Bir halk düşmanı: Aziz Nesin*

featured

Ali Yıldız yazdı…

Asıl adı Mehmet Nusret’tir, Aziz Nesin’in. Ailesi hangi ay dünyaya geldiğini anımsamaz ama, 1915 yılında İstanbul Heybeliada’da doğmuştur. Mehmet Nusret, komşu kadınlardan birinin, kendisini ilk kez tiyatroya götürmesinin ertesinde, oyun yazmayı deneyecek kadar, yazının peşine düşer çocukluğundan itibaren. Küçük yaşlarda babasının yönlendirmesiyle hafız olması istenmiş, on bir yaşındayken Kuran’ı ezbere okuyabilecek kıvama ulaşmıştır. Annesinin isteği gerçekleşip de yatılı okula başladıktan kısa bir süre sonra, İkbal Hanımı vereme kurban verecektir. 

1926 yılında Darüşşafaka’da başladığı eğitimini, Kuleli Askeri Lisesi ile Ankara’daki Harp Okulu’nda tamamlayarak, 1939 tarihinde asteğmen olur. Subaylığı boyunca yazım sevdasını sürdürür, yayınlanan ilk şiirindeki imzası Vedia Nesin’dir.  Kendisine isim aramaya başladığında ise, fazlaca uzaklara gitmesine gerek kalmaz Mehmet Nusret’in; Abdülaziz, babasının ismidir çünkü. Subaylığı boyunca defalarca oda hapsine çarptırılır, 1944 yılında ordudan ayrılmak zorunda kalır. Sonrasında geçim derdine düşen Aziz Nesin, bakkallık başta olmak üzere, birçok işe girip çıkar. Gazetecilikte karar kılmasını, şöyle anlatır:   

“1944 sonunda Babıali’ye düştüm. Bir daha oradan çıkamadım… Yazarlığa geçişimde bana Sedat Simavi yardım etti. Gazeteciliğe Karagöz’de başladım, ondan sonrası çok belli… Kolumun altına gazete alıp satmaktan başyazarlığa kadar gazeteciliğin her işinde çalıştım. Yazılarım yüzünden parça parça yattığım hapisliğin tutarı beş bucuk yıldır. Sonunda hapse girmeden yazı yazmanın cambazlığını öğrendim. Ama bu, yazarlık değil, cambazlık.” 

Aziz Nesin’in ismi, Sabahattin Ali ve Rıfat Ilgaz’la birlikte duyulur. İsmi işçiler tarafından konulan ve 77 sayı çıkabilecek olan Markopaşa dergisi, Türk mizahını ilk kez toplumsal eleştiriyle tanıştıracaktır. Sonrası cambazlıktır. Değişik isimlerle devam eden Markopaşa’nın ardından, mahlas isimleri açığa çıktıkça yazıları yayınlanmaz olacak, iş başa düşüp kendisi gazete ve dergiler çıkarmaya başlayacaktır.

TEK PARTİDEN ÇOK PARTİLİ DÖNEME TÜRKİYE

Sabahattin Ali ve Rıfat Ilgaz’la beraber çıkarılan dergi, tüm şimşekleri üzerlerine çeker. Mahkeme kapıları, toplatma kararları, sorgu evleri aşındırılmaya başlanır. Cezaevinin yolu göründüğünde, kimi zaman bu üç arkadaş birbirlerinin yazılarını üstlenerek, sırasıyla hapislere tıkılıp sürgüne gönderilmelerine rağmen, değişik isimlerle çıkardıkları dergilerine sahip çıkarlar. Yalnız değillerdir, okur da bugünün satışlarının bile yaklaşamayacağı 60.000 rakamlarına ulaşmalarında, onlara omuz vererek destek olmaktadır. Markopaşa, basıldıktan 10 saat sonra toplatılan, belki de dünyadaki tek dergidir. Üstelik sadece ülke yönetimindekiler tarafından değil, İngiltere Prensesi Elizabeth ve İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi tarafından da altı aya mahkûm edilen Aziz Nesin’in cezası infaz edilecektir.  

Tek parti döneminin, yazar ve düşün insanlarına uyguladığı baskılar, çok partili döneme geçilmesine karşın daha da ağırlaşır. Demokrat Parti diktasının hüküm sürdüğü yıllarda Başbakan Aydın Menderes, Aziz Nesinlere meclis kürsüsünden şöyle bağıracaktır: 

“Kökü dışarıda olan, parayı dışarıdan alan mizah dergileriyle de uğraşacağız!” 

Baskılar giderek ivme kazanacak, üniversitelerden sol görüşlü öğretim üyelerinin kürsüleri ellerinden alınarak görevlerine son verilecek, Tan gazetesi basılarak talan edilecektir. Bu zafer sarhoşluğu, azınlıkların işyerlerinin yağmalanacağı 6-7 Eylül Olayları’na kadar uzanır. Her yapılan saldırı, sosyalistlerin üzerine yıkılmaya çalışılmakta, sol görüşlü yazarlara verilmeyen pasaportlar, ülkeden ayrılmak isteyen Sabahattin Ali’ye de uygulanmakta, 1947 yılında yayınladığı Sırça Köşk kitabı, 1948’de Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılmaktadır. Şiir yazıyor diye, Nâzım Hikmet yıllardır hapishanelerde tutulmaktadır. Hapis cezalarının yetmediği düşünülmektedir. Ülkenin içinde bulunduğu duruma son olarak kan da bulaşır ve Sabahattin Ali ölü olarak bulunur. Henüz 41 yaşındadır. Öyle bir kindir ki bu, Sabahattin Ali’nin öldürülmesinin ardından bile, birçok köşe yazarı hakaret etmeye devam eder. Oysa 1945 yılında Türkiye, Birleşmiş Milletler’e üye olmanın sevincini yaşamakta, Demokrat Parti iktidarı parlamentoya sormadan Kore’ye asker gönderirken, 1948’de başlayan Marshall Yardımı’yla gururlanmaktadır.  

ŞAN ŞÖHRET PARA PUL

27 Mayıs’ın, görece özgürlük ortamı sunduğu gerçek olsa da, bu durum Aziz Nesin için geçerli değildir. Demokrat Parti’nin zulmünden o kadar yılmıştır ki, 1956 yılında İtalya’da düzenlenen ve ilk kez uluslararası bir yarışmadan kazandığı ödül olan Altın Palmiye’yi, devlet hazinesine bağışlar. Bu dönemde de gözaltına alınır, cezası bitmemiştir daha. 1956’da kurduğu Düşün Yayınevi’nde 1962 yılında yangın çıkmış, bütün kitapları kül edilmiştir. 

Egemenler ne yaparsa yapsın, halkın sevgisi giderek daha da artmış, kitapları elden ele dolaşmaya başlamıştır. Uluslararası yarışmalardaki başarısı ve halk sevgisi, Aziz Nesin’e dokunulmazlık zırhı kazandırır. Türkiye’deki ödüllerine, İtalya’dan 1956 ve 57 yılında üst üste Altın Palmiye Ödülü, 1966 Bulgaristan’dan Altın Kirpi, 1969 Sovyetler Birliği’nden Krokodil, 1975 Asya Afrika Yazarlar Birliği’nce Filipinler Manila’da Lotüs, 1977 Uluslararası Gülmece Kitapları Hitar Petar Büyük Ödülü’nü kazanır. 

Elli yaşındayken pasaport alıp yurt dışına çıkmasına izin verilmesine rağmen, hiçbir zaman ülkesini terk etmeyi düşünmez. Kitapları yayınlanmaya, eli para görmeye başlar. Rahatsız olur, bütün bunlardan… Zaten hep borçlu hissetmektedir kendini, kazandığı parayı gerçek sahiplerine, halka geri vermeye karar verir. 1973 yılında Nesin Vakfı’nı kurarak, tüm birikimini kimsesiz çocuklara bırakır. 1974’te atılan temelle birlikte, işçilere yemek yapmaktan yakınsa da yakın arkadaşlarına, tek kuruşunu ziyan etmeden, halktan aldığını halka iade etmekte kararlıdır. 1981 yılında ilk alınan çocuktan, hayatında göreceği son çocuğa kadar, birçok torunu olacaktır Aziz Nesin’in. Hastalıklarında yataklarının başında bekleyen, Vakıf’ı mesken edinmiş bir dededir artık o. 

12 EYLÜL YA DA AYDIN KİME DENİR?

12 Eylül döneminde pasaportuna el konarak, altı yıl boyunca yurtdışına çıkmasına izin verilmez. 12 Eylül cuntasının susturduğu Türkiye’nin sesi olur, Aydınlar Dilekçesi ile. On bin imza hedeflenmiş, ancak 1200 imza toplanabilmiştir. Aydınlar Dilekçesi’nden, imzasını çekenler bir yana, “Sağcı aydınlar aramızda bulunmadıkça, dilekçeye katılmayacaklarını” söyleyenlerle, yaptıkları tartışmaları: 

“Bunu biz de istiyoruz ama başaramıyoruz. Bu iş için hepimiz aynı oranda sorumluyuz. Lütfen siz de çaba gösterin. Hangi sağcı istiyor, öneriyorsunuz, onların da katılmalarını sağlayın.” Sonuç: Hiçbir sağcı gelmedi.” diye aktarır Aziz Nesin

Kendilerine “vatan haini” diyen Kenan Evren’e, mahkemedeki savunmasında şöyle seslenir: 

“Devlet Başkanı “Son padişah Vahdettin aydındır. Ama memleketi düşmanlara teslim etti. Ne yapayım böyle aydını!”diyerek anayasal hakkımızı kullanarak dilekçe verdiğimiz için, vatan hainliğiyle suçladığı bizleri Vahdettin’e benzetiyor. Vatan hainliği zamana ve kişilerin değerlendirmelerine göre değişen görece bir kavramdır. Padişah Abdülhamit, Mithat Paşa’yı vatan haini ilan ederek mahkûm etmiştir. Aradan bunca zaman geçtikten sonra bugün düşünelim, vatan haini olan hangisidir? Abdülhamit mi? Mithat Paşa mı? Bir arkadaşımızın dediği gibi, Vahdettin’in aydın olup olmadığı tartışılabilir, ama devlet başkanı olduğu kesindir.” der. 

Mahkeme sonrasında da, savunmasıyla yetinmeyerek, Evren’e manevi tazminat davası açar. Yıllar sonra askeri darbelere karşı olmak moda olacak, 37 insanın katledildiği 2 Temmuz 1993 Sivas olayları sonrasında da, Aziz Nesin’i hedef almayanı bulmak, gündüz fenerle insan aramaya benzeyecektir. 

Oysa Aziz Nesin, yaşamı boyunca “Du Bakalı N’olecak?” demeden, haksızlıklara, insan hakları ihlallerine karşı mücadeleyi seçer, cezaevlerindeki direnişleri desteklemek için açlık grevlerine katılır, Barış Derneği ile Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kurucusudur. Ekim Bilar gibi eğitim projelerini, Aydınlık’ın günlük gazete olarak çıkarılması denemelerini, hayata geçirmeye çalışır, hiçbir konuda pes etmez.    

ÜSTÜMDE ÇOCUKLAR KOŞUŞSUN 

Nesin Vakfı Belgeseli’nde, halka borçlu olduğunu belirterek, hep tasarlayıp durduğu kendi devletini anlatır: 

“(…) Küçükken devlet kurmak istiyordum, çünkü bize tarihi öyle öğrettiler, Türkler devlet kurar, ben de bir Türküm, bir devlet de ben kurayım. Bunun hayal olduğunu, gereksiz olduğunu çabuk anladım. Ondan sonra, bağımsız bir kent kurmayı düşündüm. Onuncu sınıftayken lisede, kentin projelerini, planlarını çizerdim, kanalizasyonlarına kadar, yatılı okullarına kadar, hastanelerine kadar çizerdim… Harp Okulu’na geçince baktım ki olmuyor bu, kuramayacağız şehri filan… Bağımsız köy, kasaba kurmaya… O olmuyor, gide gide baktım ki böyle, biz kendimizi bile geçindiremeyecek haldeydik. 1960 yılına kadar böyle yaşadım. 60 yılından sonra, biraz para kazanmaya başladım. O para kazanmakta da orantı söylemek gerekirse, orta bir memur kadar para kazanmaya başladım. 70 yılında kazandığım para arttı, harcayacak yer yok. Benim ölçülerime, benim standardıma göre bu parayı harcayamıyorum, ne yapayım? Vakfı kurmayı düşündüm.”   

Son gününe kadar faaliyetlerini sürdüren Aziz Nesin, Çeşme Alaçatı’daki söyleşi ve imza gününün ertesinde, 6 Temmuz 1995 tarihinde aramızdan ayrılır. “Son İstek” başlıklı şiirinde:  

“Bitki Olacaksam / Çayır çimen olayım / Aman baldıran değil / … / Yol altında kalacaksam / Gelin arabaları geçsin üstümden / Çelik paletler değil / … / Üstümde çocuklar koşuşsun / Ne kaçan ne kovalayan / Askerler değil / … / Kerpiç yapacaksanız beni /
Okullarda kullanın / Ceza evlerinde değil / … / Soluğum tükenmez de kalırsa / Islık öttürsünler / Aman ha düdük değil / … / Kalem yapın beni kalem / Şiirler yazın sevgi üstüne / Ölüm kararı değil / … / Ölünce yaşamalıyım defne yapraklarında / Sakın ola ki / Silahlarda değil.” diye seslenir.    

Şiirini kaleme alırken tasarlamış mıdır bilinmez ama, vasiyeti uyarınca tören düzenlenmeden, Çatalca’daki kendi devleti Nesin Vakfı’nın, yeri açıklanmayan bir köşesine gömülür, çocuklar koşmaktadır artık üzerinde…                                          

Aziz Nesin’in hayatı, düşüncelerini açıklamakla kalmayıp onları hayata geçirmekle de özetlenebilir. Nesin, herkesin düşüncelerini açıklamasından yana olmuştur. Bunları yaparken, yanında sadece kalemi vardır. Dünyada çok az yazara nasip olmuştur, isminden tanımlama çıkarılması veya toplumun yüzyıllardır en sevilen ismiyle eşdeğer görülerek anılması. Aziz Nesin, ikisini de gerçekleştirmiştir. Ölümünün ardından bunca yıl geçmesine rağmen, ya yaşadığımız olayları “Aziz Nesinlik” diye betimlemeyi sürdürüyor ya da Aziz Nesin’i “Çağımızın Nasrettin Hocası” olarak anmaya devam ediyoruz hâlâ. 

Geriye ne kalmaktadır? Yurttaşlarının yüzde almışının aptal olduğunu söylemiş olması mı? Aziz Nesin de halk düşmanı olduğunu, bir dost sohbetinde itiraf etmiştir zaten:  

“Halkımı sevmediğimden, bu halkın değişmesini istiyorum. Halkımı sevsem, ne diye halkımın değişmesini isteyeyim…” 

[email protected] 

Kaynakça: 

1- Pazar Postası, 27.04.1957.

2- Rıfat Ilgaz Sempozyumu, Çınar Yayınları, Ekim 2007. 

3- Aydınlar Dilekçesi Davası, Adam Yayınları, İstanbul 1986. 

4- www.nesinvakfi.org.  

* Ali Yıldız, Varlık Dergisi, Dosya: Aziz Nesin 100 Yaşında, Bir Halk Düşmanı: Aziz Nesin, Aralık 2015, Sayı: 1298, s. 4-5-6-7.   

 

AZİZ NESİN

Du Bakalı N’olecak *

Boğaziçi’nin Karadeniz Boğazına yakın Anadolu yakasında, denizkıyısı üstünde bir çayevi… O çayevinin hemen bütün müşterileri, hep o semtin insanları olduklarından ve oraya

sıksık geldiklerinden birbirlerini tanırlar. Çoğu da emeklidir. Emekli olunca konuşmaları doğal olarak çoğunlukla geçim sıkıntısı, pahalılık, sürekli zamlar ve benzeri konular üstüne oluyor. 

O sabah da yine her zamanki gibi önce ev dertlerinden başlayıp ülkenin sorunlarından

konuşmaya geçtiler. Hükümet enflasyonu yüzdeotuzda tutacağına sözvermişti, oysa yüzdesekseni buldu. Yüzdeseksen, ha? Peki, ne olacak? Alamanya’ya Avustralya’lara işçi gönderdik, yine yetmedi. Şimdi de Sovyetler Birliği’ne işçi gönderilecekmiş. Gitmeye istekli işçiler öyle yığılmışlar ki, sıra kapmak için birbirlerini ezmişler. Allah Allah!… Yahu, komünist Rusya’ya bile işçi gönderecekler ha? Paranın komünisti, faşisti, dini imanı olur mu arkadaş, para paradır, gelsin de nerden gelirse gelsin. Ben komünistin parasını alıp cami yaptırdıktan, kuran kursu açtıktan sonra bir günahı yok ki… Üstelik sevabı bile var. 

Peki, bunun sonu nereye varacak birader? Allah sonumuzu hayreylesin! 

Efendim, memleketin bütün geliri, aldığımız dış borçların yıllık faizini ödemeye bile yetmiyormuş. Deme yahu… Amerika’dan aldığımız borçlarla, salt eski borçların faizini bile zor ödüyormuşuz. Allah Allah… Bu gidişin sonu nereye varır dostum? Ayemef diye uluslararası bir kuruluş var ya hani… Evet, işte o uluslararası para fonu mu ne… Uluslararası demek, ne demek? Amerika demek… İşte bizim kendi memleketimizde nereye ne yapacağımıza, neyi nasıl yapacağımıza, fabrikamıza, limanımıza, yolumuza, herşeyimize, herbişeyimize işte o karar verirmiş… Yok yahu… Bak bunu bilmiyordum… Peki, bu böyle giderse ne olur… Her gün, her akşam hep bu konular konuşulur… Her konuşmada aynı sözlere şaşarlar! Yok yahu!.. Allah allah!.. 

Çayevindeki emekliler birbirlerine hep yanıtsız kalacak aynı soruyu sorarlar:

– Peki, n’olacak böyle? Bekleyelim görelim. Bakalım, n’olacak?

– Bunun sonu nereye varır böyle? Hep merak ediyoruz. Dur bakalım, n’olacak?

– Bu gidişin sonu nereye varır? Hayırlısı… Dur bakalım, n’olacak?

O sabah da yine hiç bıkıp usanılmadan aynı konular konuşuldu ve çayevindeki herkes birbirine “Dur bakalım, n’olacak?” dedi. 

Güngörmüş, dönem geçirmiş, eski Tophane Askeri Sanayi Mektebi’nden yetmişe, yetmişini çok aşkın bir eski işçi emeklisi,

– Dur bakalım, n’olacak deyip duruyorsunuz da, bana bir akrabamızın başına gelenleri anımsattınız… dedi.

Başlar ona yöneldi. Akrabasının başına geleni merakla sordular. Bu ilgiyi bekleyen işçi emeklisi de şöyle anlattı. 

Hani hükümetimiz darda kalıp dünya cenneti Boğaziçi’nin en güzel tepelerini, korularını, yerlerini petrol zengini Araplara satıyordu ya… îşte o sıra bir Arap zengini çıktı ortaya, şeyh mi, prens mi, yoksa hepsi birden mi, öyle bişey… Adı da Ebul-Fatık El-Mış-kî. Boğaziçi’nin seyrine doyum olmaz tepelerinden birini bişey yaptıracak. Derken bu Ebul-Fatık, bir Türk kızıyla evlenme sevdasına düşmüş. Hangi Türk kızı olduğu belli değil, yeter ki Türk kızı olsun… Elbet Arap ölçülerinde güzel de olacak. 

Ebul-Fatık için satın alacağı tepeyi arayıp bulan komisyoncular, bu kez de ona kız aramaya başlamışlar. 

Ebul-Fatık’ın kızda aradığı koşullar var: Genç olacak, güzel olacak, kızoğlankız ve eline erkek eli değmemiş olacak ve gayetle saf olacak. Bu zamanda İstanbul’da böyle kız bulmak kolay mı? Ebul-Fatık’da para çook, ille de aradığını bulacak. Aracılar, ısmarlanan kızı araya dursunlar, E-bul-Fatık da biyandan çatpat Türkçe öğreniyor ki, evleneceği kızla “Yat, kalk, uzan, dön” falan filan gibi kendisine gerekli olan bikaç söz konuşabilsin. Ebul-Fatık’a çok kız göstermişler. Arap hinoğluhin, öyle her kızı da beğenmiyor. Süt beyaz tenli, lahmacun bedenli, kalçaları enli bir lokum olacak. Sonunda bulunan kızlardan birini çok beğenmiş Ebul-Fatık. İşte biz Ebul-Fatık’ı bu ilişkiyle tanıdık. Çünkü, Ebul-Fatık’ın ayılıp bayılarak beğendiği kız, bizim hanımın uzak bir akrabasının kızı… Kız, tam da Ebul- Fatık’ın istediği gibi; onyedi yaşında, kuran kursunda yetişmiş, akça pakça, yandan çarklı kalçalar… Saflığına gelince, aptaldan bir parmak yukarda saf… Ebul-Fatık’ı da bir görseniz, korkudan dudağınız uçuklar. Kızın babasından çok yaşlı, insan kılığındaki bu çirkinlik anıtını gören biri öyle şaşmış ki, iki elini gökyüzüne kaldırıp “Hey kurban olduğum Allah, sen nelere kadir değilsin…” diye şaşkınlığını belirtmiş, üstelik memleketinde üç mü, beş mi -kesin sayısı saptanamadı- karısı olduğundan bu kızı hükümet nikâhıyla değil, imam nikâhıyla alacak. Her neyse efendim, bu Ebul-Fatık, kızla evlendi. 

Saf kız, çok yoksul bir ailenin çocuğu olduğundan, evlenip de o lükse, o görkeme kavuşunca çok mutlu oldu. Kocasının adı “Ebul-Fatık el-Mışkî” uzun olduğundan, kızın ailesi ona kısaca Fatık Bey diyor. Hem de Fatık Bey deyince, Arabın adı azbuçuk Türkçeleşmiş oluyor. Kızın, kendinden altı yaş küçük bir oğlan kardeşi var, kızın tersine cin mi cin… O, Fatık Amca diyemediğinden Fıtık Amca demeye başladı. Fıtık Amca aşağı, Fıtık Amca yukarı… 

Biz de hanımla iki kez evlerine gittik. Boğaz’in tepesindeki o köşk yapılana dek, Nişantaşı’nda lüks bir daire satın almış, daireyi de kızın üstüne yapmış. Biz Fıtık Amcayı orda tanıdık. 

Gel zaman, git zaman… Bundan sonra olanları, bana, benim hanım anlattı. O da, Fıtık Amcanın genç karısından duymuş. Çünkü kadın olup bitenleri saf saf her önüne gelene anlatıyormuş. 

Fıtık Amcanın güzel ve küçük karısı sokakta hep çarşaflı geziyor. Fıtık Amca çok kıskanç olduğundan, gencecik karısının kadın akrabalarıyla bile sık görüşmesini istemiyor. İyi ama, Fıtık Amcanın evde olmadığı zamanlar kızın canı sıkılıyor. Kıskanç Fıtık Amca, biyandan da karısını eve hapseden koca izlenimi vermek istemiyor çevresine. Karısına güvenen bir koca görünümünde… İşte bu yüzden, kendisinin evde bulunmayacağı iki gün karısına alışveriş için, çok uzaklara gitmemek koşuluyla, sokağa çıkabileceğini söylüyor. Genç kadın buna çok seviniyor, ama sokakta ne yapsın tek başına? Sinemaya gidip gidemeyeceğini soruyor. 

Fıtık Amca uzun uzun düşünüyor. Karar vermek kolay değil. Gitme, dese kansına baskı yapmış sayılacak. Git demeye de içi elvermiyor. Birlikte gitmeleri hiç uygun değil. Sonunda şöyle diyor:

– Avet… Müsaide var… Velakin avvelden ben görecek, bilahara sen..

Fıtık Amca, o dolaylardaki sinemalarda oynayan bütün filmleri seyredip “Hazret-i Ömer’in Adaleti” adlı yerli filmi uygun bulup karısına o filmi görebileceğini söylüyor. Necmiye… Genç kadının adı. Gidiyor sinemaya… Fıtık Amcanın içi pırpır… Ertesi akşam erkenden eve dönüyor. Oh, çok şükür Necmiye evde…

– Necmiyaa?

– Efendim.

– Ne yaptın ben yokken?

Necmiye yana yakıla anlatmaya girişiyor!

– Ah, sorma…

Nasıl sormasın, meraktan çatlıyor. 

– Ne oldu Nacmiya?

– Öyle bişey geldi ki başıma, şaştım şaştım kaldım.

– Ne geldi başında?

Necmiye saf saf anlatıyor!

– Senin söylediğin sinemaya gitmek üzere çarşaflandım.

– Şok güzel.

– Çıktım sokağa.

– Avet?

– Yolda giderken bir herif sokuldu yanıma?

– Bir herif?

– Evet… Ben gidiyorum, o da yanımda gidiyor. Ben gidiyorum, o da gidiyor. Dur bakalım, ne olacak, diye merak ettim.

Fıtık Amca çok bozulur ama, karısına belli etmemeye çalışarak o da çok şaşmış görünür!

– Allah allah… Ban da şok merak ettim. Du bakali n’olecak?

– Ben gidiyorum, o gidiyor… Bööyle yanımda. Dibimden ayrılmıyor. Dur bakalım, n’olacak diyorum içimden…

– Fa suphanellah… Du bakalî  n’olecak? 

– Bilet alıyorum o senin dediğin sinemaya… Aaa, adam da bilet alıyor. Ben sinemaya girdim, adam da girmez mi?

Bu kez Fıtık Amca atik davranıp karısından önce sordu:

– Ve minelgaraip… Du bakalî n’olecak? Sonra?

– Sonra, ben bir koltuğa oturdum. O da yanımdaki boş koltuğa oturmaz mı?

– Hayret! Du bakalî n’olecak?

– Işıklar söndü, film başladı.

–  Eeee? Anlat Nacmiyaa? 

–  O herif elini bacağıma atmaz mı?

– Ne diyorsun, velacaip…

– Çarşafımın eteğinin altından elini sokmaz mı? Aaa! Şaştım kaldım…

– Ne yapacak?

– Bilmem. Ben de onu merak ediyorum ya… Dur bakalım, n’olacak diye bekliyorum.

– Vallahi ban da berak ettim yahu… Du bakalî n’olecak?

– Sonra o herif oramı buramı karıştırmaya başladı. Doğrusu çok merak ettim. Sen olsan merak etmez misin?

Fıtık Amcanın gözlerinden ateşler saçılıyor ama, karısı o denli saf ki, kızsa, hiç yakışık

almayacağı için o da karısına uyup soruyor!

– Nacmiya, du bakalî n’olecak?

– Sonra “Hazret-î Ömer’in adaleti” bitti. Lambalar yandı. Ben kalktım, o da kalkmaz mı?

– O harifda?

– Evet… 

– Velacaip ve minelgaraip… Du bakalî n’olecak?

– Çıktım sinemadan, o da çıktı. Ben yürüyorum, o da yanımda yürüyor.

– Aman Nacmiya, vallahi şok marak ettim. Du bakalî n’olecak?

– Ben de merak ediyorum. Ben köşeyi saptım.

– Harif da saptı mıı?

– Saptı.

– Anlat sabuk Nacmiya, şok maraklı.

– Bizim apartımanın kapısından girdim, herif de girdi. Dur ba kalım, n’olacak diye merak içindeyim.

Fıtık Amca ter içinde…

– Sonra?

– Bizim kata çıktım, herif de çıktı.

– Vay herif vay!…

– Çantamdan anahtarı çıkarıp bizim dairenin kapısını açtım, girdim içeri, o da girmez mi?

– Harif da yallah içeri…

–  Evet…

–  Du bakalî n’olecak… Aman anlat sabuk Nacmiya…

– Eve gelince yatak odasına girip elbet soyundum. O da soyunmaz mı?

– Ni diyorsun Nacmiya… Du bakalî n’olecak?

–  Soyununca yatağa girdim. Olur şey değil, o da benimle yatağa girmez mi?

Fıtık Amca kızgın demirle dağlanmış gibi haykırır:

– Ayvaaah! Du bakalî n’olecak?

– Ben de yatakta ne olacak diye merak ediyorum.

– Aman Nacmiya, vallahi meraktan şatlayacak ban… Söyle sabuk, ne oldu Nacmiya?

– Hiç canım… Bişey değilmiş, ben de boşu boşuna merak etmişim.

Boncuk boncuk ter döküyordu Fıtık Amca.

– Yok yahu.. Peki, ne oldu Nacmiya? Ne yaptı?

– Aynen senin her gece yaptığını..

Beyninden vurulmuşa dönen Fıtık Amca ne yapsın şimdi? Karısı o denli saf ki, başına

kötü bişey geldiğinden bile haberi yok ki… Bağırıp çağırsa olmaz. Döğse olmaz. Kovsa olmaz. Erkekliğe toz kondurmamak, yiğitliğe krem sürmemek için Fıtık Amca şöyle der:

– Amaaan Nacmiyaa, ban da mühim bişey zannettim. Du bakalî n’olecak, du bakalî n’olecak diye boşuna merak etmişim. Velakin hiç mühim değil.

Olayı anlatan yaşlı işçi emeklisi, 

– İşte böyle arkadaşlar, diye sözü bağladı, bütün bu olup biteni kadın saf saf her önüne gelene anlatıyormuş. Bizim hanım da kendisinden dinlemiş. 

Titreyen elindeki kahve fincanını masaya koyan bir memur emeklisi,

– Yani, hiç anlayamadım, dedi, sen şimdi bu olayı ne diye anlattın? Kel mana?

İşçi emeklisi,

– Her gün burda laflayıp laflayıp da sonunda “Dur bakalım, n’olacak?”, “Dur bakalım n’olacak?” diye merak edip soruyorsunuz ya, dedi, işte sizi meraktan kurtarmak için ne olacağını anlattım.

– Çayevindekilerden bir kahkaha koptu. İşçi emeklisi ekledi:

– Velakin hiç mühim değil.

 

Vakıf-12 Mart 1987

* Aziz Nesin, Sizin Memlekette Eşek Yok mu?, Aziz Nesin’in Aziz Nesin’den Seçtikleri, Birinci Baskı: 1995, Milliyet Yayınları, s. 132-138. 

Bir halk düşmanı: Aziz Nesin*

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!