Avatar
Şahin Filiz
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Manşet
  4. Şeriat, İslam mıdır?

Şeriat, İslam mıdır?

featured

Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı…

İslam’da halife kavramı geniştir, bütün insanlar halifedir. Halifenin dini anlamda görevi Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmektir. Siyasi yönden halife kavramı dardır. Kimse Tanrı adına hüküm veremez. Halife sadece hizmetçidir. İslam’da teokratik bir sisteme rastlanmaz. Peygamber’in yaptığı, Tanrı’dan aldığını insanlara bildirmektir. İslam’a göre Peygamber Tanrı adına hükümde bulunamaz. Devletin dini esasa dayanması ile devletin dine saygılı olarak yapılanması arasında fark vardır. Saltanat ve hilafetin dini yönden farkı yoktur. Hilafet ve saltanat İslam’a uygun bir şekilde yapılandıktan sonra aralarında dini yönden fark olmaz. Önemli olan devleti iyi yönetmek ve adaleti sağlamaktır.

Ancak hilafet ve saltanat meselesi, öyle boyutlara ulaşmıştır ki, birini savunan ile ötekini reddeden arasında inanç ayrılığına varacak bölünmeler meydana gelmiştir. Oysa dinin istediği, şekli, kalıbı ve yapısı nasslarla belirlenmiş bir rejimi kurmak değil, yönetilenlere en temel insan haklarını sağlayacak mekanizmanın, adil bir yapının oluşturulmasıdır. Devlet insanları dindar yapmak ve onlara dini empoze etmek için değil, akıl, nesil, sağlık ve güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak için vardır. Devlet dindar olmaz halk dindar olur ve devlet de dindar olsun olmasın halkın taleplerine uygun bir mekanizma işletir.
Ne yazık ki, bugüne değin hilafet ve saltanat, teorik çerçeve içinde siyaset felsefesi açısından değil, hep kişiye ve çağa bağlı kalınarak anlaşıldığından, kısır çekişmeler sürüp gitmektedir. Bu da Müslümanların siyaset teorisi yani siyaset felsefesi oluşturmalarına imkân tanımamaktadır. Bu problemi daha sonra ayrıntılarıyla tartışmaya açmak üzere burada noktalayabiliriz.

Emeviler (661-750): Emeviler dönemi, halifeliğin bittiği yeni bir dönemdir, Şam, Basra, Küfe İslam dünyasının merkezleridir. Emeviler bir zamana kadar Bizans sikkesi kullanmıştır. İslam dünyasının reel anlamda yabancı fikirlerle karşılaştığı dönem Şam yoluyla gerçekleşmiştir. Emeviler döneminde tercüme hareketi başlamış ilk tercümeler tıp, matematik ve astronomi alanında olmuştur. Sistemli ve kapsamlı bir şekilde tercüme yapılmamıştır. Felsefe mektepleriyle Müslümanların münasebetleri, Abbasiler dönemindedir. İlginç bir ayrıntı şudur: Antik Yunan tragedyaları İslam tarihinde hiç çevrilmemiştir.
Emeviler (661-750) döneminde merkez bölgeler, Şam, Basra ve Kufe’dir. Toprakları Atlas Okyanusu’ndan Hint ve Türkistan hudutlarının ötelerine uzanır. Daha sonra Hint Okyanusu’ndan Kafkasya ve İstanbul surlarına kadar Abbasiler (750-1258)’in Başkenti Bağdat’tır. Emeviler döneminde başlayan çeviri etkinlikleri, Abbasilerin devlet politikası haline geldi. Bilimsel çalışmalar hızlandı. “Daru’l Hikme” denilen uluslararası çeviri ve bilim üretme merkezi bu dönemde kurulmuş oldu.

İSLAM VE HALİFELİK

İslam kaynaklarında bugün de yaygın kullanımda olan birtakım kavramlar vardır. Tarih içinde uğradığı anlam değişiklikleri üzerinde sistematik bir görüş ortaya koyabilmek için Batı’da olduğu gibi, bizde de filolojik araştırmalar yapılmalıdır. Bu durum, bazı kavramları yakından incelememize engel değildir. Kimi kavramlar, ad olarak ortadan kalkmış; kimileri de adını koruyup anlam kaymalarına uğramıştır. Her iki tür kavram incelenmeye değerdir. “Kendi gitmiş, adı kalmış yadigâr” olan pek çok kavram vardır. “Ülu’l-emr”, “imamet”, “hilafet” ve “saltanat” bunlar arasında en dikkat çekici olanlardır.

Anlamları tarih içinde bazı değişmeler geçirdiyse de bu kavramlar günümüzde hala tüm canlılığı ile tartışmaların odağında yer almaktadır. Anlam farklılaşmaları dikkate alınmadığı gibi, bu hatadan doğmak üzere, birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Oysa aralarındaki anlam farklılığı çok açıktır.

Ulü’l emr, emir sahibi demektir. Türkçemizde kullandığımız “emir”, doğrudan doğruya “emretmek, “buyurmak”, “yetki” ve “otorite” anlamlarına gelir. Arapçadan geçmiştir ancak Arapçadaki geniş anlam evreni, adı kadar dilimize yansımış değildir. Buna göre Ulü’l emr, Arapçada emir kavramının geniş anlamıyla hem yetki ve hem ehliyet ve liyakat sahibi demektir. “Emir”, Arapçada sadece “buyurma” değil iş, durum, yetki, marifet gibi anlamları içerir. Ulü’l-emr, şu hâlde, yetki ve liyakat sahibi demektir.
Ulü’l emr kavramı şu ayette geçer: “Siz ey imana ermiş olanlar! Allah’a, Peygamber’e ve aranızdan Ulü’l-emre itaat edin (Ulü’l-emr); ve herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Peygamber’ine götürün.” ¹

Ayete dikkatlice bakalım. Burada Ulü’l-emr, sadece yetki sahibi değil, ehliyeti ve liyakati olan kimsedir. İtaat edilme meşruiyeti, bu özelliğinden kaynaklanır. Allah ve Peygamber’e itaatle birlikte anılması, onun bu iki kaynaktan devşirdiği meşruiyet nedeniyle değil; insanların ona emanet ettikleri yetki ve salahiyet nedeniyledir. Çünkü kimin Ulü’l-emr olacağına karar verecek olan, halktır; yoksa Allah ve Peygamber karar verip seçmez. Ayet çok açıktır. Eğer kime Ulü’l-emirlik verileceğine Allah ve Peygamberi karar vermiş olsaydı, ayetin devamında “anlaşmazlığa düşülen herhangi bir konuda onu yani konuyu Allah’a ve Peygamberine götürün, denilmezdi. Mademki herhangi bir anlaşmazlık durumunda ilk götürülecek merci, Allah ve Peygamberidir; yani ilahi ilkelerdir, o zaman Ulü’l-emr, halkın kendisine emanet ettiği yetki ve otoriteyi, yine halk için kullanacaktır. Başka bir deyişle, Ulü’l-emr, dini ya da ilahi bir anlamı değil, insani ve dünyevi bir anlamı daha çok içermektedir.

Diğer yandan, Allah ve Peygamber’i fetva makamı değildir. Onların çözümlemesi için sunulacak sorun, fetva üreterek ya da hukuki bir içtihatta bulunarak karara bağlanacak değildir. Sorun, “şeriat yasası”na ilişkin bir sorun değil, ahlaksal konularla ilgilidir. Aksi halde, birkaç yüz yıl sonra mezhep imamları ve onlara ait binlerce sayfalık hukuk çalışmaları ortaya çıkmazdı.

ŞERİAT: BAĞ SAHİBİNE ÜZÜM İKRAM ETMEK YA DA ALLAH’A SİYASİ EGEMENLİK BAĞIŞLAMAK

Ulü’l-emr, Allah adına ve Peygamber’e vekâleten emir ve yetki kullanmadığına göre, bu sıfatını, sahip olduğu liyakat ve ehliyete borçludur. Çıkabilecek anlaşmazlıkları çözmekte yetersiz kalırsa, durumun Allah’a ve Peygamberine götürülmesi gerekir. Bu ise, gidip iki merciiyle kişisel olarak görüşüp fikir almak değil; insanlar arasında adaleti temin etmek için ilahi ahlak ve hakkaniyet ölçülerine başvurmak demektir. Başka bir yazımızda, hak ve adaletin tamamen insani ve dünyevi bir yorum ve pratikler açısından değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamıştık.

İslamiyet, diğer dinler gibi, siyasi yönü de olan bir dindir. Ancak siyasi rejim öneren; bir devlet modeli ileri süren bir ideoloji değildir. Allah, siyasi bir varlık olarak algılanmamalıdır. Ulü’l-emr, dini bir otorite ve egemenlik yetkesi olarak görülemeyeceğine göre, “Allah’ın hâkimiyeti”, siyasi bir referansa dayanmaz. Egemenlik, siyasi değil, ontolojiktir; tüm varoluşu ve varlığı kuşatan bir kavramdır.

“De ki: “Ey mutlak egemenlik sahibi (malike’l-mülk) Allahım! Sen egemenliği dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın; dilediğini yüceltirsin, dilediğini alçaltırsın. Bütün iyilikler senin elindedir. Doğrusu sen istediğini yapmaya kadirsin.”²

Mülk, adalet ve yetki demektir. Bunun dini bir anlama sıkıştırılması, ayetin anlam kapsamını daraltır. Allah’ın egemenliği, Müslümanların siyasi egemenliği olarak yorumlanamaz. Öyle olsaydı, “dilediğini yüceltip dilediğini alçaltmaz”dı. “Kafirleri azabıyla alçaltma”yı ahrete bırakmazdı.³ Aksi halde, Allah egemenliği yalnızca Müslümanlara verir; onları yüceltir, kâfirleri alçaltır, denilirdi. Demek ki burada egemenlikten kasıt, siyasi olmadığı gibi, hilafetle de ilgili değildir. Egemenlik ve yüceliği Allah, kimi ya da kimleri isterse istediğine vermektedir. Egemenlik verilerek yüceltilen kimse, halife unvanı almaz. Alsa idi, Allah’ın hâkimiyeti kavramından, siyasi bir hâkimiyet anlamı çıkarmak zorunda kalırdık. Ayrıca gelişmiş ülkelerin İslam dünyasındaki hakimiyetlerini kutsamamız gerekirdi.

O halde halife ve hilafet ne anlama geliyor?

“Zira O sizi dünyaya mirasçı yapmış (caale lekum halaifa) ve bazınızı diğerlerinize derecelerle üstün kılmıştır ki bahşettiği şeyler aracılığıyla sizi sınayabilsin.”

Diğer bir ayette de bu “halife” kavramına biraz daha açıklık getirilmektedir. “Bütün insanlar yeryüzünün halifesidir.” O halde, “halife”, İslam tarihinde Hz. Muhammed’den sonra oluşturulmuş siyasal bir unvan olarak günümüze kadar gelmişse de tüm insanlar için kullanılan varoluşsal bir niteliktir. Kur’an hilafeti tüm insanlığa vermiştir. Tek bir kişi ya da kuruma Allah adına devredilen siyasi bir yetke değildir. Hilafet, yeryüzündeki bütün insanların ortaklaşa paylaştığı; bununla birlikte, Allah’a benzemek için yarışmalarına gerekçe olan ahlaksal bir sıfattır. Hangi dinden olursa olsun, Allah hilafeti tüm insanlığa vermiştir. Ahlaki ilkelere uygun davranmak; ilk sofilerden Muhasibi’nin (ö. 857) dediği gibi “O’nun ahlakıyla ahlaklanıp ahlaklanmamak” tamamen insan teklerine bağlıdır.

Demek ki hilafet, insani ve ahlaki bir niteliktir. Halife ise, tüm insanlardır. En iyi halife de Tanrı’ya ahlak ve huyca en çok benzeyendir.

Halife ve hilafet, ahlaki ve insani liyakat anlamına geliyorsa, İslam’da siyasi gücü Tanrı adına elinde tutan ruhani bir lider olabilir mi?

İslam’da Ruhani otorite anlayışı nerden çıktı?

661 yılında Müslümanların parçalanmasına neden olan büyük tartışma, otorite ve iktidar arasındaki hiyerarşi ilişkisi üzerinedir.

Hz. Muhammed’in siyasal ve dinsel zaferiyle oluşan yeni faktör, yalnızca Kureyş kabilesinden Peygamber’in de mensubu olduğu Haşimi ailesi ile Süfyan oğulları ailesi arasındaki rekabetin daha karmaşık hale gelmesi sonucunu doğurdu. Arkoun, Hz. Muhammed’in Medine’de kurduğu cemaat gücüne bağlı örgütü, devlet olarak nitelendirmektedir. Oysa onun zamanındaki siyasi güç, bir müminler cemaatinin fiili varlığından oluşan bir güçtü. Yoksa bir devlet değildi. Ancak tarihsel zorunluluklar sonucunda bir hilafet kurumu oluşmuştur. Bizzat Peygamber’in bu yolda açık bir vasiyeti yoktu. Hz. Muhammed’in vefatından sonra oluşan bu hilafet kurumu ise özellikle ganimetlerin paylaşılması konusunda çıkan anlaşmazlıklar yüzünden çökmüştür. Her türlü siyasi aktiviteyi devlet saymak doğru bir görüş değildir. En geniş çaplı bir sosyal organizasyon biçimi olarak “Devlet”, teşkilatlanmış teşri ve icra (yasama ve yürütme) organlarına sahip ve cemiyetin diğer kurumlarını kendi bünyesinde toplayan bir kurumdur. Böyle bir kurumlaşma olgusu Peygamber zamanında yoktu.

İMAM VE İMAMET

İmam, bugün kullandığımız anlamda, camii ve din görevlisi değildir. İslam tarihi içinde İmam, devlet başkanı olarak bilinmektedir. Ancak bu da halife ve hilafet kavramları gibi, Hz. Muhammed döneminde bilinmiyordu. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanların kendi aralarında çıkan bitmez tükenmez siyasi çekişmeler, türlü mezhepleri ve dini grupları yaratmıştır. Halife ve hilafet, Sünni literatüre ait olduğu gibi, imam ve imamet Şiiliğe aittir. Her ikisinin de tarihsel kökleri vardır ama ancak dini nasslara (delil ve dayanaklara) dayanmaz.

Emeviler Peygamber’in getirdiği meşrulaştırma yöntemlerini değil, gücü kullanmışlardır. Hariciler ise Kur’an’daki “Hâkimiyet (hüküm)yalnızca Allah’a aittir” düşüncesinden başkasını kabul etmediler. Bugünün ”şeriatçılar”ı dünün Haricileri’dir.

Kur’an’da ve Peygamber’in eyleminde ifadesini bulan Başlangıç Modeline bağlılık, bu modelin sürekliliğini ve ortodoksisini korumak için yapılan dinsel çatışmalar çevresinde cereyan ediyor. Böylece Sünnilikteki Halife ve özellikle de Şiilikteki İmam hem iktidarın hem otoritenin canlı simgesi olan kutsal varlıklar oldular. Hem İmam hem de Halife kelamcı-fıkıhçılar tarafından İmam Şafii’nin (ö. 820) kurduğu gelişmiş bir bilim olan usuli- fıkıh’ın yardımıyla kutsallaştırılan ve aşkınlaştırılan Şeriat’in kesin bir biçimde uygulanmasıyla uğraşıyordu.¹⁰

Türk İmam Maturidi’ye göre, Nebilerden ve resullerden sonra bir İmam veya devlet başkanı seçimi, kamu tarafından kabul edilmiş bir hak (bir vecibe)dir. Dinin ya da dini nassların değil, kamunun seçim hakkı ile ortaya çıkan başkanlıktan söz edildiğine özellikle dikkat etmemiz gerekir. Maturidi, devlet başkanının bir vecibe olduğunu söylerken, kamusal anlamda bir zorunluluğu dile getirmiş olmaktadır.¹¹

Devlet Başkanı’nın özellikleri arasında Ali evladından ve masum olma şartı koyan Rafizilere karşı, Sünnilik, sadece yönetim liyakat ve ehliyetini şart koşar. Bu da dinsel değil, kamusal bir şarttır. Sünnilikte, “benden sonra hilafet 30 yıldır” sözü Peygamber’e atfedilirse de bu rivayet sağlam değildir. Çünkü Peygamber, halife veya hilafet kavramlarına yer vermemiştir.

Şiiliğe göre İmamet yani devlet başkanlığı, din ve dünya reisliği anlamında manevi bir kuvvettir. Hilafet ise, zahiri ve dünyevi teşkilattır.

Şiilere göre İmamet, mukaddes ve ilahidir. Dünya imamlardan boş değildir. İdarede değillerse, gizlidirler. Ali evladından olmak zorundadırlar. Çünkü imamlar masum, efdal (en erdemli), mansus (daha önceki masum imam tarafından atanmış) ve müçtehittirler.

Masum demek, günahtan korunmuş olup, yaparsa yapsın hata olamaz ve derse ona itaat edilir demektir. Dini esasları ilga edebilir, yenilerini koyabilir. Herkesten iyi ve günahsızdır.

Ehl-i sünnet’e göre ise tüm bu koşulların hiçbir dayanağı yoktur.¹²

HİLAFETİN DİNİ BİR KURUMA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ

Halife, sonradan dinsel gerekçelerle kutsallaştırılan siyasi bir kavram olarak belirmiştir.
Modern tarih, parçalı toplumlara özgü iktidar pratiğini ve görüşünü içeren kolektif bilinci, her siyasal iktidarı tanrısal bir kerteye bağlayan kabile ötesi görüşe dönüştüren sosyo-kültürel süreci anlamaya çalışmaktadır. Pratikte, hegemonya savaşları iktidarın ele geçirilmesini ve uygulanmasını gerektirdi, ama hukuksal-teolojik söylem genişledi. Emeviler’in Şam’da (661-750), daha sonra da Abbasiler’in Bağdat’ta (750-1258) devlet kurumlarının kutsallaştırılmasında ve aşkınlaştırılmasında büyük bir güce sahip özerk bir akıl alanı haline geldi. Ulemanın elindeki bu hukuksal-teolojik akıl alanı günümüzdeki İslamcı hareketlerin yürürlükteki iktidara karşı çıkmak için kullandıkları bir kavramlar ve meşrulaştırma yöntemleri toplamını üretiyordu.¹³

Temel kaynak Kur’an, sanıldığının aksine, Ulü’l-emr’in dine dayalı bir devleti yönetmeyi ön gören ve siyasal bir anlam içeren “şeriat”tan söz etmemektedir. Bununla birlikte, “Şeriat” kavramı bazı türevleriyle Kur’an’da geçmektedir. “Şeriaten” (yol olarak),¹⁴ “Şir’a” (sistem) ve hayat tarzı (minhac)¹⁵, “mensek” (ibadet tarzı)¹⁶, “şara’a” (dinde uygun görmek), yol-yöntem göstermek¹⁷ gibi anlamlar içeren bir “şeriat” kavramını görüyoruz. Bu, dini bir rejime kaynak olarak gösterilmediği gibi, bunun uygulayıcısı olarak da ne halife ne İmam ve ne de Ulü’l-emr’den söz edilmemektedir. Hatta “Allah adına şeriat uydurmak” eleştirilmektedir:
“Yoksa onlar, (bu dünyadan başka bir şeyi önemsemeyenler) Allah’ın asla izin vermediği şeyleri kendileri için (hukuki ve) ahlaki bir yükümlülük haline sokan sözde uluhiyet ortağı güçlere mi inanırlar?”¹⁸

Allah adına ne yönetim ne de yönetici tayin etmenin İslam’dan kaynaklanan geçerliliği yoktur. Bu bakımdan Işid gibi terör örgütleri ile dini akımlar, tarikatlar veya cemaatlerin ya da benzeri din istismarcısı çevrelerin halifelik savı tamamen batıldır ve İslam’da hiçbir meşruiyeti yoktur.

İslam herhangi bir rejim emretmez, önermez. Toplumsal uzlaşma ve toplumsal dayanışmadan yana olması, siyasi bir rejim ya da anayasa vaz ettiği anlamına gelmez. Bu açıdan bakıldığında Cumhuriyet rejimi, toplumsal barışı, dayanışmayı ve yasalar önünde eşitliği emrettiği için bu sistem İslam’ın onayladığı bir rejimin de adıdır.

“Şeriat, İslam’dır” demek; İslam’ın siyasal bir egemenlik rejimi olduğunu, siyasal pratiklerle bu rejimin insanlar için en mükemmel yönetim şekli olduğunu öne sürmektir. Bu ise, temelde evrensel ahlaka vurgu yapan ve sınırları belirli hukukla daraltılamayacak İslam’ı, herhangi bir dönemde herhangi bir yönetim pratiğiyle sınamaya götürür. Ne var ki bu tür sınamalar beklenen ve umut edilen kusursuz bir yönetim ortaya koyamadığı gibi, uygulanan toplumları asırlarca geri bırakmıştır. İş bununla kalmamış; İslam’ı bir hukuk manzumesi gören yaklaşım, tarih boyunca ters teptiğinden, İslam’ın asıl zenginliklerine gölge düşürmüş; insanların dine bakışını olumsuz etkilemiştir, etkilemeye devam etmektedir.

Dipnot

1- 4 Nisa 59.
2- 3 Al-i İmran 26.
3- 4 Nisa 176.

4- 2 Bakara 30.
5- 35 Fatır 39.
6- Mohammed Arkoun, İslam Üzerine Düşünceler, Çvr. Hakan Yücel, Metis Y., İst. 1999, ss. 88-91.
7- A.g.e., a.yer.
8- Bkz. Şahin Uçar,İslam’da Mülkiyet ve Hilafet, İz Y., İst. 1996; ss. 135-137.
9- Bkz. A.g.e., a.yerler.10 Bkz. Mohammad Arkoun, İslam Üzerine Düşünceler, ss.88-91.
11- Bkz. Yusuf Ziya Yörükan, İslam Akaid Sisteminde Gelişmeler, K.B.Y., Ank. 2001, ss. 290-292.
12- Bkz. Yusuf Ziya Yörükan, a.g.e., ss. 290-292.13 Bkz. Mohammad Arkoun, a.g.e., a. Yerler.
14- 45 Casiye 18)
15- 5 Maide 46-47.
16- 22 Hacc 67.
17- 42 Şura 13.
18- 42 Şura 13.

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

3 Yorum

  1. Tek kelimeyle mükemmel, bir dolu kitap bilgisi adete makale olarak sunulmuş. Allah razı olsun hocam.

  2. Arap dinine olan sevdamız bi bitmedi. Bırakalım artık şu dini kendimize gelelim.

    • Kökeni arap olmayan semavi din mi var?
      Cok cabuk birakmaya hazirsiniz dini. Sorun dinin kendisi degil, dincilik ve cahillik. Kendi putperestliklerinizden vazgecme konusunda da bu kadar kararli olabilseniz, daha cabuk kendinize gelebileceginizden eminim.

Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!