Avatar
Şahin Filiz

Firavunlar ve hasta toplumlar

featured

Şahin Filiz yazdı…

Veryansın Tv’nin seçkin okurlarını daha çok düşünmeye çağıran yazılarımız, okurken epey bir çaba ve enerji harcamayı göze almayı gerektirir. Anlamakta zorlanmayacağınız düzeyde yazmayı deneyeceğim. Yazıda antropoloji, din, kültür, siyaset, hukuk ve sosyal psikoloji gibi sosyal bilimlerden yardım alarak, insan ve toplumu çözümlemeyi amaçlıyorum. Yazımız, normatif ve önyargılı değil, doğrudan bu bilimler aracılığıyla tespitler ortaya koymaya yöneliktir.

Pozitif bilimler ile sosyal bilimler arasında çok önemli bir fark vardır. İlki, insan elinden çıkma ve yine yararı insan için gözetilerek üretilmiş somut bilimsel sonuçlara, ürünlere ve nihayet teknolojiye odaklanmıştır. Pozitif bilimler, yaşamımızı giderek kolaylaştırmakta; ulaşım, iletişim ve bilişim teknolojileri son yüzyılda büyük gelişmeler kaydetmiştir. Bu bilimler insanı ve onun yaşamını kolaylaştıran hatta en lüks düzeyi tutturmasında güvenilir yöntem yaratmıştır.  Ne var ki bu bilimler göz kamaştırıcı bir şekilde geliştikçe, insanı tanımak, toplumu ve toplumsal davranışı çözümleyebilmek için sosyal bilimlere olan ihtiyaç daha fazla artırmıştır.

Sosyal bilimler doğrudan insanı, toplumu ve toplumsal hareketleri inceler. Bir sosyal bilimci, saydığım bilimlerden herhangi birini dışarıda bırakarak insanı ve toplumu tam olarak anlamakta güçlük çeker. O yüzden yazımda, antropolojik yaklaşımdan dini yaklaşımlara kadar her sosyal bilimin bakış açısını eksik bırakmamaya çalışacağım.

Hastalanmak denince ilk akla gelen, tıbbi tanı konularak tedavi edilmesi gereken herhangi bir hastalıktır. Ancak tıbbın teşhis koymadığı ya da doğrudan alanına girmeyen başka hastalıklar da vardır. Tıp bilimi, örneğin ahlaksal hastalık”larla ilgilenmez. Daha doğrusu, ahlaksal, kültürel, siyasal ve ekonomik hastalıklar tıbbın hiç değilse doğrudan tedavisine konu olan hastalıklar değildir. İnsan teki için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. ‘Kan davası gütmek’, ‘haksızlığa rıza göstermek’, ‘itaat edip boyun eğmeyi alışkanlık haline getirmek’, ‘adaletsizliği sineye çekmek’, ‘sövgü, hakaret ve tehdit karşısında dilini yutmak’, ‘kör kadercilik’, ‘hırsızlığı ve yolsuzluğu ululamak’…ve benzeri daha birçok tıp-dışı bireysel ve toplumsal hastalıklar vardır. Bireysel düzlemde bu tür hastalıklar için bugün benim ‘felsefi sağaltım’ diye kavramlaştırdığım, dünyada bilinen, tanınan ‘iyileştirme yöntemi’ tartışılmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü, sayılan hastalıklara “toplumsal” hastalık adını vermekte ve ‘sosyal iyilik’ halini, genel sağlığın ayrılmaz bir parçası olarak tanımlamaktadır: “Sağlık, insanın ruhsal, zihinsel ve sosyal iyilik halidir”.

Hasta toplumlar, sosyal iyilik haline sahip değildir. Ruhsal ve zihinsel (bedensel-nörolojik) iyilik hali, sosyal iyilik olmadan bir kimsenin sağlıklı olmasına yetmez. Aynı durum toplumlar için de geçerlidir.

Firavunlar, baskıyla yönettiği toplumları ya hastalandırır ya da hastalıklarını artırırlar. Klasik antropolojik kabuller, Robert Edgerton’ın “Hasta Toplumlar” adlı yapıtı ün kazanıncaya kadar, vazgeçilmez toplumsal dayanışma çimentoları olarak görülüyordu. Yeni antropolojik araştırmalar, bir toplumu ayakta tuttuğu sanılan bir dizi gelenek, görenek ve alışkanlıkların, tam da toplumu yavaşlatan, hatta gerileten unsurlar olduğunu göstermektedir. Din, ekonomi, siyaset, sanat, çeşitli inançlar, litürjiler, törenler, alışkanlıklar, dil, edebiyat, ata sözleri, giyim-kuşam şekli ve benzeri pek çok unsur, kültür kavramını oluşturur. Tüm bu öğeleri içine alan maddi ve manevi kültür unsurları, bir toplumunun sağlığa mı yoksa hastalığa mı daha eğilimli olduğunu araştırmak için ilk başvuru kaynaklarıdır. Kısacası tüm bunların toplam ifadesi olan kültür, bir toplumun sağlık durumunu belirlemek için vazgeçilmez ölçüttür.

Örnekleri kendi toplumumuzdan vererek konuyu açıklığa kavuşturmaya çalışayım:

Kaza ve kadere iman etmek gibi yanlış bir bilgi, toplumun gücü dahilinde üstesinden gelebileceği, dahası sürekli gelişme kudreti sergileyebileceği olanakları kullanabileceği her türlü değişim ve gelişimi sekteye uğratıcı rol oynar. 11 ilimizi yerle bir eden ve 45 binden fazla canımıza mal olan Maraş merkezli büyük  depremi böyle bir inanca bağlamak, her türlü tedbirsizliğe; yolsuzluk, hırsızlık, vurdumduymazlık, kaos gibi sosyal hastalıklara; liyakatsizlik, ahlaksızlık ve adaletsizlik gibi ahlaksal hastalıklara davetiye çıkarmaktır. Hele ki bütün bunların dayanağı olarak seçilen kör kadercilik inancı, toplumda, tartışılamaz bir tabu gibi görülmeye başladığında hastalık derinleşir.

Hak ve adalet aramak, ahlaksal bir ödevdir. Patronundan yöneticisine kadar, hakkını arayan ve adalet isteyen bir kültürün egemen olduğu toplum, sosyal iyilik haline kavuşmuş demektir. Tersi durum, toplumun hastalandığına işaret eder. Hak ve adalet aramak, devlete karşı gelmek ile eştir kabulü; ‘devlet-ebed-müddet’ gibi köklü bir Türk devlet felsefesi istismar edildiğinde, toplumu hasta eder. İstismar, kültürün bütün öğelerini hedef alabilir.

Toplumun, yetki verdiği ve devlet adına, kendisine ‘hizmet’ etmesi için görevlendirdiği yöneticilerle sağlıklı ilişkisi, iletişimi ve dayanışması, sosyal ve siyasal sağlık halidir. Seçilerek yetkilendirilen, hizmet etmek yerine, hakaret, tehdit ve azar ile hezimete uğratmayı tercih ediyorsa, toplum hastalanmaya yakın; yönetici/yöneticiler de Firavun olmaya namzet demektir.

‘Söz gümüşse sükût altındır” ata sözü tartışmasız kabul görüyorsa, “üşüyoruz, ölüyoruz, her şeyimizi kaybettik; devletimizi yanımızda görmek istiyoruz” gibi insani bir istek, “bağırıp çağırmayın, devleti mi eleştiriyorsunuz? Devlet büyüklerini rahatsız etmeyin, dağıtın şunları, indirin” gibi Haman’ca bir karşılık bulacaktır. Susmak lehinize, konuşmak aleyhinizedir. Toplum, altını bırakıp gümüşe tamah etmekle baskılanır.  Konuşulmaz, susulur; istenmez, verilir. İtiraz edilmez, razı olunur; yerilmez, övülür; eleştirilmez, itaat edilir. Toplum, hep ikincileri yapmayı yerleşik kültürün kutsalları olarak içine sindirmesi için, sürekli paylanır.

“Üzümünü ye, bağını sorma”, kimden, nasıl ve ne karşılığında geldiğine bakmaksızın sadece sahip olmak ve tüketmek yeter. Üzüm bağlarına çöreklenmişlere, “nereden bu değirmenin suyu” sorusu sorulmaz. Çok istiyorsan, sükût, itaat ve kör kadercilikle teslim olduğunda bağdan birkaç küfe üzüm yeme şansın olur. Ama bağını sormayacaksın. Yemene bakacaksın. Dokuz kişiye bir; bir kişiye dokuz pay verilebilir. Kaynağı, miktarı sorulmaz. Sorarsan, ata sözüne karşı gelmiş olursun. Kültürümüze karşı gelmek, halk düşmanlığına eştir”.

İşte bu kabullerin temelinde bir toplumun ata sözlerinden inanç yapılarına ve kültür dokusuna kadar her türlü unsur rol oynar. Ahlak, bu hastalandıran kültürel unsurlarca yerle bir edilir. “Gemisini yürüten kaptandır”, “Az çalan, az yolsuzluk yapan, enayiden hallicedir. Hiç yapmayan, hastalıklı toplumun cehenneminde kendisine yer beğenecektir.”

Ahlakı ve erdemliliği önemsizleştiren her türlü kültürel öğe, yeniden ıslah edilmek zorundadır. Kültür değişmeleri, kendi başına bırakılamaz. Değişimleri toplumun aydın kesimleri denetler ki, en temel ahlak ilkeleri bu değişimin rastlantısallığı altında ezilmesin.

Ne var ki Firavunlar, aydınlara, mütefekkirlere, düşünürlere, münevverlere, filozoflara karşı her zaman uyanıktır. Yerleşik kültürün toplumu hastalandırması için elindeki tüm olanakları seferber eder. “Yoldan çıkmış toplum” onlar için ideal toplum türüdür. Firavunlar, sağlıklı toplumlarda hayat bulamazlar. Akli, ruhsal, bedensel ve toplumsal sağlıklılık hali, eğitim, ekonomi ve güvenlik alanlarına yansıyarak toplumun iyileşmeye başladığını gösterir. “Kendi aklını kullanmasını öğrenen toplumlar”, Firavunların salt kendi aklının sınırlarına hapsedilmiş bir toplumsal yaşama razı olmaz. Bu dar sınırlarda sanat, edebiyat, bilim, aydınlanma ve bağımsızlık hayat bulamaz. Oysa toplumsal akıl, tek kişinin aklından mutlak olarak üstündür. Ne var ki Firavunlar, her şeyi bildiklerini, her şeye güçlerinin yeteceğini ve istediklerini aç, istediklerini çıplak bırakabileceklerini toplumsal yapının kılcal damarlarına kadar hissettirirler, ellerindeki halk gücünü halka karşı kullanarak gücün kendilerinde olduğu sanısını sürekli topluma empoze etmekten bir an bile geri durmazlar. “Yoldan çıkmış toplum”, Firavunlar’ın idealindeki toplum tipidir.

Firavunlar, toplumların dinlerini hastalandırırlar. Kültür yozlaşması kapsamında hastalanan toplumsal din ya da inançlar, ‘Firavunlar’ın kendi dinlerine dönüşür. Asıl dinden uzaklaşan toplum, onların dininin mensupları olmuştur:

“Fiarvun halkına şöyle der: ‘Eğer benden başkasını ilah edinirseniz, yemin ederim ki sizleri hapse tıkarım” (Şu’ara Suresi, 29). Firavun, kendi kurduğu dinin tanrısı olduğunu açıkça ilan eder. İtaat ve ibadet türünden  ne varsa, kendisine yapılacaktır. Toplum, Firavun’un gücünü iliklerinde hisseder. O gücünü sadece otoritesinden almaz, belki daha çok, din ve tanrısallık söyleminden devşirir. “Firavun’un algı operatörleri (büyücüleri diye çevrilir, yanlıştır), toplumu kandırırsak yani üstün gelirsek bunun bize mutlaka bir getirisi olacaktır” (Şu’ara 41) beklentisi içindedir. Çevresi, ailesi ve destekçileri, toplumu Firavun’un dinine uymaya ve ilahlığını kabul etmeye razı etmek için gece gündüz göz boyar; korkutur, yıldırır, vaatlerde bulunur ve tehdit ederler.

“Firavun dedi: ‘Bırakın beni de Musa’yı öldüreyim, Bakalım Rabbi onu kurtarabilecek mi? Ey halkım, ben Musa’nın sizin dininizi değiştirmesinden ve yeryüzünde kargaşa çıkarmasından korkuyorum” (Mü’min, 26) Musa, hakikatin sembolüdür. O gerçek din ve dindarlığı temsil eder. Firavun’un ne hakikate ne de gerçek din ve dindarlığa tahammülü yoktur. Dincilik ve din istismarı onun beslendiği en başat kaynaktır. Bu kaynağı Musa kesebilir; Firavun’un elinden bu kozu alabilir, böylece onu ortada, çaresiz ve silahsız bırakabilir. Firavun’un elindeki tek güç esasen, her fırsatta halkını tehdit etmesi, kendi diniyle kandırması ve  destekçilerini emniyete almasıdır.

Firavunlar toplumlarını tehdit edip baskıladıkça, gözlerini kendi dini ve ilahlığıyla boyadıkça toplumlar korkup sinerler. Tehdit ve baskılarının sonuç verdiğini gördüklerinde “onları kandırır, toplum da ona boyun eğer. Toplum yoldan çıkmıştır artık.” (Zuhruf, 54). Dikkat ederseniz, Firavunlara kanıp boyun eğince, yoldan çıkmış bir toplum haline gelir. Başka bir deyişle, hastalıklı toplum olmuştur. Kültürü erozyona uğramış, Musa’nın dini yerine Firavun’un dinini benimsemiş, ona kanmış ve onu tanrı edinmiştir.

İşte bu durum, Kur’an’ın deyimiyle “yoldan çıkmış”; hastalıklı bir toplumu anlatır. Kandırılmışlar; korkutulmuşlar ve Allah’ın dinini bırakmış, Firavun’un dünyevi dinine bel bağlamışlardır.

Karşılaştığı her olumsuzluğu, uğradığı zararı, maruz kaldığı her ölümü Firavun dinciliğinin kaçınılmaz ve sorgulanamaz kaderciliğine yoran; her hal ve şartta ona boyun eğmeyi erdem sanan bir toplum, insan iradesine ve özgürlüğüne, özgüveni ve erdemine davet eden Musa’nın dininin ve inancının bozgunculuk olduğuna inandırılmış hastalıklı bir toplum olmayı tercih etmiştir. Firavunlar ve hastalıklı toplumlar, Musaların eliyle iyileştirilmedikçe, sağlıklı toplum olamayacaklardır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlıklı toplumu, Firavunları ve onların yarattığı hastalıklı kitleleri özgürlük, laiklik, hukukun üstünlüğü ve adalet ile iyileştirecek güce sahiptir.

Firavunlar ve hasta toplumlar

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. Şahin hocam, elinize sağlık.
    Her yazınız bizim için bir ışık, bir umut, bir nefes
    Sağlık v esenlik dilerim.

  2. Güya durust ve ilkeli yayin icin batiiilar ne diye fon ayiriyor bazi sitelere.uluslar arasi siyasetten uzak mustemleke ruhu icine işlemis bedeninize. Yskayi verirsen 100 yil daha surunun.

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!