Donmuş Zaman

featured

Zekiye Yaldız yazdı…

Bergman’ın “Yaban Çilekleri” filmini hatırlatıyor zaman. Büyük bir hızla sona, yaşlılığa doğru giderken sığınacağımız birkaç sıcak çocukluk anısından başka bir şey yok. Sürekli bir şeyler oluyor; mevsimler gelip geçiyor, sabah oluyor, akşam oluyor, gün kızıl, mor ışıklarla doğup batıyor. Aydınlık, karanlık peş peşe sürekli birbirini kovalıyor. Aydınlık, mor ışıklarda karanlığı; karanlık, kızıl ışıklarda aydınlığı bir an yakalayıp sonra kaçırıyor. Tutabildikleri sadece birkaç tutam ışık.

Profesör İsak’ın kendini, harabe evlerin olduğu boş bir sokakta gördüğü bir rüyayla başlıyor film. Sessiz sokakta ansızın yelkovansız ve akrepsiz bir saat çıkıyor karşısına. Zaman durmuştur. Sonra, sürücüsüz bir cenaze arabası sokak lambasına çarpıyor ve içinden bir tabut fırlıyor. Tabutun içinden bir el İsak’ı kendine çekiyor. Çeken el, kendi elidir. Yelkovansız ve akrepsiz saat, tabuta çeken el İsak’ın ölümle yüzleşmesini imgeliyor. Gelini Marianne ile bir katedralde düzenlenecek ellinci yıl jübilesine giderken bir başka kabus görüyor. Bu kez, bir derslikte kürsünün yanına oturtulmuş, bir sorguç tarafından sorgulanmaktadır. Önce mikroskoptaki canlıyı tanımlaması istenir, fakat İsak, ölüme yaklaşan kendi gözü dışında bir şey göremez. Sonra kara tahtadaki yazıyı okumasını ister sorguç. Yazıyı okur fakat ne olduğunu anlamaz. Sorguç, “Bir doktorun en temel görevi nedir?” diye sorar. İsak yine bilemez. Sorguç yanıtlar soruyu: “Bir doktorun en temel görevi af dilemektir.” der. İmtihan sonucu karnesine “Duyarsızlık, bencillik, insafsızlık.” yazılır ve cezası da her zamanki gibi “Yalnızlık” tır. Elli yılını verdiği bilim tarafından sorgulandığında elinde yalnızlık dışında bir şey kalmadığını fark eder. Aslında bu sahnede ölüm sonrası sorgulanma anlatılmaktadır. Bütün bir ömrü harcadığımız en kutsal değerlerin bile ölüm karşısındaki acizliği ve bu dünyada çok da önemseyerek yaptığımız, öznesi olduğumuz işlerin başka bir dünyada nesneleşmesi ve kendi yaptığımız, ürettiğimiz değerlerin belki de hiçbir anlamı olmadığı vurgulanıyor.

İnsan hemen koronavirüs karşısında bilimin düştüğü acziyeti düşünüveriyor orda. Pandemi başında ekranlara kilitlenip büyük bir dikkatle dinlediğimiz bilim adamlarını şimdilerde zappingle görünmeze gönderiveriyoruz. Çünkü onların saatleri yelkovansız ve akrepsizmiş gibi hâlâ “maske-mesafe-hijyen” tik takları çalarken kitlelerin saatleri zamanı ilerletiyor ve artık “maske-mesafe-huni” karikatürleri üretiyor. Ve ölüm karşısında çaresiz kalmış insanlık, din adamlarının tutarsız hayatları, söylemleri, politikacıların duyarsız eylemleri ile gerçekten hunili delilerden başka kimseye güvenmez oldu.

Modern insanın, kariyer uğruna kendi kendini yalnızlaştırmasına bir eleştiri olarak  okunabilecek film, Profesör İsak’ın çocuk istemeyen oğlunun hamile karısı Marianne’nin “Çocuğumu da istiyorum, eşimi de.” çıkışıyla ve son sahnedeki Profesörü şefkatle öpüşüyle yelkovan ve akrebi çalıştırabilecek tek şeyin merhamet ve sevgi olduğunu düşündürüyor.

Gerçekten de virüsten bu kadar korkuyor olmamızın tek sebebi ölümcül olması mı diye düşünüyor insan. Aslında daha korkutucu olan yarattığı yalnızlık ortamı. En aciz zamanlarda; ciğer yanarken, nefes alamazken, kaslar, kemikler ağrıdan birbirine geçmişken, bir sevdiğimiz ölmüşken sevilmeye, şefkate en çok ihtiyacımız olan zamanda  “Sakın!” diyor kurallar. “Bir kişiden altmış kişiye bulaşabilen bir belayla karşı karşıyayız ve yapabileceğiniz en iyi şey tek başınıza hastalanıp tek başınıza ölmeniz!” Benim yüzümden birine bir şey olur korkusu da ayrıca vicdani bir sorumluluk yüklediğinden korku giderek daha geniş alanlarımızı kaplıyor.

İnsanlığın üretebildiği en yüksek erdem olan merhamet bu süreçte en büyük düşmanı oldu nerdeyse. Bir çocuğun başını okşamaktan, bir hastaya geçmiş olsun ziyareti yapmaktan, taziyeye gitmekten, sevdiğimize dokunmaktan, kardeşimize sarılmaktan, komşuyla mis gibi vanilya kokulu bir dilim keki paylaşmaktan, bir dostla demli bir çay eşliğinde dertleşmekten, dans etmekten, şarkı söylemekten, haksızlıklara karşı etten zincir olup direnmekten alıkoydu virüs insanlığı.

Şimdi hepimiz, yattığımız soğuk yataklarda gülüşerek yaban çilekleri toplamaya gittiğimiz bir sıcak anıyla ısınmaya çalışıyoruz. Bahara durmuş ağaçlar, çilek tarlaları, kapalı çarşılar sorumluluk sahibi insanlar için birer anı artık. Kalplerimizi anılar ve digital şarkılarla çarptırmaya çalışıyoruz. Bir Bergman sahnesinde donuyor zaman. Yelkovanımızı ve akrebimizi kalbimizi attıracak küçük sevinçler dışında ne çalıştırabilir ki?

 

“…Yine de dayanmağa çalışıyorum işte

Bir kır çiçeği koparıyorum gözlerine benzeyen

Geçen bulutlara sesleniyorum ellerin diye

Rüzgar güzel bir koku getirmişse

Saçlarını okşayıp gelmiştir diyerek avunuyorum

Yaşamak seninle bir başka zamanı

Bir başka zamanda seni yaşamak…”

Ümit Yaşar Oğuzcan

Donmuş Zaman

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!