Arjantin’den dünyaya armağan: Jorge Luis Borges

featured

Ali Yıldız yazdı…

Jorge Francisco Isidoro Luis Borges Acevedo, 24 Ağustos 1899 yılında Buenos Aires’te doğdu. Kentli ve iyi eğitimli bir aileden geliyordu, babası avukat annesi ise psikoloji öğretmeniydi. Babaannesinin İngiliz olması nedeniyle evde iki dil birden konuşuluyor, ebeveynlerinin elinden kitap düşmüyordu üstelik. Tüm bunlara bakarak, Jorge Luis Borges’in, doğuştan şanslı olduğu söylenebilirdi; ancak doğanın diyalektiği pek de öyle işlemiyordu. Hayatın kötü yanları da vardı, babasından devralacağı genetik bir hastalıkla cebelleşeceğini bilmiyordu henüz. 

Babasının rahatsızlığı artınca, Borgesler Arjantin’den İsviçre’ye taşındılar. Küçük Borges, Cenevre’deki okulunda Latince, Fransızca ve Almanca öğrenmekle kalmamış, dünya edebiyatını yazıldığı dilden okumaya başlamıştı. Salt batılı yazarları değil, bir zamanlar İspanya’da hüküm süren Endülüslerden İspanyolcaya çevrilen eserleri de okuyor, anadili sayesinde doğu kültürüyle de tanışmış oluyordu.

Ailesiyle birlikte 1921’de Arjantin’e geri döndüklerinde, etkisi altında kaldığı yazarlardan arınmış, giderek kendi yolunu bulmuştu. Önce yazıları çeşitli dergilerde görünmeye başladı, ardından 1923 yılında ilk kitabı yayınlandı: 

“Buenos Aires Tutkusu.” 

KİTAP CENNETİNDE PERONLARLA SAVAŞ

Öykü, şiir ve deneme kitapları birbirini izlemeye başlamış olsa da, geçimini sağlamak amacıyla 1937 yılında belediyenin kütüphanesinde çalışmaya başladı. Çocukluğundan itibaren evindeki kütüphaneler başta olmak üzere, kitaplara, kütüphanelere alışık olan Borges; birçok insanın aksine, okumaktan arta kalan zamanını, değerlendirmek istiyordu. Daktilosunun önüne alarak, çevirmenliğe girişti. Ülkesi onun sayesinde, o güne kadar bihaber olduğu birçok yazarı tanımaya başlayacaktı. En verimli dönemi 1946’ya kadar sürebildi, Juan Peron iktidarı işine son vermişti çünkü. Amerika kıtasını baştan aşağı dolaşmaya başlayarak, çağrıldığı etkinliklerden daha fazla para kazanmaya başlamıştı ki, Peron rejimi tarafından annesiyle kız kardeşinin hapse atıldığını öğrendi. Boşuna değil, ne deniyordu Latin Amerika için: 

“Tanrıya uzak, ABD’ne çok yakın.” 

1955 tarihinde, şansı dönmüştü. Peron iktidarı devrilmiş, hayal bile edemeyeceği Arjantin Ulusal Kütüphanesi yöneticiliğine getirilmişti getirilmesine ama… Bu kez de babasından devraldığı hastalıktan, görme yetisini kaybetmişti. Şöyle yorumlamıştı durumunu: 

“Bana aynı anda hem 800.000 kitabı hem de karanlığı veren Tanrı’nın muhteşem ironisi.”

KARANLIKTA ÇEKİLEN KILIÇLAR

1956 yılında Buenos Aires Üniversitesi İngiliz ve Amerikan edebiyatı profesörlüğüne atandı, ABD’nin birçok üniversitesinde de dersler verdi. Kendisi göremese de öğrencilerine ışık oldu, tamı tamına on iki yıl kadar. 

Öykü kitapları, İspanya ile Fransa’da yayınlanmaya başladı. Dünyaca tanınması ise, 1961 yılında Samuel Beckett’le birlikte bölüştüğü uluslararası Formentör, bir yıl sonrasında da, Fransa’da aldığı Commandeur de I’Ordre des Arts et Lettres ödülleri sayesinde gerçekleşti. “Büyülü Gerçekçilik” akımının önde gelen ismi olmuş, gerçeküstücülük üzerine yazdığı denemeleri, kendine özgü masalsı anlatımı, fantastik üslubuyla anılmaya başlanmıştı. 

Hayatı boyunca, arkadaş ve yazar dostlarının yardımlarıyla yazmaya devam etti. Ölümünden bir yıl önce yazdığı “Anlar” şiirinde, şöyle seslendi sevenlerine: 

“Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya, 

İkincisinde daha çok hata yapardım. 

Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım. 

Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar, 

Çok az şeyi 

Ciddiyetle yapardım. 

Temizlik sorun bile olmazdı asla. 

Daha çok riske girerdim. 

Seyahat ederdim daha fazla. 

Daha çok güneş doğuşu izler, 

Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim. 

Görmediğim birçok yere giderdim. 

Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye. 

Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine. 

Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım. 

Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu. 

Farkında mısınız bilmem, yaşam budur zaten. 

Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın. 

Hiçbir yere yanında su, şemsiye ve paraşüt almadan, 

Gitmeyen insanlardandım ben. 

Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım. 

Eğer yeniden başlayabilseydim, 

İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım. 

Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla. 

Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır, 

Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer. 

Ama işte 85’indeyim ve biliyorum… 

Ölüyorum…”

Jorge Luis Borges, 14 Haziran 1986 yılında Cenevre’deyken hayattan ayrıldı, arkasında unutulmayacak eserler bırakarak…      

JORGE LUİS BORGES  

Yontu Odası *

Kaynağı Arabistan’a uzanan bu masalın yazarı belli değil. Ama masalda anlatılanlara bakılırsa, yazarının Müslüman bir İspanyol olduğu kestirilebilir. 

Evet zaman içinde, Endülüs hükümdarlığında bir kent varmış. Hükümdarlar, adına kimilerinin Lebtit, kimilerinin Ceuta, kimilerinin de Jaén dedikleri bu kentte otururlarmış. Kentin sağlam kalesinin demir kapılarından ne içeri girilir, ne dışarı çıkarılırmış, kapılar hep kilitli tutulurmuş. Ölün hükümdarların yerine tahta çıkan her yeni hükümdar, kapıları kendi elleriyle yeni bir kilit takarmış. Sonunda kilitlerin sayısı yirmi dördü bulmuş; her hükümdara bir kilit düşüyormuş. 

Gel zaman git zaman, hükümdarlığın başına hanedandan olmayan biri geçmiş, tahtı zorla ele geçiren bu kötü yürekli adam, kapıya yeni bir kilit takmaya yanaşmamış, yirmi dört eski kilidi açıp kalenin içinde neler olduğunu görmeyi koymuş kafasına. Vezir ve emirler eski kilitleri açmaması için yalvar yakar olmuşlar, demir anahtarlığı gizlemişler, yeni bir kilit takmanın yirmi dört kilidi açmaktan daha kolay olduğunu söylemişlerse de dinletememişler. Hükümdar, nuh diyor peygamber demiyormuş: “Bu kalenin içinde neler olduğunu görmek istiyorum.” Bu kez, toplayabildikleri bütün zenginlikleri hükümdarın önüne sermişler: Sürü sürü hayvanlar, Hıristiyan putları, gümüşler, altınlar. Gene de razı edememişler. Hükümdar sağ eliyle (sonsuza dek yansın) bir biri söküp çıkarmış kilitleri. 

İçeri girince bir de ne görsünler, kalenin içi Arap suretleriyle dolu değil mi! Tez ayaklı develerin ve atların sırtında, uçları omuzlarından aşağı uzanan sarıkları, kuşaklarından sarkan palaları, ellerinde uzun kargıları, madenden ve ağaçtan oyulmuş Araplar. Suretlerinin hepsi de yontuymuş ve gölgeleri yere vuruyormuş. Atların ön ayakları şaha kalkmışçasına yere değmemesine karşın, güçlü küheylanlar yıkılmıyormuş. Bu usta ellerden çıkma yontuların kıpırtısız duruşları ve müthiş suskunluğu hükümdarın yüreğine korku salmış, hepse de aynı yöne -batıya- bakıyormuş, ağızlarından tek bir söz çıkmıyor, tek bir boru sesi duyulmuyormuş. Bunlar ilk odadakilermiş. İkinci odada, Davud oğlu Süleyman -ikisi de huzur içinde yatsın!-  için yapılmış oyma bir masa görmüşler. Masa, yekpare zümrütten oyulmuşmuş. Herkes bilir ki, zümrüdün rengi yeşildir ve fırtınaları dindirmek, sahibinin namusunu korumak, kanlı ishali gidermek ve cinleri kovmak, düşmanlarına karşı üstünlük sağlamak ve doğumları kolaylaştırmak gibi gizli hünerleri vardır, gerçek, ama tarifsiz hünerlerdir bunlar.

Üçüncü odada, iki kitap bulmuşlar. İlk kitap siyahmış ve madenlerin özelliklerini, tılsımların nasıl kullanılacağını, günlerin gezegenlere değgin yasalarını, zehirlerin ve panzehirlerin nasıl hazırlanacağını açıklıyormuş. Öteki kitapsa beyazmış, ama harflerinin açık seçik okunabilmesine karşın, öğretisini hiç kimse çözememiş. Dördüncü odada yeryüzünün tekmil hükümdarlarını ve kentlerini ve denizlerini ve tehlikelerini gerçek adları ve doğru biçimleriyle gösteren bir dünya haritası bulmuşlar. 

Beşinci odada, Davud oğlu Süleyman -ikisi de huzur içinde yatsın!-  için yapılmış yuvarlak bir aynaya rastlamışlar. Değişik madenlerden yapılmış bu paha biçilmez aynaya, her kim bakarsa, Âdem babamızdan tutun da Kıyamet Borusu’nu duyacaklara kadar tüm atalarının ve oğullarının yüzlerini görürmüş. Altıncı odada, tek bir damlası üç bin dirhem gümüşü üç bin dirhem saf altına dönüştürmeye yetecek bir iksir bulmuşlar. Yedinci oda boş görünüyormuş. O kadar uzun bir odaymış ki, en usta okçular bile kapının ağzından karşı duvara ok yetirememişler. Duvarda uğursuz bir yazıt kazılıymış. Hükümdar yazıtı okumuş ve anlamış. Şöyle diyormuş: “Hangi kendini bilmez bu kalenin kapısını açacak olursa, buradaki yontulara tıpatıp benzeyen canlı savaşçılar hükümdarlığı ele geçireceklerdir.” 

Bütün bunlar Hicret’in seksen dokuzuncu yılında olmuş. Daha on iki ay geçmeden, Tarık bin Ziyad kaleyi ele geçirmiş, hükümdarı bozguna uğratmış, kadınları ve çocukları köle olarak satmış, ülkeyi baştanbaşa yakıp yıkmış, Araplar, incir ağaçlarıyla ve sulak çayırlarla kaplı, susuzluk nedir bilmeyen Endülüs hükümdarlığına işte böyle egemen olmuşlar. Hazinelere gelince, denir ki, Tarık bin Ziyad onları efendisi halife hazretlerine göndermiş, halife de hazineleri bir piramidin içine saklamış. 

Binbir Gece Masalları’ndan, 271 ve 272.  

* Jorge Luis Borges, Alçaklığın Evrensel Tarihi, Öykü, Çeviren: Celâl Üster, İletişim Yayınları, I. Baskı 1999, İstanbul, s: 86-88. 

Arjantin’den dünyaya armağan: Jorge Luis Borges

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!