayarak ancak gerçekleşebilir. Din ve Tanrı adına istenen özgürlüklerin sınırı olmaz. Oysa din, kendi içinde sınırlıdır ve o da insan içindir. Aynı insan, özgürlüğü kendisi için değil de Tanrı ve din adına talep ettiği için, başka insanlar üzerinde kurmayı tasarladığı egemenlikte kesinlikle sınır tanımayacaktır. Tarih boyunca bitmek tükenmek bilmeyen farklı dinler arasındaki savaşlar ve hatta aynı din içindeki mezheplerin kıyasıya boğuşmaları bunun bariz kanıtlarındandır. İnanç özgürlüğünün doğal sınırları, içten dışa bireysel sorumlulukla; dıştan içe de laiklikle çizilmelidir.

Felsefe, en çok insanın kendi hakkında düşünmesi demektir. İnsan önce kendini keşfetmeli ki onu çepeçevre saran evreni, varlık dünyasını ve içinde yaşadığı toplumu hakkıyla anlayabilsin. Her bilim, insanı kendi sınırları içinde tanımlar. Hukuktan siyasete ve kimyadan fizik bilimlerine kadar birbirinden farklı insan tanımlarına rastlarız. Her biri kendi ilke ve yöntemlerine göre bu tanımı yapar. Kimi aklı, kimi düşüncesi ve kimi de eylem ve davranışlarını konu alır. Ancak insanı, tüm hakikatiyle tanımlayan tek disiplin, ahlaktır. Ahlak dışındaki tüm tanımlarda biz insanların diğer varlıklarla ortak bir veya birkaç yönüne rastlayabiliriz. Oysa ahlak konusunda hiçbir varlıkla ortak bir yönümüz yoktur. Hatta ahlak Allah için bile geçerli değildir.  Çünkü O bile bir ahlak varlığı olarak tanımlanamaz. Ahlak varlığı olan tek canlı, insandır. İçinden geçirdiği niyeti, duygu ve düşünceleri ve dolayısıyla bunların yaşama geçirilmesi olan tüm eylemleriyle insan, bir ahlak varlığıdır.

Allah ahlak varlığı değildir, dedim. Çünkü yapıp ettiklerinden, niyet ve tasarılarından kimseye karşı sorumlu değildir. Sorumlu olsaydı, O’nun için de bir özgürlük talebi olduğunu ileri sürmemiz gerekecekti. Ama bu noktada Allah özgür değildir sonucunu çıkarmak mantık dışı olur. Çünkü ne özgürlük ne de onun doğal gereği olan sorumluluk, Allah hakkında söylenemez. Allah’ın bir ahlak varlığı olarak tanımlanmadığını söylemek, O’nun ahlak erdemlerine aykırı kaza ve kader yarattığı anlamına gelmez. Allah, ahlak karşıtı bir varlık olarak da görülemez. Özgürlük ancak sorumlu varlık için istenen bir değerdir. Yaptıklarından ve eylediklerinden başkalarına karşı sorumlu olmak, Allah için düşünülemez. Aynı şekilde, insan dışındaki diğer varlıklar için de söz konusu olamaz. Öyleyse insan, sorumlu olduğu için özgür olmalı, özgür olduğu için de sorumluluk duymalıdır. Allah’ın yapıp-etmelerinden sorumlu olduğunu ve dolayısıyla ‘sonuçlarına katlanmak zorunda bulunduğunu’ ileri sürmek gibi çelişki, O’nu Allah olarak bilmemize manidir. Diğer varlıkları da ‘niyetleri ve eylemleri yüzünden yargılayıp sonuçlarından sorumlu tutmak”, bir başka çelişkiye düşmek olur. O halde aklı, düşüncesi ve eylemleriyle sorumlu olan; bu nedenle de yaptıklarının sonucuna katlamak durumunda olan tek varlık, insandan başkası değildir. Bu sorumluluk, ister yaşadığı topluma, ister inandığı dine ve Tanrı’ya karşı olsun, neticede insana şu ya da bu yükümlülüğü dayatır. Ödül veya cezaya muhatap kılar.

ÖZGÜRLÜKLER ZİHİNDE BAŞLAR

Özgürlük talebinde bulunmadan önce, ona inanıp inanmadığımızı; elde ettiğimiz takdirde özgürlüğün dayanılmaz sorumluluğunu taşıyıp taşıyamayacağımızı iyi hesap etmemiz lazımdır. Özgürlükten önce sorumsuz isek, özgürlüğün bize daha fazla sorumsuzluk sağlayacağını beklemek, hayaldir. Çünkü özgürlük daha fazla sorumluluk duygusuna hazır hale gelmemiz gerektiğini dikte eder. Başkasından özgürlük talep etmeden önce, zihinsel olarak özgür olup olmadığımızı iyice irdelemek gerekir. Acaba biz, başkasının elinde bulunup da ondan dilendiğimiz özgürlükten daha azına mı sahibiz? Zihnimizde birey olarak özgür olduğumuzu yeterince inanıyor muyuz? Başkasının bize vereceği özgürlük, bizim kendimize layık gördüğümüzden ileri bir aşamayı mı ifade ediyor? Benim zihnimdeki özgürlük sınırlarının, talep ettiğim özgürlüğün sınırlarından daha geniş ve mutluluk verici olduğundan gerçekten emin miyiz?

Türk toplumundaki özgürlük taleplerinin zihinsel fizibilitesi tam yapılmamıştır. Özgürlük isteyen dini, etnik ya da bölgesel aktörler, kendi iç dünyalarında talep ettiklerinden fazla bir özgürlük bilincine sahip olup olmadıklarını dönüp kendilerine sormalıdırlar. Dindar insanların en az özgür topluluk olduğunu ileri sürenlere bakalım. Cemaat ve sivil toplum örgütleri adına bu düşünceleri öne sürerken, kendi iç dünyalarında, zihinsel ve ahlaki olarak özgürlüğe ne denli bağlı oldukları tartışılır. Koskoca İslamiyet’i belli bir grup veya topluluk sınırları içinde yorumlamaya mahkûm eden gruplar, kendi zihinsel süreçlerinde başka yorumlara açık kapı bırakmazken, farklı anlayışlara hiçbir müsamaha göstermezken, nasıl olur da bu taleplerinde samimi olabilirler? Kendi zihinlerine ve çevrelerine, hali hazırda sahip oldukları özgürlüğü bile çok gören bu insanlar, istedikleri ‘fazla’yı nerede değerlendireceklerdir? Aynı dine inanmak sınırı bile, aynı gruba göre inanmakla daha da daraltılmışken, elde edecekleri ‘fazla özgürlüğü’ ne yapacaklarını anlatmalıdırlar. Asıl sorun, zihinlerdeki mahkûmiyettir. Kendi zihnini ve çevresini özgürlüğe layık görmeyeni, kimse özgürlük talebinde samimi ve gerçekçi görmez.

Etnik ve bölgesel özgürlük talepleri de bu örnekten ırağa düşmez. Aşiret yapısı, kan davası, kadına karşı şiddet, ırk fanatizmine düğümlenmiş ilkel ve saldırgan siyaset biçimiyle özgürlük talep ederken, adama, ‘sen önce bu çağdışı ve köleci bağlarından özgürlük talep ettin mi’ diye sorarlar.

Özgürlük, önce zihinde başlar; bireyi inşa eder.  Özgürlük, bir topluluk, grup ya da cemaat, etnik ya da bölgesel kapsamda talep edilmezden önce, zihinsel ve ahlaki olarak talep edilir. Özgürlük önce bireyi yaratır. Özgür bireylerden oluşan bir topluluk varsa, o da millettir; aşiret ya da cemaat değildir. Aşiret veya küçük gruplar için özgürlük istemek, var olanı sindirememiş olduğu kadar, istenilenin de ‘ne işine yarayacağını’ bilmemek demektir.

Sorumsuz bir özgürlük, başıboş bir eyleme yol açar. Özgürlük istemek, insana hastır. İnsanın en temel hakkı elbette özgürlüktür. Ama ahlaki bir varlık olarak bu talepte bulunduğunu hiç unutmamak lazımdır. İsterken ‘insan’, yararlanırken ‘diğer canlılar’ ya da ‘Tanrı’ imişçesine davranmak, insanın ahlaki bir varlık olarak tanımıyla kökten çelişir. Ahlakı hukukun, hukuku da siyasetin vesayetinden özgürleştirmek, bireyi aşiret ve grupların vesayetinden özgürleştirmekle aynıdır.

Birey, özgürlüğü kendi için istemelidir. Çünkü on bu verildiği zaman, sınırlarını kendi tayin etme hakkını elde etmiş olur. Aksi halde, birey topluluk ya da grup için özgürlük talebiyle ortaya çıkarsa ve mensubu bulunduğu grup sonuçta istediğini alırsa, bunda emeği olan bireye o özgürlükten ne kadarını lütfedeceği belli değildir. Grubu için talep ettiği özgürlüğü, bu kez birey, mensubu olduğu grubun elinden kurtarmak için mücadele etmek zorunda kalacaktır.

Sansür yasalarını yeniden gözden geçirin. İnsan ile düşünce özgürlüğü birbirinden ayrılmaz. Akla ve düşünceye pranga vurulamaz. Akla, mantığa, insanlığa aykırı olan hiçbir “düşünce”, gerçek anlamda düşünce değildir. Gerçek anlamda düşünce özgürlüğünü korumak istiyorsak, siyasi ve dini pencereden bakmanın yanıltıcı olduğunu unutmamak gerekir.

Türk milleti, özgürlüğüne düşkündür ve düşüncesine vurulacak hiçbir pranga onu özgürlük idealinden vazgeçiremez.

 

Düşünce ve inanç sansürle durdurulamaz

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. 12 Ekim 2022, 19:29

    Çok teşekkürler Sn Filiz, Nefis bir inceleme ve değerlendirme. Sizi Veryansın TV de görmeyi özledik.

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!