Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı…
Resmi ya da gayriresmi veriler ülkemizdeki sığınmacı sayısının 10 milyonu çoktan geçtiğini gösteriyor. Bu sayıya neredeyse her gün yenileri ekleniyor ve hükümet, kaçakların yeniden ülkelerine dönmesi konusunda dişe dokunur herhangi bir eylem planı geliştirmiş görünmüyor. Sığınmacı denince akla ilk gelen Suriyeliler olsa da Afganlar, Ruslar, Ukraynalılar, Mısırlılar, Afrika kökenliler ve benzerlerini gözden ırak tutmamak ve bu sorunun odağına yalnız Suriyelileri başka bir deyişle Arapları koymak doğru değildir. Sorun Arap kökenli sığınmacı sorunu değil, genel olarak sığınmacı sorunudur.
Sığınmacı sorununa iki açıdan bakmak gerekir: Sığınmacılar sorunu genel olarak Türkiye’nin demografik, ekonomik, kültürel ve siyasal sorunların katlanmasına yol açmakta; Türk milletinin büyük çoğunluğu emareleri ortaya çıkmaya başlayan, milli bekayı tehdit edecek boyutlara ulaşan bu sorunları artık fark etmektedir. Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasında, Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni ve Geri Kabul Anlaşması 16 Aralık 2013 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilen bir törenle imzalandı. Geri Kabul Anlaşması, fiilen Avrupa Birliği’nin ‘güvenliği”ni Türkiye’nin sağlaması anlamına gelirken, diğer yandan da uluslararası demografik tuzağa nasıl çekildiğimizi tescil etmektedir.
İkinci açıdan baktığımızda herhangi bir sığınmacının temelde Avrupa’da, olmadı Türkiye’de daha iyi yaşam koşullarına kavuşmak için ülkesini terk ettiğini ya da terke zorlandığını görürüz. Sığınmacıları ve geliş nedenlerini tek tek ele aldığımızda, büyük çoğunluğunun Türkiye’ye zarar vermek için gelmediğini, sosyal, siyasi ve ekonomik nedenlerle bireysel olarak Türkiye’de yaşamayı seçtiklerini, esasen ilk fırsatta daha iyi bir yaşam için Avrupa’ya geçmenin yollarını aradıklarını söylemek mümkündür. Bu açıdan sıradan hiçbir sığınmacı ne Türkiye’ye ne de Türk halkına kasten, özellikle ve planlı bir şekilde zarar vermek için gelmiştir demek zorlama bir yorum olur. Ancak ilk açıdan yaklaşıldığında, büyük çoğunluğu en masum niyetlerle gelmiş olsa da denetimsiz bir göç hareketinin araçları olarak Türkiye aleyhine uluslararası bir planın parçaları olduklarının bilincini taşıdıkları savlanamaz.
Özellikle Suriye, Mısır, Irak, İran ve Afganistan göçmenleri, ülkelerinin siyasi, sosyal ve ekonomik koşullarının yetersizliği nedeniyle akın akın Türkiye’ye gelmektedir. Rejimleri görünürde farklı olsa da ülkelerindeki din baskısı bu nedenler içinde başı çekmektedir. Türkiye laik, sosyal bir hukuk devletidir ve onlar bunu çok iyi biliyorlar. İnsanca yaşanılabilecek rejimin cumhuriyet rejimi olduğunun farkındalar. Ancak ülkelerinde şeriat rejimi adı altında maruz kaldıkları dini baskı yerine laik bir ülkede seküler bir yaşam sürmeye alışık olmadıklarından; ülkelerinde, özleyip de bir türlü gerçekleşmeyen din devleti “Türkiye’de olabilir mi?” soruları hala zihinlerinin bir köşesinde uyandırılmayı bekleyen bir arzu gibi durmaktadır.
Türkiye’de bu arzuyu kamçılayanlar vardır.
Kaçaklar içinde cihatçı, selefiyeci ve IŞİD’çi bir takım radikal grupları saymıyorum bile. Uykudaki hilafet ya da şeriat devleti özlemi, öncelikle aralarındaki bu radikal gruplarca kışkırtılmaktadır. Türk güvenlik teşkilatları, kaçaklar arasına sızan bu terör yanlısı kişi ya da gruplara kapsamlı ve etkili operasyonlar yaparsa, büyük çoğunluğu oluşturan sıradan kaçaklar buna karşı herhangi bir tepki geliştirmezler. Çünkü ülkelerinden göç ettiren dini baskının öznelerinin bunlar olduğunu çok iyi biliyorlar.
Ne ki ülke içindeki Işidsever, şeriatsever, selefiyeci ve cihatçı dinsel yapılar (tarikatlar, cemaatler, medreseciler vs.), kaçaklar gelmeden önce de cumhuriyet karşıtı konuşmalar yapmakta, Atatürk’e lanet okumakta ve hilafetin mutlaka kurulacağı nutukları atmaktaydı. Kaçaklar geldikten sonra bu illegal yapılar cumhuriyet karşıtı kışkırtmanın dozajını giderek artırmakta ve hedef kitlelerinin kaçaklarla daha da büyüyüp serpildiğini düşünmektedirler. Karınlarını doyurmak, iyi bir iş sahibi olmak ve hatta ülkelerinde bırakıp geldikleri ailelerine para göndermek gibi masum istekleri olan kaçakların çoğu, her gün bizim içerideki dinci kışkırtıcıların hilafet ve şeriat propagandalarına maruz kalmaktadırlar. Şeriatçı-hilafetçi bu gruplar, laiklik sayesinde tüm din ve mezheplerin barış içinde yaşadığı eşitlikçi cumhuriyet rejimine ve Atatürk’ün çağdaş felsefesine dayanan Türk yaşam biçimine İslam’ı çarpıtarak düşman toplamaktadır. Akıllarına, “Peki cumhuriyet küfür ve şirk ise, Kemalizm İslam karşıtı bir rejimin temel felsefesi ise, ne yapmalıyız? Biz ülkelerimizde şeriat adı altında zulümlerden zulüm beğendik. Oradan kaçıp buraya geldik. Ne yapmalıyız?” Sorularını kazıyan bu dinci kışkırtmalar, yanıtlarını kendileri veriyor: “Biz millet değiliz, ümmetiz. Türk değiliz, Müslümanız. Dilimiz Arapça idi (halkımızın çoğu, Harf Devrimi’nin, Arapça olan dilimizi Latince’ye çevirmek olduğunu sanıyor) ama Atatürk İslam dili olan Arapçamızı Türkçe ile değiştirdi. Türk’üz demek ırkçılıktır, hem de gayrimüslim olmakla arasında çok ince bir fark vardır. Oysa insanın Arap ya da Araplaşmış olması onu gerçek bir Müslüman yapar. Biz millet değiliz, ama siz Arap milleti olabilirsiniz. Birleşirsek ümmet oluruz. Ümmetin dili, kültürü ve dini zaten Arap kaynaklı olunca Araplıktan başka bir kimliğe gerek kalmaz. Ümmetin dili Arapçadır.”
Tarikatçı-cemaatçi yasa dışı yapılar, görünürde Kur’an ayetlerini ve Hz. Muhammed’in hadislerini öne sürseler de cumhuriyet karşıtlığından hilafet taraftarlığına uzanan süreci, sözde vaaz ve dini sohbetlerle sürekli beslemekte ve sığınmacıları da içine alan geniş bir kitleye devletin anayasal temellerini tehlikeye sokan propagandalar yapmaktadır. Bu kışkırtmalar gün geçtikçe hem Türk kamuoyu hem de sığınmacılar üzerinde kafa karışıklığı yaratmakta; Türk devletinin kuruluş felsefesi aşındırılmaktadır.
Her millet için geçerli bir gerçeklik vardır. Herhangi bir din, o dini benimseyen çeşitli milletler tarafından aynı düzeyde, aynı kavrayışta ve aynı kültürel açıdan yorumlanmaz. Bu gerçeklik Türk milleti için de geçerlidir. İslam dini de farklı milletler tarafından farklı bilinç ve kültür düzeyleri oranında algılanır. Müslüman milletlerden hiçbiri İslam’ı birbiri ile aynı düzeyde kavramaz, yaşamaz. Türk milleti İslam dinini, Seyyit Kutup’lar, Hasan el Benna’lar, Muhammed Abduh’lar, Cemaleddin Afgani’ler, Yusuf el Kardavi’ler vb. anlamak ve yaşamak zorunda değildir. Öyle anlarsak bunlar gibi olurduk. Türk milleti Müslüman olmak için şeriatçı, cihatçı ya da Selefiyeci olunması gerektiği saplantısında olmamıştır, olamaz.
Türk milleti İslam’ı Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Ahi Evren, Pir Sultan Abdal vb.‘den öğrenmiştir ve barışçıl, insan sevgisine bağlı ve hoşgörülü bir din anlayışına sahiptir. Bu din anlayışı ve felsefesi Cumhuriyetimizle ete kemiğe bürünmüştür. Bizim Müslümanlığımız budur. Türk milletine içeriden veya dışarıdan hiçbir güç, kendi yorumuna dayalı bir din anlayışı dayatamaz.
Irak, Suriye, Afganistan, Pakistan hatta Mısır, kendi demografik ve kültürel doğaları doğrultusunda İslam kavrayışı geliştirememişler, radikal dinci gruplar bu ülkeleri sonunda insanlık dışı felaketlere sürüklemişlerdir. Oralardan ülkemize gelen insanlara aynı acıları yaşatmak, ülkemizi yangın yerine çevirmek, Arap Baharı tuzaklarıyla Arap ülkeleri gibi ülkemizi de haritadan silmek amacındaki iç ve dış mihraklar, masum sığınmacıları tam da işte aynı hilafetçi-ümmetçi tuzaklara düşürmek için çırpınmaktadır.
Sığınmacıların vatanlarına dost ve kardeşlerimiz olarak dönmelerini isteyen haklı tepkiler, kışkırtma değildir. Irkçılıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu suçlamaları yapanlar, bu haklı ve meşru talebin ırkçılık olmadığını bizim kadar biliyorlar. Ne var ki kışkırtıcılık misyonunu yerine getirmek zorundalar ve öyle de yapıyorlar.
Peki “halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek”, halkın çıkarına olanı savunmak mıdır? Dünyada böyle bir hukuk felsefesi olamaz. Halkın çıkarını en üstte tutmak ödüllendirilmesi gereken bir vatandaşlık davranışıdır. Asıl kışkırtma, Arapça konuşarak Arap halklarını ve ülkelerini Türk halkına karşı kışkırtmaktır. Araplar veya başka milletlerle kan davamız yoktur. Üstelik Araplarla çok yakın kültürel, tarihsel bağlarımız vardır. Bütün bu gerçeklere karşın, sığınmacılar üzerinden ‘Araplarla Türkler kardeş’ demek gereksiz olmakla kalmaz, bilinçaltı tehlikeli mesajları da içinde saklar.
Arapça konuşan kampanyacılar, cumhuriyet karşıtı tarikatçı-cemaatçi radikal dinci bakış açısından konuşmaktadırlar. Çoğunluğu, sıkı FETÖ güzellemesi yapmakla ünlüdür. Daha FETÖ tövbesi bile yapmamışken, nasıl kardeşlik çağrısı sevabı umarsınız? Size kim inanır?
Sen Atatürk’e demediğini bırakma, cumhuriyetin tağut rejimi, kafir düzeni olduğu yalanını dine söyletmekten vazgeçme, tarihte hiç vaki olmamış şeriat devleti hayali ile masum Müslümanları avutarak dünyalık biriktir “Türk diye bir ırk veya millet yoktur”, “Türk olmaktan kurtuldum”, “Türk değil Müslümanız” diyerek Türk’ü yok say, Türk milleti tehlikenin farkına varmaya başlayınca da “Türk milleti, sizi bağrına basar” mesajları ver. İnkâr ettiğiniz millete Arapça yakarış iki yüzlülükten ziyade bir hıyanettir. Artık bu taktikler miadını doldurmuştur.
FETÖ, “hizmet” diye diye Türk milletini hezimete uğratmıştı. Kampanyacılar da “kardeşiz” diyerek ülkemizin Türksüzleştirilmesinin taşlarını döşemeye çalışmaktadırlar.
Başta iktidar olmak üzere bütün siyasi partiler, aydınlar, yazarlar, çizerler özellikle sığınmacılara Cumhuriyet karşıtı kışkırtmaların önüne geçmek zorundadır. Din adına cumhuriyet düşmanlığı yapanlara fırsat verilmemeli, kaçakları hayali bir din devleti ile cumhuriyetin hazır kıta düşmanı haline getirecek kışkırtıcılar hukukun önüne çıkarılmalıdır.
Bilinmelidir ki Türk milleti, Ata’sına, Cumhuriyet’ine, kültürüne ve binlerce yıllık tarihine düşman olan hiçbir grup, kişi ya da milletle yan yana gelemez ve hiçbir dinsel söylem Türk milletini kendine ihanete ikna edemez.
Çok güzel bir yazı