İlker Başbuğ: Kontrgerillayı duymadım, görmedim

featured

Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, “3 Aralık 1990 günü Özel Harp Dairesi’nin bünyesinde “kontrgerilla” diye bir kuruluş bulunmadığı açıklanmıştır. Ben de, öyle bir yapılanmayı ne gördüm, ne de şahit oldum.” İfadelerini kullandı.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 26. Genelkurmay Başkanı emekli orgeneral İlker Başbuğ Cumhuriyet’ten İpek Özbey’e Türkiye Cumhuriyeti’nde Güç Odaklarının Mücadelesi” serisinin üçüncü kitabına ilişkin röportaj verdi. 

Bağbuğ “3 Aralık 1990 günü Özel Harp Dairesi’nin bünyesinde “kontrgerilla” diye bir kuruluş bulunmadığı açıklanmıştır. Ben de, öyle bir yapılanmayı ne gördüm, ne de şahit oldum.” diye konuştu. 

’27 MAYIS BAŞLANGIÇTIR’

“27 Mayıs darbesi, toplumun bugün de şahit olduğumuz kesin çizgilerle bölünmüş bir yapıya dönüşmesinin başlangıcı olmuştur. “ diyen Başbuğ’a sorulan sorular ve yanıtları şöyle: 

– Yeni kitabınızda bu kez de Türkiye’nin çalkantılı 1961-1980 yıllarını kaleme aldınız. Üstelik öyle bir dönem ki hâlâ aydınlatılamamış pek çok karanlık olay var. Söyler misiniz, bugün yaşananların tohumları aslında o yıllarda mı atıldı?  

Kısa bir cevap: Evet…  

– Ne açıdan?

Özellikle toplumun bölünmüşlüğü açısından…  

– “Güç Odakları’nın Mücadelesi kitaplarından çıkabilecek genel bir tespit şu olabilir: “Ekonomik çöküntüyle siyasal çöküntü arasında direkt ilişki vardır” görüşündesiniz.. Açar mısınız? 

Osmanlı İmparatorluğu’nu çöküşe getiren ana neden imparatorluğun ekonomisinin iflas etmesiydi. Yakın tarihe gelirsek, Demokrat Parti döneminde 1958 yılı, ekonomik çöküşün başlangıcıdır. Dış ödemeler dengesi bozulmuş, döviz darlığı ortaya çıkmış ve enflasyon artmıştır. Ağustos ayında IMF denetimini hükümet kabul etmiştir. Ekim 1959’da ABD, Türkiye’nin istediği 300 milyon dolarlık yardımı vermemiştir. 1970’li yılların sonuna gelinirken, 1978’de enflasyon oranı yüzde 44’e, 1979’da yüzde 68’lere tırmanmıştır. GSMH yıllık artışı 1978’de yüzde 2.9, 1979’da ise yüzde 0.4’e düşmüştür. Geçmişte yaşananlar, ekonomik istikrarın olmadığı bir dönemde siyasal istikrarın da olmadığını bize gösteriyor. 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında Atatürk bunu açık olarak söylüyor: “Tarih, milletlerin yükselme ve düşmesi sebeplerini ararken, birçok siyasi, askeri ve sosyal nedenler saymaktadır. Fakat bir milletin yükselmesiyle ve düşmesiyle ilgili olan milletin ekonomisidir.” 

–  Menderes 25 Mayıs 1960 günü Eskişehir’deki konuşmasında “Yolumuz serbest seçim yoludur. Memleketimizde demokrasinin yerleştirilmesinin yolu budur. Fakat her şeyden önce düzenin korunması kati bir zorunluluktur” diyor. Konuşmasının demokrasi açısından bir bedeli oldu mu? 

23 Mayıs 1960 günü  DP Genel İdare Kurulu toplantısında Sıtkı Yırcalı, “Derhal seçimleri yapacağımızı açıklayayım” deyince, Adnan Menderes’in cevabı “derhal” olmuştu. Eğer Menderes, 25 Mayıs 1960 günü Eskişehir’de erken seçim tarihini açıklasaydı, 27 Mayıs askeri darbesi büyük bir olasılıkla önlenebilirdi. Çünkü erken seçim kararı almış bir hükümete karşı bir askeri darbenin gerçekleştirilmesi, açıkça milletin siyasi iradesine de vurulacak bir darbe olurdu. 

– Yine öngörünüz üzerinden gitmek istiyorum: Diyorsunuz ki: “27 Mayıs darbesi önlenebilirdi”. Varsayalım ki önlendi, bugün ortaya daha farklı bir tablo mu çıkardı? 

27 Mayıs askeri müdahalesi Cumhuriyetin getirdiği siyasal sisteme vurulan ilk darbenin adıdır. Elbette DP iktidarının, son yıllarında anayasayı ihlal eden, Tahkikat Komisyonu’nun kurulması ve yetkilerle donatılması gibi uygulamaları olmuştur. Ama çözüm askeri darbe olmamalıydı. İşin diğer bir önemli noktası ise ABD CIA Başkanı’nın, 28 Nisan 1960 günü yaptığı bir konuşmada söylediği gibi, “Türkiye’de seçimler yapılacak olursa, CHP bu seçimleri kazanabilecektir” diye bir değerlendirme yapmış olmasıdır. Yani seçimler erkene alınabilseydi, iktidar seçim yoluyla değişebilecekti. 27 Mayıs darbesi, kendinden sonra gelen askeri müdahaleler üzerinde de önemli tesirler yaratmıştır. Siyasi tecrübeye ve olgunluğa sahip kişilerin siyaset sahnesinden uzaklaşmasına neden olmuştur. Daha da önemlisi, toplumun bugün de şahit olduğumuz kesin çizgilerle bölünmüş bir yapıya dönüşmesinin de başlangıcı olmuştur. 

–  27 Mayıs darbesinde neredeydiniz? 

Kuleli Askeri Lisesi’nde son sınıf öğrencisiydim. O yıl sonunda Kara Harp Okulu’na gittik. 

– 22 Şubat 1962’de de darbe girişimi oluyor, ancak öncesinde, 5 Şubat’ta Başbakan İnönü Kara Harp Okulu’na geliyor. Siz de kendisini karşılayan merasim bölüğündesiniz ve 22 Şubat’ta öğle saatlerinde bir emir veriliyor…

Evet, 22 Şubat öğle saatlerine doğru depolardaki silah ve teçhizatımızı alma emrini aldık. Ortada olağanüstü bir durum olduğu belliydi. Tabur Komutanımız Kur. Bnb. Bahtiyar Yalta idi. Yalta, hepimizin örnek aldığı, değerli ve karizmatik bir subaydı. Talat Aydemir’e yakındı. Yemekhanelerde her an göreve hazır olarak bekliyorduk. Gece yarısını geçmişti. Tabur komutanımız geldi. Ordu içinde silahlı bir çatışmaya neden olunmaması için harekâttan vazgeçildiğini söyledi. Toplum psikolojisinin hâkim olduğu bir yerde, genç ve tecrübesiz bireylerin, “bireysel davranması” mümkün değildir. Böyle bir davranış şekli de bu bireylerden pek beklenmemelidir. Olayların değerlendirilmesi ve yargılanmasında bu nokta dikkate alınmalıdır. 

 – Talat Aydemir’in 22 Şubat darbe girişimi niye tutmadı? 

22 Şubat darbe girişiminin en kritik anı saat 16.00 civarlarında yaşandı. Binbaşı Fethi Gürcan, Muhafız Alayı’nın komutasını eline geçirmiştir. O anda, Cumhurbaşkanı, Başbakan, hükümet üyeleri ve komutanlar Çankaya’da toplantı halindeydi. Gürcan, Talat Aydemir’e telefon ederek, durum hakkında bilgi verdikten sonra, “Hepsini enterne edeyim mi” diye, Aydemir’in emrini sorar. Aydemir, “Hayır. Serbest bırakacaksınız, çıkacaklar” der. İnönü daha sonra o anı “Şimdi kaybettiler” diyerek değerlendirmiştir. 

15 TEMMUZ İLE KIYASLANAMAZ

– Talat Aydemir ve Seyhan’ın darbe girişiminin planlı ve hazırlıklı olmadığını söylüyorsunuz. Birçok yanıyla bu kalkışma 15 Temmuz ile çok kıyaslandı; katılır mısınız? 

Hayır, katılmıyorum. Elbette ikisi de darbe girişimi. Fakat aralarında dağlar kadar fark var. Her şeyi bir tarafa bırakın, 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963’te darbe girişimlerinde, Talat Aydemir ve arkadaşları Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içinde olabilecek çatışmaları önlemek için darbe girişimlerine son verdiler. Hatta 21 Mayıs’ta Aydemir, ölüme gideceğini bile bile bu kararı aldı. 15 Temmuz darbe girişiminde ise FETÖ’cüler bırakın TSK içindeki çatışmayı, Türk milleti üzerine ateş açmaktan bile çekinmediler. Bu iki darbe girişiminin kıyaslanmasının doğru olmadığını düşünüyorum. 

– Asıl sorun “Türkiye’nin bir türlü burjuva demokrasisine geçememesi” midir? Diyelim ki “bir milli burjuvazi” tarih sahnesinde yerini aldı, ne değişirdi? 

Türkiye’de arzu edilen milli burjuvazi oluşabilseydi, Batı modellerinde olduğu gibi, bu burjuvazi toplumun demokratikleşmesi sürecine olumlu katkılar yapabilecekti. Ekonomik gücü, siyasal irade üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanabilecekti. O zaman da ortada farklı karmaşık bağlantılar, vesayet ve temsil ilişkileri de olmayacaktı. Ama eğer bir ülkede burjuvazi devletin kendisine sağladığı imkânlarla gelişiyorsa, bu burjuvazinin demokratikleşme yönünde bir baskı unsuru olması söz konusu olamaz. 

İNÖNÜ’NÜN BAŞBAKAN OLMASI TÜRKİYE İÇİN BÜYÜK ŞANSTI

– Kitapta “22 Şubat darbe girişiminden sonra ordu içindeki gizli yapılanmaların faaliyetlerine devam ettiğini” okuyoruz. Niye önlenemedi? 

27 Mayıs askeri darbesi Türk ordusunun komuta kademesini siyasetin içine bulaştırmıştı. Ordunun üst komuta kademeleri alt kademelerin üzerinde bir türlü kontrol sağlayamadı. Hatta alt kademelere taviz verildiği durumlar bile oldu. Türkiye ancak 1965 seçimlerinden sonra siyasal istikrara kavuşabildi. 1961-1965 sürecinde, bu kaotik ortamda, İsmet İnönü’nün başbakan olması Türkiye için büyük bir şanstı. 

– Ve günlerden 21 Mayıs 1963… O gün tabur nöbetçi subayısınız…

 O gece İstanbul’da 2. Zırhlı Tugay 22. Mekanize Taburu’nda nöbetçi subayı idim. Gece yarısını geçmişti. Telefonum çaldı. Telefonun karşısında tugay nöbetçi amiri vardı. Tabura alarm vermemi söyledi. Taburu hemen harekete geçirdik. Bölükleri toplamaya başladık. O esnada tabur komutanı geldi. Kendisini karşıladım. Ben bu durumun “normal bir alarm” tatbikat olduğunu sanıyordum. Bunu tabur komutanına söyleyince, “Oğlum ne alarmı, ihtilal, darbe oluyor” dedi. Tugay nöbetçi amiri beni 5-7 devriyesi ile görevlendirmişti. Saat 12.00’ye doğru ben de biraz istirahata çekilmiştim. O saatten sonra, darbeciler tugayın kontrolünü ele geçirmişler. Daha sonra da kontrolü kaybetmişlerdi. Ben alarm emrini darbecilerden değil de esas nöbetçi amirinden almıştım. Bu, genç ve tecrübesiz bir teğmen olarak benim için şanstı. 

– “1961-1965 dönemi, Türkiye’nin ideolojik olarak sağ ve sol diye iki kutba ayrılmasının başlangıcını oluşturdu” görüşündesiniz. Peki, bugünün Türkiyesi’nde nasıl bir kutuplaşma var? 

1961 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin kurulmasından iki yıl sonra Komünizmle Mücadele Derneği kuruldu. 1952 yılında kurulan Türk-İş’in karşısına da 1966’da DİSK çıktı. Bütün bu gelişmeler toplumdaki bölünmeyi pekiştirdi. Bugünün kutuplaşmasının temelinde ise yargı ve adalet sistemine olan farklı bakışların olduğunu düşünüyorum. 

– 12 Mart’tan sonra Fethullah Gülen ve arkadaşlarını yargılayan İzmir Sıkıyönetim Mahkemesi hâkimlerinden Albay Kaya Alpkartal, “Ben komünistleri mahkûm etmeden, Nurcuları mahkûm etmem” diyor. Ardından sıkıyönetim mahkemesindeki görevinden alınmasını düşündürücü buluyorsunuz. Ne açıdan düşündürücü? 

Yargının içinde bulunduğu acı durum nedeniyle düşündürücü. 

ÖCALAN CEZAEVİNE GİRMESEYDİ….

– 12 Mart sonrası Abdullah Öcalan cezaevine girmeseydi, PKK yine de kurulabilir miydi? 

Bu soruya kesin cevap verilmesi zor. Ancak, Öcalan’ın Mamak Askeri Cezaevi’nde geçirdiği yaklaşık altı ayın onun düşünceleri üzerinde büyük etki yarattığı da ortada. Kendi anlatımıyla Öcalan o süreci şöyle tanımlıyor: “…Okuldan kopmuştuk. Ütopyadan kopmuştuk. Benim profesyonel devrimciliğe girişimdir. Mamak’ta ilk defa tutuklu olan devrimcilerle kaldım. Bu tutukluluk döneminden çıkarsak, neyi nasıl organize edeceğiz diyorduk?” 

ILIMLI İSLAM PROJESİ ÖNEMİNİ KAYBETTİ

– Siyasal İslama epey geniş yer ayırmışsınız. Laikliğin önemine de vurgu yapıyorsunuz. Laiklik tehdit altında mı?

Kitapta “Dünden 1970’lere siyasal İslam” hareketlerini incelemeye çalışıyoruz. Siyasal İslamın ana hedefi; dini değerlerle siyasal alanın yönünü değiştirmektir. Elbette bu düşünce laik düşünceye aykırıdır. 

– Siyasal İslamın yükselişiyle ABD’nin dünya siyaseti arasında nasıl bir ilişki var? 

ABD, 2000’li yılların başında, şeriat sistemi ile yönetilen ülkeleri İslam ülkelerini “Radikal İslam” modelini uygulayan ülkeler olarak görüyordu. Bu ülkelerde İslami hukuk kuralları yanında, demokratik bazı kurumları, yasal uygulamaları da gerçekleştirerek “Ilımlı İslam” modelini yaratmayı düşündüler. Ancak 2010’lu yıllarda bunun uygulanabilme olanaklarının olmadığını gördüler. “Ilımlı İslam” projesi biraz önemini kaybetti. 

ECEVİT’İN İSTİFASI DOĞRU OLMAMIŞTIR

– Tarih 18 Eylül 1974… Ecevit başbakanlıktan istifa ediyor, bu siyasal bir gaf mı? 

İlgili bölümün başlığı; Ecevit’in başbakanlıktan istifası: Bir siyasal gaf mı? Kıbrıs Barış Harekâtı Ecevit’i ulusal kahraman haline getirdi. Erbakan ile koalisyon hükümetini sürdürebilmek pek kolay değildi. Bu gerçek. Erken seçime gidilmesi halinde CHP’nin çoğunluğu sağlama şansını ele geçirebileceğini Ecevit düşünmüş olabilir. Bu nedenlerle Ecevit 18 Eylül 1974’te başbakanlıktan istifa etti. Ancak erken seçim kararının alınması için Meclis’te çoğunluğun sağlanması gerekiyordu. Diğer hiçbir muhalefet partisinin CHP’nin kesin kazanacağı bir erken seçimi desteklemesi düşünülemezdi. 31 Mart 1975’e kadar Meclis’ten güvenoyu alabilecek bir hükümet çıkmadı. Türkiye yedi ay güvenoyu alamayan Sadi Irmak hükümeti tarafından yönetildi. İşin ilginç yönü; Ecevit’in istifa etmesinden bir gün önce, 17 Eylül 1974’te ABD Kongresi “Türkiye’ye Yapılan Silah Satışlarının ve Askeri Kredilerin Durdurulması” kararını aldı. Bu kapsamda, Ecevit’in 18 Eylül 1974’te istifa etmesi pek doğru olmamıştır. 

KONTRGERİLLAYI NE GÖRDÜM NE ŞAHİT OLDUM

– 5 Temmuz 1972… Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan, ayağında prangayla sorguya götürülür. Sorgulayan, “Burası Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı Kontrgerilla Örgütü’ diyor. Siz Genelkurmay Başkanlığı yaptınız. Kontrgerilla var mıydı? 

Kontrgerilla konusu da kitapta detaylı olarak incelenmektedir. 3 Aralık 1990 günü Genelkurmay Başkanlığı’nda yapılan meşhur Özel Harp Dairesi’ne ilişkin basın toplantısında, Özel Harp Dairesi’nin bünyesinde “kontrgerilla” diye bir kuruluş veya böyle bir görevin bulunmadığı net olarak açıklanmıştır. Ben de öyle bir yapılanmayı ne gördüm ne de şahit oldum. 

– Peki, Ecevit, neden kontrgerilla tartışmasını Türkiye’nin gündemine getirme gereksinimini duydu? 

Bu kontrgerilla konusu, Demirel ile Ecevit arasında bir tartışma konusuna dönüştürülmüştür. Türkiye, 1970’li yıllarda çok karanlık, hâlâ tam olarak çözülememiş olaylar yaşamıştır. 3 Şubat 1978 günü Ecevit, yaptığı bir açıklamada, şunları söylemiştir: “Yaptığım araştırmalara göre, Türkiye’de devletçe düzenlenmiş kontrgerilla resmen yoktur.” Ancak buna rağmen, Ecevit’in de dediği gibi, “gayri nizami harp eğitimi” almış, halen devlet kurumlarında görev yapan veya devlet kuruluşlarından ayrılmış bazı kişiler, herhangi bir şekilde yasadışı eylemlere karışmış ve kullanılmış olabilirler. Bu ihtimal toptan reddedilemez. Bu konuya ilişkin, soruları olup bu sorulara cevap arayanlara bu kitabı dikkatle okumalarını öneririm. 

– Erenköy/Ziverbey’de sorgulamayı yapan 1. Ordu personeli niye kendisini kontrgerilla örgütü olarak tanıtıyor o halde? 

O kişiler, sorguladıkları kişilerin Türkiye’de Marksist/komünist bir rejimi kurmaya çalıştıklarını düşünmektedirler. Ayrıca, kendilerine bir paye ve görev yüklemeye çalışmaktadırlar. Ama aslında, Erenköy-Ziverbey sorgulaması TSK içindeki güç odaklarının bir iktidar mücadelesiydi. Türk kamuoyu “kontrgerilla” sözcüğünü Talat Turhan’dan duydu. Talat Turhan’da daha sonra yazdığı kitabında, “kontrgerilla diye elbette bir örgüt bulunmamaktadır” diye yazmıştır. 

– 12 Mart muhtırasından önce ve sonraki olayların arkasında gizli güçler var mıydı? 

12 Mart muhtırasının arkasında, ABD’nin olduğuna ilişkin bazı somut nedenler var. TSK komuta kademesinin “tam ve doğrudan bir askeri rejim” kurma isteğine sahip olmaması, böylece Türkiye’nin Yunanistan ve Pakistan gibi askeri diktatörlük rejimine dönüşmemesi, ordu içindeki sol kanatın tasfiye edilmesiyle, Türkiye’de Irak, Suriye ve Mısır’da olduğu gibi “Baas Tip” bir rejimin kurulması risk ve tehdidinin ortadan kalkması gibi… Detayını kitaba bırakalım. 

– 2009’un son günlerinde yargı kullanılarak TSK’yi ve özellikle Özel Kuvvetler Komutanlığı’nı hedef alan olayların yaşanmasında kontrgerilla tartışmalarının etkisi var mı?  

Belirli ölçüde geçmişte yapılan kontrgerilla tartışmalarının etkisi olduğu ileri sürülebilir. Orada, “faili meçhul bazı cinayetlere” ilişkin bazı bilgilerin bulunması ve bulunamazsa da fırsat yaratıp bazı hazırladıkları komploları oradaki bilgisayarlara yerleştirmeyi düşünmüşlerdi. 

– Çöküşün başlangıcı olarak 1979’u gösteriyorsunuz. Türkiye’nin de zor yılları… “Türkiye’de ‘muhafazakâr devrim’ sürecinin başlamasına mı karar verilmiştir?” diye soruyorsunuz.

6. Demirel hükümeti 12 Kasım 1979’da kuruldu. Üç hafta sonra da, Turgut Özal Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirildi. Bence, bu Türkiye’nin “muhafazakâr devrim” sürecine girişinin başlangıcıdır. 24 Ocak 1980’de de Özal’ın hazırladığı 24 Ocak kararları açıklandı. Özal, ekonominin sağlığına kavuşturulması için en az beş yıllık bir süre verilmesini istemişti. ABD, 24 Ocak Kararları’nın hayata geçirilmesinden fazlasıyla memnundu. 24 Ocak kararları ile 12 Eylül Darbesi arasında bir ilişki olduğu açıktır. Beyaz Saray’da Türkiye Masası Sorumlusu olan, Paul Henze’nin askeri darbeyi öğrendiğinde, “Bu müdahale bizim için iyidir. Herhangi bir şey yapılmasına gerek yok” şeklindeki ifadesi de ABD’nin 12 Eylül Darbesi’nin arkasında olduğunu göstermektedir. 

– 12 Eylül askeri müdahalesi engellenebilir miydi? 

Demirel ile Ecevit, son olarak 24 Temmuz akşamı Çankaya Köşkü’nde bir araya geldiler. Eğer o akşam, AP ile CHP’nin bir koalisyon hükümeti kurulması konusunda anlaştıkları açıklanabilseydi, ne olurdu? Ayrıca Cumhurbaşkanlığı sorunu da uzlaşma ile çözülebilseydi, Türkiye 12 Eylül Darbesi’ni yaşar mıydı? Bu sorular haklı sorulardır. Üzerinde ciddiyetle düşünülebilir, değerlendirilir. Tabii kesin hüküm verilmesi zor. 

– 11 Eylül günü devam eden anarşi, 12 Eylül sabahı nasıl bıçak gibi kesildi?  

Zor ve çok tartışılan bir konu. Çok şey söylenebilir. Bu konuda kitapta bütün boyutlarıyla inceleniyor. Şimdilik burada sadece şunu söyleyeyim: Anarşi ve terör olaylarını planlayan ve icra eden örgütlerin, 12 Eylül günü yakalanmamak için, eylemlerine son vererek yeraltına girmeye çalıştıkları söylenebilir. Aksini söylemek pek rasyonel gözükmüyor. Ama yine de tartışmaya açık bir konu. 

 

 

 

İlker Başbuğ: Kontrgerillayı duymadım, görmedim

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. 4 Ocak 2021, 08:08

    Siyasi cizgi ve ekonomik sonuclar bir butundur.1958 yili Ulusal ekonomik cokusun ilk ornegidir ama bu, aniden ortaya cikmis degildir, 1939-1958 arasi artan hizla uygulanan liberal ekonomi politikalarinin kacinilmaz sonucudur. Toplumun bolunmesi, demokrasinin yesertilememesi, darbeler, Cumhuriyet ekonomi politikalarinin izlenmemesinden kaynaklanmistir. Emperyalizm Cagi’inda ulusal ekonomik olusumunu tamamlamamis ulkelerde ;Buyuk Sermaye’nin yonettigi Devletler’e siginip, onlarin yol gostericiliginde ulke yonetmek, 1923 Devrimci Cumhuriyeti’nin ilkeleri ile taban tabana zitti.

  2. 4 Ocak 2021, 07:30

    sen ne gormusun ki onları goreceksın_
    ıkıncısı o konulara gırmeseydın keske o zamanalr cocukmussun
    ucuncusu ortaya yenıden cıktıgına gore bır yerlerden adaylık sozu mu aldın

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!