Aram Karaoğlanyan’dan William Saroyan’a

featured

Ali Yıldız yazdı…

Eski bir yazgıydı bu, Anadolu’nun yazgısı. Önce erkekler gider, yaban ellerde iş bulunca, ailesini aldırırdı yanına. Baba Armenak da aynısını yaptı. Gidip oraları kolaçan etti, çalıştı, para biriktirdi, eşine haber saldı sonra. Hiç yakın sayılmazdı gittiği yer, dünyanın bir ucu deniyordu buna memleketinde…  

Takuhi tedirgin olmasına rağmen, kararlıydı. Hazırlamıştı kendini, üç çocuğunu kanatları altına alacak, vuracaktı sırtına dengini. Kolay bir yol değildi çıkacakları, korkuyordu da. Bitlis’ten ayrılacak, okyanusu aşarak Amerika’ya ulaşacaklardı. Vardılar limana, gelecek gemiyi beklediler. Mavilikleri yararak geldi gemi, açtı kapılarını. Demir aldığında, kaptan düdüğüne asıldı, dumanlar yükseldi bacasından. El salladılar, geride kalanlara… Zorlu bir yolculuktu ama, sağ salim ulaşmışlardı sonunda. 

MY NAMES İS ARAM   

1908 yılında, ABD’nin Kaliforniya eyaletine bağlı Fresno kasabasında, Ağustos ayının son gününde geldi dünyaya. Gerçek adı Aram’dı, Aram Karaoğlanyan. Ermeni asıllı olan yurttaşlarımızın büyük umutlarla bindiği gemi, şanssız bir limana yanaşmış gibiydi. Aram’ın Presbiteryen rahibi olan babası, o henüz üç yaşındayken ölünce, annesi tarafından üç kardeşiyle birlikte, yetimhaneye verildi. Yetimhanede geçen beş yıl boyunca, hiç arayan soranları yoktu ki, kapıları çalınsın. Yıllar sonra bir gün, Saroyan kardeşlere; eşyalarını, toplamaları söyledi. Müdüriyete çıktı dört çocuk. Onları bekleyen, anneleri Takuhi’ydi. Aile tekrar bir araya geldi, Fresno’ya yerleşildi.   

Kardeşler okula başlamışlardı ama, küçük Aram, nam-ı diğer William’ın dersleri hiçbir zaman iyi olmadı, kısa bir süre sonra da okuldan ayrıldı zaten. William’ın asıl eğitimi, kendilerinden daha önce Amerika’ya göç eden tanıdıkları ile büyüklerinden dinlediği, anavatan hikâyeleri olmuştu. Çeşitli işlere girip çıktığından, her kesimden insanla tanışıyordu, dünyanın birçok ülkesinden gelen göçmenlerle de. Yazmaya başladığında, aktarılmayı bekleyen çok ayrıntı birikmişti belleğinde. 

Dergilere gönderdiği öykülerine yanıt verilmese de, yılmak nedir bilmiyordu. İlk öyküsü 1933 yılında Story dergisinde yayınlanınca, karşılığında on beş dolar aldı. İlk kitabı, Trapezdeki Cesur Genç Adam ve Diğer Öyküler bir yıl sonra basıldı. Devamı gelmeye başladı, kısa sürede tanınmıştı. İkinci öykü kitabının adı, Aram Derler Adıma’ydı (My Names Is Aram). 

YAZIM BİÇEMİYLE SAROYAN

Yazım biçemi, Amerikan okurlarını fethetmesinde, en büyük silahı olmuştu. Okuru sarıp sarmalayan bir üslubu vardı. Okuruyla konuşur gibiydi, yarattığı karakterler… Onun döneminde, Amerikan yazınında sosyalist kalemler egemendi. Saroyan’dan da toplumsal konulara yönelmesi istendiğinde, yayınevlerini hiç umursamadı. Yarattığı biçeminden vazgeçmediği gibi, kendisine dikte edilmeye çalışılan görüşlere de hiç aldırış etmedi. Birçok yazarın hayalini, Amerika’nın en saygın ödüllerinden biri olan Pulitzer süslerken, 1939 yılında yazmış olduğu oyunlarından birine Pulitzer ödülü verildi. Hiç düşünmeden, ödülü reddetti. Olumlu veya olumsuz görüş bildirenleri, eleştirmenleri de hiç umursamıyordu. Coşkulu anlatış tarzına, Saroyanesk denmeye başlanmıştı. 

Aynı yıl, dünyanın yaşadığı en büyük savaşlarından biri patlak verdi. Askere alınmış, aklı geride kalmıştı. Denediği ilk satırdan, yazdığı son tümcesine kadar, barış çağrısı yapmıştı kitaplarında. Militarizmden, savaştan, iyice nefret etmişti askerliği boyunca. Cephe gerisinde kalan aklı, kısa süre önce evlendiği, sinema sanatçısı eşi Carol’daydı daha çok.  

ARTILAR EKSİLER          

Tanınmış bir yazardı artık, çalışmasına gerek yoktu ama, zaafları çoktu Saroyan’ın. Alkol ve kumar alışkanlığı giderek artmış, bir yandan da eşinin harcamalarına yetişmeye çalışıyordu. Evlilikleri gittikçe bozulmaya başladı, kavgalar, gürültüler… Oğluna Aram, kızına Lusi ismini vermiş, ikisine de babalık yapamamıştı ama. Eşinden ayrıldı, Carol çocuklarını görmesine izin vermiyordu. Tekrar evlendiler, tekrar boşandılar. Oğlu Aram da kendisi gibi yazar olmuştu ama, ne oğluyla ne de kızıyla pek anlaşamadı. 

İnişli çıkışlı yazım serüvenine, devam ediyordu. Betimlediği sıradan insan karakterlerinden, hiç vazgeçmedi. Kazancıyla dünyayı dolaşmaya başladı. 1968 yılında, öğrencilerin salladığı Paris’te yaşadı bir süre. Ermenistan’ın ardından, anavatanı Türkiye’ye iki kez gelerek, çocukluğundan beri dinlediği Bitlis’i gezdi. Büyüklerinden duyduğu, çeşmeyi bulabilmişti sadece. Anadolu’nun birçok yerini dolaşırken, kendisine eşlik edenler, Fikret Otyam ve Ara Güler olmuştu.  

Duymaması olası değildi. Osmanlının son dönemindeki vuruşmadan haberi vardı mutlaka, ancak günümüzde olduğu gibi, hoyratça kullanılan soykırım tanımını da ağzına almadı hiçbir zaman. Bitlis’e bir ev kondurmak, ölümüne dek orada yaşamak istiyordu. Olmadı, Türkiye’de 12 Eylül faşizmi hüküm sürüyordu. 18 Mayıs 1981 yılında doğduğu yerde, Fresno’da öldü. Erivan’daki, ünlüler gömütlüğüne kaldırıldı.   

[email protected]

WİLLİAM SAROYAN 

Amcamgille Meksikalılar *

Juan Cabral bir süreler amcamın yanında iş tutmuştu, boy onda bos onda bir Meksikalıydı, bağ budamıştı. Yoksul olmasına yoksuldu ya, yine de bir şeyleri vardı: Söz gelişi, karısı Consuela, oğulları Pablo ile Pancho, üç koca kızı, aksak yeğeni Fedirico, dört köpeği, bir kedisi, bir gitarası, bir tüfeği, kocamış bir atı, eski bir arabası daha bir yığın kap kacağı falan filan. 

Sabahleyin çiftliğin avlusunda amcamla konuşurken baktım; Juan, arabasıyla yoldan kopup iş istemeye bize geliyor. 

O da nesi? dedi amcam. 

Meksikalılar, dedim. 

Nerden bildin? dedi.   

Köpeklerinden, dedim. Meksikalılar soylu fakat basit insanlardır. Buna karşılık, bir köpek sürüsü besleyecek kadar da düşkünleşmezler. Kızılderililerle başka soyların karışımından çıkmışlardır. 

Ne istiyorlar dersin?  

İş, dedim. Bunu size derken yürekleri param parçadır ya, yine de istemeden edemezler. 

Benim işçi mişçi aradığım yok ki, dedi amcam. 

Önemli değil, dedim. Sorarlar, yok dersen dönüp giderler, başka kapının ipini çekerler. 

Juan’ın arabası yavaşçacık avludan içeri girdi. Kendi dilinde günaydın, dedi: Buenos dias, amigos. Kötünün kötüsü bir İngilizceyle; güçlü kuvvetli bir Meksikalıya verecek bir işiniz var mı acaba? diye sordu.  

Kime? dedi amcam. (Sözgelişi, dedi bana) 

Bana, dedi Juan Cabral. Juan Cabral’a. 

Juan Cabral, dedi amcam. Bizde iş miş yok. 

Ücret ne? 

Ne diyor bu be? dedi. Şaşkınlaşmıştı, geçiştirmek için bir sigara yaktı. 

Ne vereceğinizi soruyor, dedim. 

Kime ne verecekmişim? dedi amcam. Benim kimseyi tuttuğum muttuğum yok ki. 

Olsun, dedim. Yine de öğreneyim istiyor. Biliyor adama ihtiyaç olmadığını. 

Amcam eni konu, şaşkındı. 

E, dedi. Saatine otuz cent veriyorum. Japonlara. Başka yerlerde ya yirmi verirler, ya yirmi beş, fazla değil. 

Saatine otuz cent’miş, dedim Juan’a. 

Yetişmez, dedi Juan. Kışın elime bakan bir sürü boğaz benim. 

Ne diyor, ne diyor? dedi amcam.   

Tedirgindi, Juan’ın dediğini ona bir de ben aktarmazsam anlamıyordu. 

Yetişmez, diyor. Bu kışa beslemek zorunda olduğu bir sürü horanto varmış başında. 

Kimmiş o horantolar? dedi amcam. 

Arabadakilerin hepsi, dedim. 

Nerde yatıp kalkacakmış bu sürü? dedi amcam. 

Bilmem. Bir yer bulurlar başlarını sokacak artık. 

Juan Cabral hiç ses etmiyordu. Köpeklerden biri atladı geldi, başladı amcamın elini şapır şupur yalamaya. Amcam irkilip sıçradı, ürkmüştü bayağı. 

Bu da nesiymiş? diye sordu. 

Meksikalıların köpeklerinden biri, dedim. 

İyi, iyi, hoşt de şuna da gitsin başımdan. 

Köpeğe basıp arabaya gitmesini söyledim, ne dediysem ikiletmedi. 

Amcam köpeğin gidişini gözlüyordu. Gözlemekle kalmadı, uzun uzun da süzdü köpeği. 

Bir boka yaramaz, dedi. Sokaklarda bunlardan yüzlerce var, başı boş dolaşıyor. 

Doğru, dedim. 

On para etmeyen bir köpek, dedi amcam. 

Beş para bile etmez, dedim. Üste iki dolar versen, kimse almaya yanaşmaz onu. 

Bana üç dolarda verseler yine almam o köpeği, dedi amcam. N’apar o be? Tavşan peşinde koşup yakalayabilir mi, başka bir işe yarar mı yani? 

Sanmam, dedim. 

Hırsızlara ürür mü? 

Ürümez, dedim. Tam tersi ellerini yüzlerini yalar hırsızların. 

E, bunun neresi iyi? dedi amcam.  

İyi değil ki, dedim. 

İşlerine yaramayacak olduktan sonra ne demelere besliyorlar bu köpekleri. 

Dedim ya, Meksikalı bunlar. Şan olsun diye herhalde. 

Bir parça elleri uzun diye duydum onları, dedi amcam. 

Kökü toprakta olmayan ne var ne yok hepsini toplar götürürler, dedim. 

Juan Cabral: 

Tam on üç boğaz doyuruyorum, dedi. Kendimi saymıyorum tabii. Saatine otuz cent, neyime n’apsın? 

On üç boğaz ha? dedi amcam. 

Hayvanları da hesaba katıyor, dedim. 

Bağ budamasından anladığını hiç sanmam. 

Bağ budamasını bilir misin? diye Juan’a sordum. 

Hayır senor, dedi. Ben askerim. 

Neymiş? dedi amcam. 

Askermiş. Öyle diyor. 

Savaş biteli hanidir, dedi amcam. 

Meksikalı, sözünü doğrulamak için tüfeğini arabadan alıp omzuna aktardığında amcam n’olur n’olmaz diye arkama sığındı. 

Söyle şu herife, dedi. Götürsün koysun yerine tüfeğini, şeytan meytan doldurur, neme lazım. İnandım. Tamam, askermiş. Herif asker olduğunu inandırmak içih çekip vuracak adamı. 

Yok, yapmaz, dedim. 

Benim işçiye ihtiyacım yok, dedi Juan Cabral’a. 

Saati otuz cent’e bu kadar boğazı nasıl doyururum ben? dedi Juan Cabral. Üstelik, kendimi de saymıyorum. 

Döndü, tüfeği aldığı yere götürdü. O sıra beş taze Meksikalı suratı gözüne çarptı amcamın, şaşkınlığından düşeyazdı. 

Kim bunlar öyle? dedi. 

Çocukları, dedim. İki oğlan, üç kız. 

Zorları neymiş? 

Fasulya, un, tuz, dedim. Başkaca bir şey istemezler zaten. 

Söyle basıp gitsinler hepsi de, dedi amcam. Bir boka yaramaz bunlar. 

İş, bağ budamadaysa, bunu herkes şıpınişi öğrenir, dedim. 

Bağımın anasına bellerler, dedi amcam. 

Kökü dışarıda ne varsa alıp götürürler de, dedim. 

Ben buradaki milletin verdiğinden on cent fazla veriyorum, daha ne? dedi amcam. 

Ama yetmez diyor ya, dedim. 

Eh dedi amcam. Sor bakalım ne yetermiş ona. 

Senor Cabal, dedim. Saati otuz beş cent’e çalışır mısınız? Amcamın işçiye ihtiyacı yok ama, sizden hoşlaştı bir kere. 

Bizimkilerle hayvanların yatacağı yer de var mı? dedi. 

Var, dedim. Nohut oda bakla sofa ama, rahattır. 

Çok iş var mı burda? 

Pek olmaz, dedim. 

Zor mor değil ya? dedi. 

Değil. Üstelik sağlığa da yararlı. 

Juan Cabral arabadan indi, amcamın yanına geldi. Amcam hâlâ çekiniyordu ondan, köpekler de Meksikalıların ardı sıra geliyorlardı, çocuklar, gözlerini amcama dikmişler bakıyorlardı. 

Senor, dedi Meksikalı. Bağınızda çalışacağım. 

Ne şeref ne şeref, dedi amcam. 

Aklı karışmış, kafası allak bullak olmuştu. O köpekler, beş Meksikalı çocuk, sonra Juan Cabral’ın onurlu halleri. 

Öğleden sonra saat üç sularında, Meksikalıların hepsi küçük evlerine yerleştiler. Ben de Juan Cabral’ı peşime taktım, götürdüm bir asmanın başına, nasıl budanacağını inceden inceye gösterdim. Juan’ı Pablo ile Pancho, onlar da topal yeğen Federico izlemişti. Bıçkıyı her dokunduğumda niçin böyle yaptığımı anlatıyordum. Asmanın yararınaydı, gürlenmesinden yanaydı bu iş. Budadın mı, yerine gelen sürgünler güneşe doğru fışkırırlardı. Tamam mı? Öbür asmaya geçtim, bıçkıyı ona uzattım, dene bakalım sen de, dedim. Saygılı bir adamdı, bundan memnun olacağını söyledi; düşünceli düşünceli, yavaş yavaş başladı budamaya. Bir yandan da benden öğrendiklerini çocuklarla topal yeğenine satıyordu. Altmışlık yeğen Federico pek sevmişti bağ budamacılığını. 

Juan Cabral’a ikindiye kadar işini sürdürmesini tembihledim, döndüm. Amcamın yanına geldim. Ford’a oturmuştu, dalgındı.   

Nasıl gidiyor? diye sordu. 

İyi, dedim. 

Saatte altmış mil hızla şehrin yolunu tuttuk, korkulu bir şeyden kaçar gibi gazı köklüyordu, yol boyunca da ağzını açıp tek söz konuşmadı. Fair Grounds yakınındaki Ventura Caddesine saptığımızda; al o dört köpeği, vur birbirine yine kırk para etmez, dedi. 

N’olursa olsun, dedim. Meksikalılar için bunun bir önemi yok. 

Köpek üstüme gelince ısıracak sandımdı, dedi amcam. 

Nerde öylesi? dedim. Aklının kıyıcığından bile geçmemiştir. Tekme vursan bile, yine bana mısın demez. Size sokulurken yüreciği sevgi doluydu onun, Meksikalılar gibi, aynen. Hırsızlıkları da çok değildir o kadar. 

Amcam: 

Çocuklar bayağı sağlıklı görünüyorlardı, dedi. 

Her zaman öyledirler, dedim. 

Ne yerler de öyle olurlar? 

Fasulya, Meksika ekmeği. Sizin beğenmeyip burun kıvırdığınız şeyleri. 

Bu budama işini becerebilecek mi o herif? 

Tabii, dedim. 

Kalk gidelim demez ya bizim traktöre? 

Yok canım, dedim. Öylesi zor gelir. 

Geçen yıl o bağda imanım gevredi, dedi amcam. 

Biliyorum, dedi. Bir de epey paradan olmuştunuz. 

Aldığımdan bu yana elimdekini avcumdakini götürüyor bu bağ be. Kimsenin de üzüm yediği yok. Ne yaşını, ne kurusunu. 

Belki bu yıl işler döner, dedim. 

Acaba mı? 

Bu Meksikalı işi haklar gibime geliyor. 

Olur mu olur, dedi amcam. Ben de öyle düşündümdü. Kendisinin dışında o on üç boğazı doyurabilirse bu kış, yıl, geçmeyeceğe benzer. 

Nerden baksanız geçen yılkinden fazla bir ziyanınız olmaz artık, dedim. 

Japonlar iyi, Japonlar, dedi amcam. Ama onlar da bu Meksikalılar gibi değiller.  

Japonlar dört tane sokak köpeğini bir arada beslemeyi düşünmezler bile. 

Yanlarına sokmazlar hiç, dedi amcam. 

Bir köpek gördüler mi taşlarlar hemen, dedim. 

İnşallah bu yıl bereketli bir yıl olur, dedi amcam. İçime öyle doğuyor. 

Şehre girdikten sonra sustuk, konuşmadık. 


* William Saroyan, Altın Çağ, Öykü, Türkçesi Tarık Dursun K, İstanbul 1967, Cem Yayınevi, s. 43-49. 

Aram Karaoğlanyan’dan William Saroyan’a

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!