Dr. Ali Rıza Kuğu yazdı…
Cumhuriyetimizin 100. yılını idrak ederken, onun banisi, Türk ulusunun ulu ve ebedi önderi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü saygıyla ve özlemle anıyoruz. ATATÜRK asker olarak mesleki kariyerini savaş meydanlarında yapmış bir büyük mareşaldir.
O insanlık tarihinin kaydettiği en seçkin askerlerden birisi olduğu kadar, modern çağın yetiştirdiği bir politika dehasıdır, büyük bir devlet adamıdır. Politik dehasını kurduğu devlet, yaptığı eşsiz devrimler ve yarattığı yeni toplum ile olduğu kadar, dış politikada kısa sürede elde ettiği başarılarla da kanıtlamıştır.
Cumhuriyet’in kurulmasından sonra ATATÜRK’ün dış politika önceliği yeni Türk devletinin süratle tanınmasını sağlamak, onun siyasal ve ekonomik bağımsızlığını pekiştirmek ve öncelik yakın çevrede olmak üzere dünyada barış ve istikrarın yerleşmesine öncülük etmek olmuştur.
ATATÜRK’ün dış politikadaki temel ilkeleri gerçekçilik, barış yanlılığı, uluslararası hukuk ve meşruiyete uyma, devletler arası diyalog ve işbirliğine açık olmadır. Bu anlayışla ATATÜRK döneminde, Lozan Barış Anlaşması’nın imzalanması, Briand-Kellog Paktı’na katılım, Yunanistan’la barışçıl ilişkilerin tesisi, Milletler Cemiyeti’ne katılım, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanması, Balkan Antantı ile Sadabat Paktı’nın kurulması ve Hatay’ın tek kurşun atmadan anavatana katılması gibi büyük ve tarihi dış politika zaferleri kazanılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi başvurusu olmadan Milletler Cemiyeti üyeliğine davet edilen tek ülke olması, ATATÜRK Türkiyesi’nin uluslararası toplumdaki saygınlığının bir nişanesidir.
Ülkemizin etrafında devam eden uyuşmazlık ve kanlı çatışmaları izledikçe, ATATÜRK’ün dış politika anlayışının aradan geçen yüz yıla rağmen ne kadar isabetli ve halen de geçerli olduğunu anlıyoruz.
ATATÜRK’ÜN NOT ETTİRDİĞİ DIŞ POLİTİKA İLKELERİ VASİYET NİTELİĞİNDEDİR
Büyük önder ATATÜRK’ün dönemin Dışişleri Genel Sekreteri Numan Menemencioğlu’na dış politikada izlenmesi gereken ana ilkeleri not ettirdiği söylenir.[1] Adeta bir vasiyet niteliğindeki bu ilkeler şunlardır:[2]
– Komşu ülkelerin iç işlerine karışmayın.
– Rusya’yı tahrik etmeyin.
– Araplarla iyi ilişkiler geliştirin, ancak aralarındaki anlaşmazlıklarda taraf olmayın.
– (Uluslararası anlaşmazlıklarda) Sorulmadan akıl vermeyin.
– Batılılara yakın durun, fakat onların emperyalist emellerine alet olmayın.
Bu ilkeler genç Cumhuriyet’in kırılganlığı dikkate alınarak ve o günün uluslararası konjonktüründe dile getirilmiş olsa bile, anafikir olarak halen geçerliliğini koruyan, zamandan bağımsız ilkelerdir. Bu beş ilkenin de üzerinde, Atatürk’ün dış politikasının üç saç ayağı tam bağımsızlık, devletler arasında mutlak eşitlik ve toprak bütünlüğüne karşılıklı saygı temelinde barıştır. Bütün bunlar tarihin imbiğinden süzülerek gelen ve deneyimle sabit olan düşüncelerdir.
KOMŞU ÜLKELERİN İÇ İŞLERİNE KARIŞMAYIN
Dünya coğrafyasının adeta merkezinde oturan Türkiye’nin on dört ülke ile kara veya denizden sınırı bulunur. Bunların her birinin farklı kültür, inanç, siyasal rejim, ekonomik yapı ve iç sorunları vardır. Ayrıca kendi aralarında da senelerden beri çözülememiş derin uyuşmazlık ve çatışmalar mevcuttur. Komşularımızın kendi iç sorunlarında Türkiye’nin taraflardan birini veya bir kaçını açıktan desteklemesi veya karşısında olması arzu edilen bir devlet davranışı olamaz.
Bununla büyük insani krizlere yol açacak ve bizim güvenliğimizi de olumsuz etkileyecek çatışmaları, çubuğumuzu yakıp kenardan izleyelim demek istemiyoruz. Burada kastedilen evrensel hukuk bağlamında doğrunun ve haklı olanın yanında olmak; ancak öncelikle “adil bir arabulucu” olarak barış ve istikrara hizmet etmeyi kastediyoruz. Çünkü komşu ülkelerin barış ve istikrarı Türkiye’nin barış ve istikrarına da katkı sağlar. Komşunun evi yanarken siz kendi evinizde rahatça oturamazsınız
Türkiye’nin çıkarı böyle sorunlu bir coğrafyada BM literatüründeki deyimle, denge unsuru bir “good office” sunmakta yatar. Komşularımızda siyasal rejimin adının ne olacağı veya iktidara kimin sahip olacağı elbette bizi ilgilendirir; ama bunun kararını kendileri verir.
RUSYA’YI TAHRİK ETMEYİN
Rus Çarlığı’nın kurulduğu 16. Yüzyıldan 1917’deki Bolşevik İhtilali’ne kadar Türklerle Ruslar arasında en az on iki büyük savaş cereyan etmiştir. Bunlara Rusların Asya’daki Türk Devletleriyle olan askeri mücadeleleri dâhil değildir. Savaşların bir kısmını Ruslar bir kısmını Türkler kazanmıştır. Ancak Rusya’nın 1. Petro döneminden itibaren teknolojide ileri gidip bir Avrupa devleti hüviyeti kazanmasıyla, Rus Ordusu daha ağır basmaya başlamıştır.
Özellikle 18 ve 19. Yüzyılda Osmanlı Devleti ile Rusya arasında ortalama her 15-20 yılda bir savaş olmuştur. Rusya bu savaşların çoğunda topraklarını sürekli Osmanlı Devleti aleyhine büyütmüştür. Çarlık böylece imparatorluğa dönüşmüştür. Osmanlılar Balkanlar ve Kafkasya’dan bu suretle çıkartılmış, anılan coğrafyalarda Ruslar eliyle yeni devletler kurulmuştur. Bu devletlere Yunanistan da dâhildir. Bu savaşlar olmasaydı bu gün dünyadaki Türk nüfusunun belki de iki katından fazla olacağını söylemek abartı değildir.
Hal böyle olunca, Rusları bizden daha iyi tanıyan bir millet yoktur. Rusya geniş toprakları, zengin doğal kaynakları, büyük ve eğitimli nüfus potansiyeli ile her zaman önemli bir dünya gücü idi, halen de önemlidir. Biz Türklerden başka hiçbir millet onlarla yüzyıllarca mücadele edip ayakta kalmayı başaramazdı.
Ancak devletler geçmişe takılıp kalamazlar. Rus ve Osmanlı İmparatorlukları yıkıldıktan sonra yerlerine yepyeni iki devlet kurulmuştur. Bolşevik rejimi yokluklar içinde verilen Türk istiklal mücadelesine değerli maddi katkılarda bulunmuştur.
ATATÜRK “Rusya’yı tahrik etmeyin” derken, gerçekçi olunmasını, Rusya’nın kendi iç zafiyetlerini istismar edici faaliyetlerden ve Rusya karşıtları ile kategorik bir birliktelikten kaçınılmasını kastediyordu. Bölgemizde o günün şartlarında Rusya’nın dostluğuna olan ihtiyacımızı vurguluyordu. Bolşeviklerin ilk dönemlerindeki anti-emperyalist söylemi de dikkate alırsak, toprakları daha birkaç yıl önce emperyalist işgalden kurtarılmış bir ülkenin Cumhurbaşkanı olarak ATATÜRK, Rusya’nın varlığına özel bir önem yüklemiştir. Yoksa, “Rusya’nın haksız talep veya tasarruflarına sessiz kalalım” dememiştir.
Günümüzde de uluslararası hukuka saygı gösterdiği müddetçe Rusya’yı ötekileştirmenin, haksız yere tahrik etmenin veya onun güvenliğini tehdit etmenin gereği yoktur. Ancak Rusya’nın yaptığı hukuk dışı hamleler varsa ve bu hamleler bizi de etkiliyorsa elbette ona karşı tavrımızı koyarız.
ARAPLARLA İYİ İLİŞKİLER GELİŞTİRİN; ANCAK ARALARINDAKİ ANLAŞMAZLIKLARDA TARAF OLMAYIN
Arap dünyasını tanımlamak için Arap Ligi’ni esas alacak olursak, bu birliğe üye 22 ülke vardır. Bunların her birinin resmi dili veya dillerinden birisi Arapça olup, kendilerini Arap devleti olarak tanımlarlar. Dolayısıyla Atlantik’ten Basra Körfezine yaklaşık 360 milyonluk bir Arap coğrafyasından bahsediyoruz. Arap ülkelerinden bazılarının petrol dâhil doğal kaynak zenginliği, Süveyş Kanalı ve Doğu Akdeniz gibi deniz ticaret rotalarının bu bölgede olması ve İslam’ın en kutsal mekânlarının burada bulunması Arap coğrafyasını önemli kılmaktadır.
Halife Ömer döneminde 636 yılında Kadisiye ve 642 yılında Nihavend Savaşları ile İran’da Sasani hâkimiyetine son veren Arap orduları Türklerle karşı karşıya geldiler. İki ordu arasında çok sayıda muharebe yaşandı. Özellikle Horasan’ın Emevi Valileri Ziyad ve Kuteybe zamanında çok sayıda Türk kılıçtan geçirildi ve Kaşgar’a kadar olan bütün önemli Türk şehirleri Arap ordularınca yağmalandı.
Bu süreçte Türk boylarının bir kısmı zorla bir kısmı kendi isteğiyle Müslüman oldular. Türklerin kitlesel olarak Müslüman olmaları ise, 751 yılındaki Talas Savaşı’nda Çin’e karşı Türk-Arap ittifakının kurulmasından sonradır. Müslüman Türkler Abbasi İmparatorluğu’nda önemli görevler üstlendiler, hatta zaman içinde Arap coğrafyasında Türk hanedanların yönettiği devletler kuruldu.
Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Araplarla ilişki ve çatışmalar devam etmiştir. Yavuz Sultan Selim’in Ridaniye ve Mercidabık zaferleriyle Arap coğrafyasının büyük bir bölümünün Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine, Halifeliğin de İstanbul’daki Osmanlı Sultanlarına geçtiğini biliyoruz. Dört yüz yıl boyunca bölgeyi Osmanlı Devleti yönetmiştir. Bu süreçte Araplar Türklerden Türkler de Araplardan kültürel anlamda etkilenmiştir. Dolayısıyla aynı coğrafyada komşu olduğumuz ve iyi ya da kötü ortak hatıralara sahip olduğumuz Arap dünyasına kayıtsız kalmamız ya da onu ihmal etmemiz düşünülemez. Zaten ATATÜRK de Araplarla iyi ilişkiler geliştirin diyor.
Ancak çatışma kültürü maalesef Orta ve Yakındoğu coğrafyasının yerleşik adetlerindendir. Öyle olmasaydı 22 ayrı Arap devletinden bahsetmezdik. En çarpıcı örnek olarak, her ikisi de Baas Partileri tarafından yönetildiği dönemde dahi Irak ve Suriye iki düşman kardeş gibiydiler.
Keza Suudi Krallığı, Körfez ülkeleri ve Kuveyt Saddam Hüseyin yönetiminden nefret etmekteydi. Mısır ve Suriye’nin 1958’de Birleşik Arap Cumhuriyeti altında kurdukları siyasi birliğin ömrü sadece üç yıl sürmüştü. İsrail’le yapılan savaşlara bazı Arap ülkeleri destek olmadılar. Mısır, Filistin sorunu yerinde dururken İsrail ile Camp David Barış Anlaşması’nı imzaladı. Hamas-İsrail arasında devam eden çatışmada Arap dünyasından güçlü bir ses çıkmıyor.
Mısır’da sürekli bir iktidar kavgası olduğunu izlemekteyiz. Suriye’de on yıldan uzun süredir devam eden bir iç savaş yaşanıyor. Mağrip ülkeleri arasında da anlaşmazlıklar var. Tüm Arap ülkelerinde radikal dinci terör örgütleri sürekli güç kazanıyorlar. Arap coğrafyası din, mezhep, aşiret, sınır, ekonomik kaynak paylaşımı vb. temeldeki çatışmaların merkezi haline gelmiş.
Emperyal güçlerin dayattığı Büyük Ortadoğu Projesi ve Arap Baharı, ülkelerin kendi içlerindeki ve birbirleriyle olan çatışma dinamiklerini harekete geçirdi ve durumu daha da içinden çıkılmaz hale getirdi.
İşte bu yüzdendir ki, ATATÜRK “Arapların kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda taraf olmayın” diyor. Çünkü taraf olmak o çatışmanın bir parçası haline gelmek demektir.
Arap komşularımız kendi içlerindeki sorunları kendileri çözmeliler; kaldı ki bu işi üstlenecek ortak örgütleri de vardır. Biz dışarıdan Arap çıkarlarına Araplardan fazla sahip çıkmak durumunda değiliz. Arap komşularımızla karşılıklı saygı ve mütekabiliyet temelinde mesafeli bir dostluğu muhafaza etmek en doğru yaklaşımdır.
SORULMADAN AKIL VERMEYİN
Bazı yorumcular bu ifadeyi ayrı bir ilke olarak algılayıp “Uluslararası uyuşmazlıklarda sorulmadan akıl vermeyin” şeklinde ifade ediyorlar. Eğer bu yaklaşımla “dünyanın jandarması gibi davranmamak” kastediliyorsa, doğrudur. Çünkü yeryüzünde her olup bitene kendi çıkarları açısından müdahale etmek hegemon güçlerin davranış tarzıdır. Sonuçta bu davranış 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyılın ilk yarısında İngiltere, 20. Yüzyıl ortalarından itibaren A.B.D.’nin sergilediği emperyal bir tavırdır.
Ancak kanımızca ATATÜRK “Sorulmadan akıl vermeyin” nasihatini Araplar arasındaki uyuşmazlıklara yönelik olarak vermiştir. Yoksa Türkiye’nin ne kurulduğu dönemlerde ne de 21. yüzyılda hiç bir şeye karışmayan edilgen bir dış politika izlemesi söz konusu değildir. Çok doğaldır ki, Türk Devleti güçlendikçe ilgi alanını genişletecek ve dünyanın her yanındaki gelişmeleri yarattıkları risk ve fırsatlar yönünden yakından izleyecektir.
BATILILARA YAKIN DURUN, FAKAT ONLARIN EMPERYALİST EMELLERİNE ALET OLMAYIN
Bu ifade büyük ATATÜRK’ün dile getirdiği çok kritik bir dış politika ilkesidir. ATATÜRK kurmuş olduğu Cumhuriyeti kısa süre içinde bilim, sanat, edebiyat, ekonomi, hukuk, spor ve sosyal hayat bakımından dünyanın en gelişmiş ülkeleriyle yarışacak düzeye çıkarmayı ve böylece Türk ulusunu ileri bir kültür toplumu haline getirmeyi istemiştir. Bu yüzden yeni devlet için muasır medeniyet (çağdaş uygarlık) düzeyinin üzerine çıkmayı hedef olarak belirlemiştir. Hatta bu hedefe ulaşmayı gelecek nesillere bir ödev olarak vermiştir.
ATATÜRK’ün çağdaş uygarlık düzeyi olarak işaret edilen yer, o günün koşullarında –hatta günümüzde- dünyanın en gelişmiş refah toplumlarını barındıran Batı uygarlığıdır. Türkiye’nin bilim, teknoloji, sanayi, ticaret ve sanatın beşiği olan Batı’dan uzak durması söz konusu olamaz. Kaldı ki, Anadolu Türkleri en azından yedi yüz yıldan uzun bir süredir Avrupa devletler sisteminin bir parçasıdır.
Günümüzde de Batı ülkeleri ile yakın ilişkiler kurmak ve Batı dünyasının kurumsal yapılanmalarının içinde olmak ulusal çıkarlarımızın bir gereğidir. Ancak bunu yaparken elbette bizi biz yapan kendi kültürümüz ve ulusal değerlerimize de sıkı sıkıya sarılacağız.
ATATÜRK Batı ile yakın ilişkiler kurarken, bu konudaki sicilleri pek de temiz olmayan Batılı güçlerin emperyalist emellerine alet olmamamız gerektiğini açık bir dille ikaz ediyor.
Türkiye Cumhuriyeti sağlam temeller üzerine kurulmuş, sahip olduğu potansiyelin farkında, kendine güvenen, saygın bir devlettir; öyle olmak zorundadır. Kimsenin çıkarlarının takipçisi değildir; başka ülkelerin ileri karakolu hiç değildir. Başka ülkelerle karşılıklı saygı ve çıkarlar temelinde iyi ilişkiler kurar. Ancak kayıtsız şartsız başka ülkelerin peşine takılmaz; dış politikası ilkeler temelinde yürütülür. Olması gereken budur, dostluğu aranan saygın bir ülke olmanın yolu buradan geçer.
Cumhuriyetin 100. yılını idrak ederken büyük devlet adamı ATATÜRK’ü ilkeleriyle analım istedik. İster gerçek ister rivayet olsun, ATATÜRK’ün düşünce tarzını yansıttığı çok açık olan dış politika ilkeleri tüm geçerliliği ile önümüzde duruyor.
[1] Güneri Cıvaoğlu, “Atatürk’ten 5 dış politika ilkesi”, Milliyet, 30 Aralık 2015, https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/guneri-civaoglu/ataturk-ten-5-dis-politika-ilkesi-2171563
[2] Başka platformlarda da “ Gönüllü Diplomat” adlı anı kitabının yazarı E. Büyükelçi Nihat Dinç’e atıfla bu ilkelerden bahsedilmiştir.