Zekiye Yaldız yazdı…
Dünya bir tencereymiş de tencerenin içine bir avuç mısır atmış Tanrı ve cemreyi toprağa atıverince de alttan ısınmaya başlamış tencere ve patlamaya başlamış mısırlar. Önce tek tek sonra pat pat pat ardı arkası kesilmeyecesine patlamış mısırlar. Tencerenin kapağı duramaz olmuş yerinde. Ankara öyle bir görüntüde. Bütün ağaçlar patlamış mısır gibi bembeyaz çiçeklerle kaplı. Hayretle bakıyorum; kocaman kalın bir kabuğun küçücük bir deliğinden patlamış çiçeğin teki. En çok ona takılıyorum. Diğerleri kalabalık, hep bir arada. Arılar, sinekler hangisine konacağını şaşırmış, sersem sersem oradan oraya uçuşup duruyor.
Ben böylesine zorlama tasvirler yapmaya çalışırken şimdi O olsa, neler çıkarırdı kim bilir bu dallardan diye geçiriyorum aklımdan. Hiç kimse onun gibi anlatamıyor ağaçları. Hadi ağaçları anlatan çıkar belki de ateş dikenlerini öylesine estetik anlatan var mıdır bu memlekette? Belki de bir ağacın altında oturup Aysun Gültekin’den bir uzun hava dinlemediklerinden öyle yazamadılar ağaçları. “Bu toprağın soylu ağaçları…” diye başlayıveremiyorlar. Bu toprağın ırmakları, vadileri, madenleri, ovaları, dağları, ağaçları başka kimse için o kadar anlamlı olmadığı için yazamıyorlar/yazamıyoruz belki de.
Dokunduğu herkeste izi var biliyorum; bazılarında ısırgan dalamışçasına kızartan, kaşındıran bir iz, bazılarında yanağa değen meltem esintisi. En çok coşkusu değer insana. İnsan O’nun öykülerini okuduğunda hiçbir şey yapmasa en azından yerinden kalkar ve evin içinde bir iki tur atar, kendimden biliyorum.
Bana değdiği yer de öyle bir coşku işte. Doksanlı yıllarda pazar günleri büfeden bir Tekel 2000, bir Leman almak Pazar ayini gibi bir şeydi benim için. O karikatürler, o Nihat Genç yazılarıyla Ankara’ya tutundum, hayata tutundum. Ucundan kıyısındandı tutunmam belki ama kaldım işte hayatta. Değerli hissettim kendimi. Kimsenin görmediği, yanından geçip gittiği işportacılar, dilenciler, çiçekçiler, simitçiler büyüyordu o minicik yazılarda ve hepsi birer kahramana dönüşüyordu. Onlar kahramanlaştıkça ben de büyüyordum. Kendime güvenim geliyordu. Öyle öyle sözcüklerle dans etmeyi öğrendim, insanları sevmeyi öğrendim ki insanı sevmekten daha değerli bir şey bilmiyorum bu hayatta. Hesaplaşmayı; hayatla, var oluşla, yoksullukla, haksızlıkla hesaplaşmayı öğrendim. Adalet duygusu diye bir şeyin tadını aldım. İnsan soylu bir yazar dışında kimden öğrenebilir ki adaleti, vicdanı, ahlâkı?
Soğuk Sabun, ihtiyar Kemancı, Bu Çağın Soylusu, Memlekete Hikâyeleri, Arkası Karanlık Ağaçlar, Karanlığa Okunan Ezanlar, Kompile Hikâyeler, Nöbetçi Yazılar, Amerikan Köpekleri ve daha neler neler. Bu kitaplar bana direnişi öğretti, sokakları, çirkinliği ve estetiği. Bir tuzluk vardı “Temmuz Sessizliği”nde; Abicim insan bir tuzlukla memleketin bütün sosyolojisini nasıl özetler? Özetlemişti işte! Bir Afrika menekşesinin yanında öylece alâkasız duran kebapçı tuzluğu, hatırladınız mı? İşte o tuzlukla özdeşleşmiştim ben de. “Benim ne işim var burada?” dediğim yerlerde hep aklıma o tuzluk gelir. Özcan Deniz’e hayran Üniversiteli kız Aysel vardı o öyküde. Televizyona çıkacağız diye seviniyordu mahalleli. Geçen gün itfaiye bir ağaçtaki kediyi kurtarmış da, bütün televizyonlar da oradaymış. İşte Aysel’dir, Birsen’dir hepsi de olay yerinde, televizyonlar hep bunları çekmiş. Ulan dedim, bu dizi sektörü, bu kadar kabız senaryolarla, bu Gülseren Budayıcıoğlu saplantısıyla bizi boğacağına okusalar Nihat Genç’in hikâyelerini, ne senaryolar çıkarırlar. O öyküden bile bir Türkiye özeti çıkıyordu nerdeyse. Soğuk Sabun, İhtiyar Kemancı’ya girmiyorum bile.
Önüme düşüveren küçük bir erik çiçeği ile gittim kurumuş eriğe benzettiği Nergis’e. Nergis Sakarya barlarının önünde bir milyon dilenen kız. Garsonlar da becerip becerip dövüp atıyorlar bunu. Nergis’den Aysel’e oradan tuzluğa öykünün içinde dolanıp durdum. Kahramanlar, öyküler, sözcükler, bahara durmuş erik ağaçları…
Nihat Abi ne yapıyordur acaba şimdi? Hasta mıymış? Acısı var mıdır acaba? Peki Nihat Abi hastaysa bu ağaçlar ne demeye çiçeklenmişler? Olsa olsa bu çağın soylusunun yeniden parklara gelişinedir bu süs, yoksa açmazdı bu çiçekler, biliyorum. Kurtuluş parkı, Seğmenler Parkı, belki Aktepe Parkı bile onun için çiçekleniyordur. Ne de olsa “Ankara akşamları yalnız oradan güzel görünür.”
Teşekkür ediyorum.
Kaleminize sağlık.
Durumu nasıl?
Öyle bir yazı yazmışsınız ki şimdi gidip Nihat babanın kitaplarını tekrar okuyacağım :) <3