Serkan Arslan yazdı…
Güneşi gölgeleyen binaların sayısı azalmaya başlamıştı. Belli bir süre sonra beton mezarların güneşle olan gölge oyunu son bulmuştu. Şoför, Süveyda’nın talimatıyla asfalt yoldan ayrılıp toprak yola doğru yönelmişti. Arabanın içindeki sıcaklığın verdiği yorgunluk ve uykulu gözlerle nereye gideceğimiz sorusunu sormak yerine kavak ağaçlarının içinden devam eden yolu seyretmeye devam ettim. Süveyda durumu fark etmiş olacak ki gideceğimiz yerle ilgili bana buraları hatırlayıp hatırlamadığım konusunda sorular soruyordu. Hafızam henüz bu duruma elverişli şartları sağlayamamış gibiydi. Ama içimde yolla beraber büyüyen bir huzur vardı. Biraz sonra etrafı çeşitli ağaçlar ile yeşilin bütün tonlarını kapsayan orman yoluna girmiştik. Süveyda, burası senin en çok sevdiğin yerlerden birisiydi . Oraya vardığımızda benle olan hatıralarının daha belirgin bir şekilde hafızanda canlanacağını düşünüyorum dedi. Bilemiyorum diye kısa bir cevapla daha çok konuşmasına müsaade ettim. Süveyda arabanın camını biraz indirdikten sonra içeri dolan temiz havayı soluyup aynısını benim de yapmamı istedi. Çok az kaldığını ve biraz daha sabretmem gerektiğini söylediğinde şoför konuşmaya dahil olup yürüyüş yoluna vardığımızı ve yürüyerek gitmek isteyip istemediğimizi sordu. Süveyda vakit kaybetmeden bir an önce gidelim dedi. Güneş kendini uzun boylu ağaçlar arasında yer yer göstermeye devam ediyordu. Arabanın içinde rüzgârın sesi iyice duyulur olmuştu. Keskin bir virajdan aşağı sert bir dönüş yaptıktan sonra yolun kenarında arabayı durdurdu. Süveyda arabadan inmeden bana dönüp bu geldiğimiz yerle ilgi son bir ipucu daha söyledi. Neden renkli düşler kuruyorsun Ahmet Arif gel sana göstereyim…
‘Siyahı bu kadar seven bir kadının renkli düşler kuran bir adamla ne işi olurdu. Dünyayı dolanmış ruhu burada ne arıyordu?’
‘Çam ağaçlarının köklerinin bir yokuşun eğimi üzerinde oluşturduğu merdiven görünümlü patika bir yoldan denizi ortadan ikiye bölen bir uçuruma doğru yürüyorduk. Yolun bittiği yerden birkaç adım mesafede bir kayın ağacı renkli tülbentlerle süslenmişti. Süveyda bana bakıp önden buyurun sayın yazar diye seslenirken mutluluğu yüzünden okunuyordu. Bu bir dilek ağacıydı. Gövdesinden dallarına dileği olanların bağladığı bez parçalarıyla, ağacın gölgesinde eriyip bitmiş mumlar vardı. Gölgesinde rüzgârın savurduğu rengarenk bezler, güneşin sarı rengini turuncuya dönüştürdüğü gün batımında, bu yerin aforizması ve tılsımında büyülenmemek imkansızdı. Süveyda öylece bir kenara çekilmiş beni izliyordu. Sanki hatırladım desem koşup boynuma sarılması an meselesiydi. Gözlerinde onu affettiğimi söylememi bekleyen bir çocuğun masumiyetini görebiliyordum. Eli elime değen bir kadınla, bu dilek ağacına renkli tülbentler bağlarken dileklerimizi ve Tanrıya sunduğumuz adaklarımızı hafızamda görebiliyordum. O hatıralardaki kadını her ne kadar arkası dönük görüyor olsam da Süveyda olduğunu biliyordum. Çünkü o beyaz gerdanında sol tarafına doğru uzanan ince bir damar sadece onda olabilirdi. Artık düşünmekle yetinmeyi bırakmıştım. Bende gülümsemeye başlamıştım. Süveydanın siyah güneş gözlüklerinden gözlerini görmeye çalışırken çerçeveden yansıyan ateş ve rüzgârın savaşını görebiliyordum. O an benden bir cümle duymayı bekliyordu. Ona sormak istediğim çok şey vardı. Ama o sahaf dükkanına gidene kadar beklemek istiyordum. Demek ki onca renkli hayalin altında Süveyda ile birlikte planladığımız renkli bir dünyanın arayışı varmış. Ona bakıp şöyle söyledim.
Kendimi özlemişim…