Serkan Arslan yazdı…
Evrim ile gelişen insan anatomisinin yüzyıllar boyunca psikolojik yapısının ne kadar hızlı değişim gösterdiğini ne yazık ki yakın tarihimize kadar hiç keşfetmeyi düşünmedik. Son yüzyılda ise bu süreç çok hızlı bir şekilde bu gizemin çözümü için büyük araştırmalar ile takip ediliyor. Hayatımız davranışlarımızla şekillenirken bu davranışları hangi psikolojik ataklar ile edindiğimiz konusundaki izlenimlerimiz insanlığa şunu gösterdi. Düşüncelerimiz uygun koşullar oluştuğunda kendiliğinden everilebilir. İnsan faydalı bir canlı mıdır sorusunun cevabını çok kısa sürede yanıtladık. Dünya kaynakları benlik kaygısıyla yok edilirken daha fazlasını istemekten geri durmayan canlı bir organizma olduğumuzu bize gösterdi. O zaman insan faydalı değil, faydacı bir canlıdır. Pragmatik yapının içerisinde kendine bir yer bulma kaygısıyla çıkarları doğrultusunda kendini farklı kalıplar içinde simgeleyebilir. Bu yüzden insanoğlu içinde bulunduğu doğallığın bir parçası olmak için değil ona sahip olmak için yaşar. Oysa ki hepimiz küçük bir parçası olduğumuz bu küçük gezegende önemsiz bir ayrıntıdan başka bir şey değiliz.
Bir Şaman öğretisi şöyle der: Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz. Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez. Güneş kendisi için ısıtmaz. Nehirler kendi suyunu içemez Ay kendisi için parlamaz. Çiçekler kendileri için kokmaz. Toprak kendisi için doğurmaz rüzgâr kendisi için esmez. Bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz.
Doğanın anayasasında ilk madde şudur: Her şey birbiri için yaşar. Birbiri için yaşamak, doğanın kanunudur. Eski çağlarda yürürlükte olan bir anlayıştı bu.
“Ben, biz olduğumuz zaman ben olurum.” “Ben, ben olduğum için sen, sensin.”
Bu nedenle insanoğlu içinde bulunduğu yaşam döngüsünün kendisi için yaşayan pragmatik primatıdır.
Peki bizler bu aykırı yaşam biçimine nasıl everildik? İnsana kendisi için yaşamayı kim öğretti?
Kültür ve inanç kavramları ilk aşamada toplumlar üzerinde olumlu etkiler yaratsa da hümanist düşüncenin ütopik varsayımlardan öteye geçememesine neden oldu. Dil, din, ırk gibi üstünlükler bizleri öteki kavramı içerisinde bölüştürdü.
Faydalı insan sorgulayıcı özelliği ile inancını keşfetmek için kendi arayışını başlatmış olsa da pragmatik yapısının baskın çıkması ile birlikte benlik kaygısını birincil amaç edinerek, menfaatleri doğrultusunda sorgulamak yerine ikna edilmeyi tercih eder.
Burada ikna ve inanç arasındaki farkı ayrıştırmak gerekse de birey faydacı düşünceyi terk etme fikrine sahip olduğu için çekimser kalır.
İkna da birey, kişisel çıkarlarını hedefler. Bu kazançlar karşısında geri kalan bütün kayıpları göze alabilir. İnanç ise kendi değerlerini toplumsal değerlerle eş değer hale getirip sadece kendine değil, herkese aynı menfaati sunma düşüncesine sahiptir.
Pragmatik toplumlarda kişisel ve faydacı yapısıyla toplumsal hareketlenmelere kayıtsız kalır. Her ne kadar atalet toplum yapısını andırsa da çıkarları için hareketlenmeler yaratabilir. Ama toplum yapısına asla sahip olmazlar. Son yüz yılımız kendi içselliğimize erişmekten çok uzak bir dünyayı keşfetmişiz gibi görünüyor. Hepimizin kendimiz ile olan bu birey tolum çatışmasında yapılması gerekenleri yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor.