Alternatif tarih

featured

Prof. Dr. Çetin Yetkin yazdı…

İnsan, sözcük ve kavramlarla düşünür, yargıları da yine sözcük ve kavramlarladır, belleğinde yer alan kişileri yine adlarıyla anımsar, hiç görmedikleri ise, örneğin tarihe mal olmuş kişileri, adlarıyla tanır. Dolayısıyla eğer bunlara yanlış anlamlar yüklenirse ya da anlam kaymaları olursa, kişinin düşünceleri bulanıklaşır, yargılarında yanlışlıklara düşer. Dahası eğer belleklerden silinirse geçmişi anımsamaz olur.

Bu kısa açıklamanın ışığında ülkemizde olup bitenlere bir göz atacak olursak, bizleri biz yapan, tanımlayan sözcük ve adların kimi çevrelerce bulanıklaştırılmaya, olumsuz çağrışmalara yol açacak biçimde saptırılmaya, unutulmaya çalışıldığını, zaman zaman bunda bir ölçüde başarılı olunduğunu görürüz. Bunların başında da “Türk” sözcüğü gelmektedir.

“Türk” bir ulusu ve onun tek tek bireylerini tanımlar. Bir Türk olarak benim kimliğimi belirler. Ne var ki, Osmanlı’dan hatta Selçuklular’dan bu yana “Türk” egemen kozmopolit ve devşirme çevrelerce hep aşağılayıcı bir anlamda kullanılmıştır. Söz gelimi Osmanlı, Ermeni uyruklarını “Tebaa-i sadıka” (sadık teba), Arapları kavm-i necip” olarak nitelendirirken Türkler için “etrak-i bi-idrak” (kafasız/idraksiz) demiştir. Tanzimat’la birlikte egemen çevrelerde gelişen Batı karşısındaki aşağılık duygusu, ne acıdır ki günümüzde bile varlığını sürdürmektedir. Örneğin, dilimizde yer etmiş olan “alafranga” (Frenk gibi) ve “alaturka” (Türk gibi) deyişlerinde olduğu gibi alafranga bir şeyi beğenmek için kullanılırken, alaturka ise kötülemek, eleştirmek için kullanılmaktadır.

Son dönemlerde belli odaklarca Türk sözcüğü ikide bir soykırım, faşizm, ırkçılık, soykırım gibi kavramlarla birlikte kullanılır olmuştur. Bu tutum öylesine yaygınlaşmış bulunuyor ki, yeterince bilinçli olmayanlar “Türk’üm” demeye çekinir bile oldular, bana da faşist, ırkçı, soykırımcı derler diye…

“Türk” sözcüğünün nasıl olumsuz çağrışımlara yol açmak için kullanıldığına bir örnek vermek istiyorum: Bir turist gurubuna karşı yanlış davranışta bulunan bir ilçenin yetkililerini eleştiren kısa bir köşe yazısında Oral Çalışlar “İşte Türk kaymakam böyle yapar”, “Türk emniyet müdürü böyle yapar” gibi tam 17 kez “Türk” sözcüğünü kullanmıştır. Demek ki bu yazara göre yetkililer Türk olmasaymış bu yanlışlığı yapmayacaklarmış! Ya da şöyle diyeyim: Yazarın çocuğuna öğretmeni sınıfta bir haksızlık yapmış olsaydı şikayet dilekçesinde “öğretmen şunu yaptı” diye mi yazardı yoksa “Türk öğretmen şunu yaptı” diye mi?

Bu işin bir yönü. Anlaşılan o ki, bilinen kimileri sıra böylece yıpratılmaya çalışılan, olumsuz anlamlar yüklenen “Türk” sözcüğünü “tedavül”den kaldırmaya sıra geldi diye düşünmüş olmalılar: Kızılay’dan, resmi dairelerden, bankalardan, soda şişelerinden bile kaldıralım gitsin, böylece Türk’ün silinip gitmesinde bir adım daha atılmış olur!… Sanırım, “Andımız”ın niye yasaklandığı şimdi daha iyi anlaşılmıştır.. Gerçi Türklük bizim kuşağın belleğinde kazılıdır ama amaç yani kuşakların aynı havayı solumamalarıdır. Atatürk, bizler için Türklük demektir. Ne çare ki, adını stadlardan kaldıranların çizgisindekilerin ona çirkin saldırılarda bulunduklarına da tanık olmaktayız.

Burada başka bir açıdan aynı gelişmelere değinmek istiyorum: Bir bilimsel kitapta okumuştum. Güney Amerika kıtasının iç bölgelerinde bir gezgin gurubu, insanlarının çoğu bir hastalık yüzünden ölmüş, geride yalnızca ölmek zere olan birkaç kişi kalmış bir kabileye rastlamışlar. Bu kişiler son bir çaba kendi adlarını mırıldanıp dururlarmış. Böyle yapmalarının nedeni, kendilerinden sonra adlarının yaşayacak olduklarına inanmalarıymış. İşin gerçeği aranışa bu inanış şu ya da biçimde günümüze kadar sürüp gelmiştir. Bir ressam tablosunun altına neden imzasını atar ya da adını yazar, hiç düşündünüz mü? Hangi yazar veya sanatçı ben ölünce yapıtlarımı benimle birlikte gömün, yakın der? Mezar taşlarına ölülerimizin adlarını neden yazdırıyoruz? Bu açıdan bakınca anma günlerinin anılan kişinin adının, eylemlerinin anısını yaşatmak için olduğu çok daha iyi anlaşılır. İşte, bu nedenledir ki 10 Kasım anması yapılsın istenmiyor, eylemleri unutulsun diye de 23 Nisan, 30 Ağustos, 29 Ekim törenlerine gölge düşürülüyor, anıtlarına çiçek bırakılması bile yasaklanıyor. Ama boşuna: Onun imzası yurdumuzun her karış toprağındadır!

“Milliyetçilik” Atatürk ilkelerini simgeleyen altı oktan biri. “Devrimcilik” de bir başkası. Ne ki, önce bir siyasal gurup kendisini milliyetçi, ona karşı olan bir başkası da devrimci olarak tanımlarsa, milliyetçiyim diyen devrimciliği, devrimciyim diyen de milliyetçiliği dışlarsa, her iki ilke de anlam kaymasına uğrar. Öyle de olmuştur. Her ikisi de Atatürkçü çizginin dışına düşmüştür. O kadar ki, bir söyleşimiz sırasında bir gazetenin büro şefi dostum “ben milliyetçiyim” dediğimde “Estağfurullah abi” deyivermişti. Neden böyle dediğini sorduğumda aldığım yanıt “Abi sen faşist değilsin ki” olacaktı. Diyeceğim o ki, Atatürk’ün anladığı ve tanımladığı “milliyetçilik” kimilerinin kafasında faşizm oluvermiş bulunuyor.

Atatürk, “başbuğ” idi. Bunu Türkeş’e yamalarsanız, yalnızca yama olarak kalır. “Ülkü” Atatürk’ün C.H.P.’nin dergisinin ve kızının adıydı. “Ülkücü”den başka bir ad bulamadız mi kendinizi tanımlamak için? “Bozkurt” ulusal söylencemizin simgesidir. Cumhuriyet’imizin ilk pullarını söyler. Atatürk’e yakıştırılan övücü bir sıfattır. Birileri kendilerine bu sıfatı uygun görüyüp de bir de uluyunca Bozkurt başka bir şeye dönüşmüştür. Sonunda da Kayseri kurultayın da Bozkurt maketi taşıyanları Türkeş “Kaldırın o putu” diye kükreyecektir. Böyle olacağı yerde Bilge Kağan’ın şu sözlerine kulak verselerdi Atatürk’ü ve neyi karşılarına aldıklarını anlayabilirledi: “İçte aşsız, dışta elbisesiz [çıplak] korkak ve zavallı bir kavmin ütüne hükümdar oldum…. Ölecek olan kavmi [ulusu] diriltip doğruttum, çıplak kavmi elbiseli, fakir kavmi zengin kıldım…” (Hüseyin Namık Orkun: Eski Türk Yazıtları, Cilt I, İstanbul, 1936, sayfa 42-43).

Tarih, bir ulusun belleğidir. Ulusun kimliğini tarihi belirler. Tarihini bilmeyen bir ulus, belleğini yitirmiş bir insan gibidir: ona ne kimlik biçilirse ona inanır. Bugün Türklüğü yadsıyanlar, ulusun belleğini silip yeni sözüm ona tarih yazarak, yeni ama yapay bellekli bir tip insanı biçimlendirmek istemektedirler. Örneğin, İslam halifesi, devletin başkanı Vahdettin’in Hıristiyan düşmana yalvar yakar dilekçe yazarak düşmanın gemisiyle vatandan kaçması tarihsel gerçeği unutturup bir hainin kahramana dönüştürülmek istenmesi ve burada anlatmaya çalıştıklarım, bu uğraşın adımlarıdır.

Alternatif tarih

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

3 Yorum

  1. 1 Kasım 2023, 23:21

    Çetin hocam, tarih kavramını çok güzel açıklamışsınız. teşekkürler.

  2. Yazıyı okuyunca anladım, bu konu zannettiğimden daha da önemliymiş. Belleklerimizle oynuyorlar. Oltaya gelmeyelim.
    Başbuğ ve Bozkurt’u aldılar, şimdilerde siyasal İslamcıların peşine takılmış giden bir partiye yapıştırdılar, tuttu da. Atatürk’ün başbuğ sıfatını aldılar, Amerika’da kontrgerilla eğitimi almış darbeci bir albaya verdiler. Bir zamanlar reis deyince Muhsin Yazıcıoğlu akla gelirdi, yaşadım o günleri. Şimdi reis deyince kim akla geliyor? Belleklerimizle oynatmayalım.

  3. Çetin Yetkin Hocam duygularıma tercüman oldunuz

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!