Avatar
Şahin Filiz

‘Kader’ müteselsil, sorumluluk munfasıl

featured

Ulusal yasını tuttuğumuz deprem felaketinin ilk iki günü, çok kritik olmasına rağmen, en yetkili ağızlardan üçüncü gün “kaderin planı”na muhatap olduğumuzu öğrendik. Deprem ve depremde yurttaşlarımızın hayatını yitirmesi, doğal olaylar zincirinin birbiriyle çok sıkı bağlantılı olduğunu gösterdi. Ne var ki, en açık doğal felaketi Allah’a ve onun kader planına bağlayan dini söylemler, doğadaki sebep-sonuç ilişkisini karartmaya ve unutturmaya yönelik siyasi manevralardan öte gitmemektedir. Depremler kader mi, değil mi, bunu tartışmadan önce başlığı açalım.

“Müteselsil”, zincirleme demektir. “Deprem, kader planına dâhildir” demek, bütün toplumu “Allah’tan gelen kadere” bağlamaktır. Anlamı şudur: Bu felakette, en yetkilisinden en mağduruna kadar herkes mazlumdur; günahsızdır, suçsuzdur. Hepimiz kader kurbanıyız. Öyleyse bu ilahi felakete razı olup isyan etmemeli; her şey Allah’tandır deyip yıkımı, ölümü, açlığı, çaresizliği ve yokluğu sükûnet ve soğukkanlılıkla karşılamak icap eder. Hepimiz müteselsilen (zincirleme, birbiri ardınca)  kader kurbanı olduğumuza göre, kimse kimseden hesap sorma hakkına ve yetkisine sahip değildir.” Eskiden beri, kaderimizin oyunu deyip arabesk kültür yaratılmıştır.

İşte “kaderin planı”, zincirleme olarak ortada hiçbir sorumlunun olmadığı; asıl suçun, bize toplum olarak bu kader oyununu oynayan Allah’a ait bulunduğunu öne sürmekten başka bir şey değildir. “Kader planı”, din istismarının anahtar kelimelerinden birisidir. Deprem felaketi kötü bir şeydir, kötü olan her şey, Allah’tandır. Kötülük, şu halde kaderin oyunudur. Bunda insanın hiçbir dahli yoktur. Öyleyse kader kötü şeylerin başa gelmesiyle aynı şeydir. Bu sağlıksız akıl yürütme, kötüyü Allah’a kader diye yüklemeye; iyiyi kendi nefsinden bilmeye yol açar. Oysa “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” [1] “Kız çocuklarını Allah’a, erkek çocuklarını kendilerine mal etmeye” benzer.[2] Ne var ki din istismarcıları, “köprü, hastane, yol vs biz yaptık; önceden ne tv, ne buzdolabı vardı. Hepsini biz getirdik” derken, iyiliği kendilerinden; deprem olunca da “kader planı” diyerek kötülüğü Allah’tan bilirler. Başka türlü denirse, kötülüklerden Allah, iyiliklerden biz sorumluyuz demektir ki bu andığım ayetlere kökten aykırıdır.

Siyasal dincilik, söyleminin, inandığını öne sürdüğü Kur’an’la veya herhangi bir ayetle çelişip çelişmediğine aldırmaz. Eliyle yaptığı veya neden olduğu kötülüğü, Allah’a izafe ederek bütün bir topluma korku salar. Her kötü ve kötülüğü Allah’a nispet ederek, geçmiş, şimdi ve gelecekteki kendi kötülükleri için “kutsal bir alan” açar. Artık kitleler buna inandıktan sonra, onu durduracak ne bir din, ne bir kutsal ne de bir insanlık erdemi vardır. İtirazlar, talepler ya da en masum serzenişler, “kader planı”nın sahibi Allah’ın kudret duvarına çarpıp dağılır. Kendisini tutamayıp, “ölüyorum, açım, mağdurum, enkazdayım” gibi doğal bir istek bile, “kader planı”na karşı gelmek olarak anlaşılır. Allah’a ve onun senin üzerindeki planına nasıl kafa tutarsın? diye paylanır, azarlanır.  Kadere kafa tutmak, o olayı kaderleştiren yöneticiye de “isyan” anlamı taşıdığından, muhatap iki kez suçlu duruma düşer: İlkinde, Kadere iman etmediği için Allah’a karşı gelmiş olur. İkincisinde, “alnı secdeye gelen” yöneticinin Allah adına ilan ettiği kader söylemini aklı almadığı için, mer’i hukuk karşısında suçlu olabilir. Çifte kötülük böylece, Allah ve O’nun adına hüküm verenin, mağdur halka yüklediği bir sorumluluk, hatta suç haline gelir. İroniktir ama kader müteselsil ise, bu sorumluluk ve suça, sadece Allah değil, O’nun adına hüküm verenler de bulaşmış olur. Yok, eğer mağduriyetse, Allah dışında herkes mağdurdur; depremzede (vefat eden ve hayatta kalanlar) ile birlikte Allah adına hüküm veren yetkililer de mağdur olur ki, ortada tek “suçlu ve kötülük kaynağı” olarak Allah kalır. Nasıl bir mantıktır bu? Anlatırken bile insanın aklı başından gidiyor.

Şu halde istismarcı söylem, kendisiyle birlikte,  bütün Türk milletini “kader planının mağduru” ilan etmiş, kendini temize çıkarmakla kalmamış, bütün sorumluluğu Allah’a isnat etmiştir. Bu anlayış kesinlikle akla, bilime, ahlaka aykırıdır. Kur’an’a  zaten temelden aykırı olduğunu vurgulamam gerekir.

Nasıl aykırı?

Tiyatro ve seslendirme sanatçısı sevgili Selçuk Birdal’in yönderliğinde 14 Şubat 2023’te yani üç gün önce yaptığımız programda depremin kader olmadığını konuşmuş; doğal olaylar ve bu olayların sebep olduğu sonuçların kader olmadığını onlarca ayetten deliller getirerek ortaya koymuştuk. Bu ayetlere kısaca işaret ederek özetlemem yerinde olur.

Geleneksel anlamda kader, kısaca, şöyledir: Biz ne parsak yapalım, ilahi takdirin dediği olur. Bizim bütün çaba ve çalışmalarımız bu takdirin dışına çıkamaz. Bu anlayışa göre, başa gelen her şey değil, daha çok, kötü şeyler, kaderin eseridir. “Kötü kader”, “kaderin oyunu”, “zalim kader”, “bu bizim kaderimiz, boyun eğmek gerek” gibi kavram ve deyimler dilimize, türkülerimize ve kültürümüze iyiden iyiye sinmiştir. Bu ise, kaderin “imanın şartları”ndan biri sayılmasıyla doğrudan ilintilidir. Oysa böyle bir iman şartı yoktur. Bunun yanında,  İyi şeyler için “nasip”, “kısmet” denilir. Böyle bir kader anlayışı, tamamen gelenekseldir ve İslam dinine göre doğru değildir. Çünkü “hepsi Allah’tandır”[3]

Her şeyin Allah’tan olması, geleneksel kaderi anlatmaz. Elimizde olmayan şeyler ile elimizde olan şeyler, İslam inancına göre Allah’ın bilgisi içindedir. Ama onun bilmesi, doğmamız, büyümemiz ve evrende olup biten şeyler gibi, bizim dışımızda olanlar için bir yaratmadır. Kendi düşünce, inanç ve davranışlarımızı bilmesi ise, böyle değildir. Bunlar bizim elimizdedir. “Herkes yaptığından sorumludur.”[4] Doğumuzdan sorumlu değiliz ama aklımızı kullanıp kullanmadığımızdan bireysel olarak sorumluyuz. İkisini birbirine karıştırmak doğru değildir. “Kader”, Kur’an’daki pek çok ayette[5] “ölçü, biçim, miktar, düzen” anlamlarına gelir.

Evren ve içindekiler bu ayetlere göre belirli bir ölçü, bir miktar ve bir düzen içinde var edilmiştir. Ölçüsüzlük, düzensizlik ve hesapsızlık, kadersizlik demektir. İnsan yaşamında aynı şeyler geçerlidir. Her şeyde ölçülü ve düzenli olmak kaderin gerçek anlamını bize verir. Nerede aşırılık, ölçüsüzlük ve düzensizlik varsa orada kadere aykırılık vardır. Oysa geleneksel kader anlayışında tam tersidir. Ölçüsüzlük, düzensizlik, hesapsızlık ve kötülük kader diye bilinmekte ve böyle inanılmaktadır. Ne var ki bu kader değil, kadere karşı gelmektir. Kadere karşı gelmek, yıkım, felaket ve düzensizliği ululamaktır. Demek ki deprem bir kader planı değil, kadere yani ölçü ve nizama aykırı hareket etmenin doğal sonucudur. Asıl kadere isyan etmek, ölçüye ve düzene isyan etmektir. Newton, evrenin tam bir matematiksel ilkelere ve fizik biliminin yasalarına göre kurulduğunu ve işlediğini söyler. İşte bu matematiksel ve fiziksel ölçü, kaderin ta kendisidir. Buna karşı gelmek, Allah’ı ölçüsüzlük ve hesapsızlıkla suçlamaktan başka bir anlama gelmez. Depremdeki ihmal, ölçüsüzlük, hesapsızlık ve düzensizliğin sonucudur ve asıl kadere karşı gelenler, bu kötülüğü, kader kavramının anlamını ters yüz ederek bütün topluma mal etmekte; bu yolla hem mağdurların haklı haykırışlarını bastırmakta hem de mağduriyetin karşı gelinemez ilahi bir yasa olduğu yanıltmacasını nass gibi dayatmaktadır.

Aynı istismarcılar, kader kavramını alt-üst ederek dayattıklarını bildiklerinden, sorumluluk aşamasında munfasıldırlar. Yani sorumluluk baştan aşağıya herkesi kapsamasına rağmen bu noktada  yalnız toplumsal ve siyasal zincirin en son halkası olan müteahhitlere odaklanırlar. Evet, onlar en görünen sorumlulardır ama onlara bu yetki ve gücü veren, ruhsat, izin, yapı denetim onayı sağlayan silsile birden kesilir; bütün sorumluluk müteahhitlere yüklenerek “kader planı”nın haşa Allah ile kötülükte ortak olan bu kişiler için işletildiği görülür. Almanya’da 3.500, bütün Avrupa’da 27.00 olan müteahhit sayısı nedense bizde 300.000’i  geçer.  Bu insanlar kendiliğinden mi çoğalmıştır? İnşaat için bunca kalabalığa meydan verenler, sorumluluk zincirinin en önemli halkaları değil midir? Geleneksel kaderin oyunu asıl bu silsilenin yukarıdan aşağıya takibi ile çözülecekken neden burada sorumluluk “kişisel” kalır ve sorumlulukta munfasıl (ayrı, tek başına) davranılır? Müteselsil Kader planı mı doğru, yoksa munfasıl sorumlu arayışı mı?

Uydurma bir hadiste, “içkiyi üreten, taşıyan ve içen müteselsilen aynı günahı işler” diyerek bir kadeh içkide fırtına koparanlar, aynı mantığı yıkılan binalar için neden kullanmazsınız?

İkisi de yanlıştır.

Çünkü deprem ve enkazında günlerce sıkışıp kalmak kader değildir; sorumluluk miüteselsildir. Yetki gücü arttıkça, sorumluluk neden azalır ya da ortadan kalkar? Yetki azaldıkça sorumluluk neden çoğalır ya da zincirin son halkasına boca edilir? Demokratik, sosyal hukuk devletinde yetki ile sorumluluk eşittir. Cumhuriyet rejimi her alanda ayını eşitlik ilkesi üzerine yaslanır. Cumhuriyet ilke ve devrimleri aşındıkça, bardak masanın değil, masa bardağın üstüne konur.

Sorumsuzluktan doğan felaketleri, yetkiden kaynaklı ihmalleri ve kötülükleri kimse Allah’a yükleyemez. Samimi inançlılara bir haksızlıktır. Çürük binaya ruhsat verenden onu yapan müteahhide ve inşaatçılara kadar herkes kaderin planına değil, sorumluluğun; hukukun, adaletin, hakkın ve eşitliğin  planına dahil olmalıdır.

Kulun ihmali, Allah’ın kaderi gibi gösterilemez.

Allah’a ceza veremezsiniz; eğer inanıyorsanız, O’nun cezasına layık olduğunuzu biliyorsunuz demektir.

Deprem felaketi yaşayan Türk halkı, “kaderin planı” söylemiyle ikinci bir cezayı hak etmemiştir.

[1] Nisa 4/79.

[2] Nahl 16/57.

[3] Nisa 4/78.

[4] İsra 17/13.

[5] Kamer 49/37; Talak 3/99; Hicr 21/15; Furkan 2/25; En’am 96/55 ve benzeri ayetler.

‘Kader’ müteselsil, sorumluluk munfasıl

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!