Dünya yazınının doruklarından: Ernest Hemingway

featured

Ali Yıldız yazdı…

Amerikan ve dünya yazınının en tanınan yazarlarından olan Ernest Miller Hemingway, 21 Temmuz 1899 yılında İllinois’de doğdu. Babası Clarence Edmond, tıp doktoruydu. Annesi Grace Hall, gençliğinde müzisyenlik yapmıştı. Üçü kız, beş kardeştiler; isimlerini baba ve amcasından alan Ernest Miller Hemingway, lise yıllarında başladı yazmaya. Ailesinin üniversite okumasını istemesine rağmen, Kansas City Star gazetesinde muhabir olarak çalışmaya başladı.

Savaş yıllarıydı, iki dünya savaşı patlayacaktı ardı ardına. Lisede öğrenci iken, I. Dünya Savaşı’nı merak ediyordu hep. ABD de savaşa girince, hiç düşünmeden orduya katılmak için başvuruda bulunmuş, sol gözündeki bozukluk yüzünden kabul edilmemişti. Birçok insan savaştan kaçmanın yollarını ararken, Hemingway’in gözü kulağı, Avrupa’da süren savaştaydı. 1918 yılında, savaşta görevlendirilmek üzere, Kızılhaç’ın gönüllü aradığını duydu. Nihayet savaşa katılmanın yolunu bulmuştu, Kızılhaç’ın ambulans şoförüydü artık.  Ağır yaralanmış, ölümden dönmüştü; savaşın ve ölümün ne demek olduğunu yaşamış olsa da, gazetecilikten gelen alışkanlıkla belki de; olayların tam ortasına attı kendini. 19 yaşındaydı, ambulasıyla paramparça olmuş asker cesetlerini, canhıraş şekilde bağıran, kanlar içindeki yaralıları taşımıştı.

Savaştan sonra, Toronto’da Daily Star gazetesinin muhabiri olarak Paris’e gönderildi. Paris’e sevdalanmıştı, uzunca bir süre Paris’te yaşadı. Bu süre boyunca, Amerikalı yazarlar Gertrude Stein, Ezra Pound ve İrlandalı James Joyce ile tanışmış, onların önerisiyle yazmaya yönelmişti. Militarizm düşmanlığı, gitgide daha da artıyordu. Boşu boşuna dökülen onca kandan sonra, eli kalem tutan herkes, aslında kapitalizmin hedef tahtasına oturtulması gerektiğine inanmıştı.

Hemingway’in savaşı yakından tanıması, ileride yazacağı Güneş de Doğar ve Silahlara Veda gibi dev romanlarına, esin kaynaklığı yapacaktı.

SAVAŞLARIN PEŞİNDE

Çalıştığı gazete, 1922 yılında, ondan İstanbul’a gitmesini istemişti. Türkiye,  Kurtuluş Savaşı veriyordu. Çok kısa bir süre İstanbul’da kalan Hemingway’in ilk izlenimleri, tipik oryantalist bakışıydı. Şöyle başlamıştı, kısa kısa notlarına:

“Sabah uyanıp da Haliç üzerine çökmüş sisten incecik ve tertemiz başlarını uzatan minareleri görüp bir Rus operasındaki aryayı hatırlatan müezzinin, dokunalı sesiyle müminleri yalvarırcasına duaya çağırdığını duyduğunuzda doğunun büyüleyici havasında eriyorsunuz. Pencere camında yansıyan görüntünüze bakınca, sizi dün gece keşfeden sineklerin ısırıp kızarttığı yerleri görüyor ve kendinizi tam tamına doğuda buluyorsunuz.”

Savaş muhabiri olarak, hiç görmediği Mustafa Kemal hakkında da, yanlış bilgiler edinmişti:

“Her türlü çılgınlığa, kumara, dansa, gece kulüplerine paydos demek için karalı Mustafa Kemal, şehre girinceye kadar, İstanbul bir çeşit ölüm dansına dalmış.” diyerek, işgal edilen ülkenin eğlenceye dalan insanlarını anlatırken, “Anadolu hükümetinin bir üyesinin bana söylediğine göre, her türlü alkollü içkinin yasaklandığı Anadolu gibi, İstanbul da kurak bir kent olacak. Mustafa Kemal kumarı da oyunu da yasaklamış. Bursa’da kahveler saat sekiz dedi mi ışıklarını söndürüyor.” diye yazdı.

Ancak Hemingway, elinden geleni yapmıştı. O yıllarda, Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, cumhuriyet ilan edeceği söylense; bilgi edinmeye çalıştığı Anadolu hükümetinin üyesi başta olmak üzere, bu söze hiç kimse inanmaz, güler geçerdi.

İstanbul’un ardından Mudanya, Edirne ve Lozan’a giderek, Toronto Daily News gazetesine derlediği haberleri aktardı. Lozan Konferansı’ndaki izlenimleri şöyleydi:

“Herkes asıl İsmet Paşayı görmek istiyor, fakat bir gören, bir daha görmek istemiyor. İsmet Paşa kısa boylu, kara kuru bir adam. Hiç bir çekiciliği yok. Bir insan ne kadar ufak tefek ve silik olabilirse, o da öyle.”

Aslında, sevmiyordu mesleğini. Onun istediği savaş muhabirliği, bu değildi. Cephe gerisinde değil, ön saflarda olmalıydı. Kendi ifadesiyle:

“Telgraf yazmaktan sarhoş oluyordu.”

İKİ AYRI EPİGRAFİ

Amerika’ya döndüğünde, 1924-25 yıllarında yayınlanan Üç Öykü ve 10 Şiir ile Zamanımız adını verdiği kitapları ilgi uyandırmamıştı ama, 1926’da yayınlanan ilk romanı Güneş de Doğar, 1927’de çıkan Kadınsız Erkekler kitaplarıyla, hem roman hem de kısa öykünün en tanınan isimleri arasına katılmıştı. 1929 yılında yayınlanan ikinci romanı Silahlara Veda, salt yazım çevrelerini değil, sinemacıları da peşine düşürmüştü.

İspanya İç Savaşı başlamıştı, dünya savaşa doymuyordu. 1936 tarihinde yapılan seçimleri Halk Cephesi kazanınca, General Franco savaşı başlatan taraf olmuştu. Avrupa’nın her tarafından Cumhuriyetçilerin yanına koşanlar olduysa da, savaşı Falanjistler kazandı. Francisco Franco, 1975 yılında ölene dek, 36 yıl boyunca ülkesini diktatörlükle yönetti. Ernest Hemingway de, İspanya İç Savaşı’nın tanıkları arasındaydı. 1940 yılı geldiğinde, başyapıtlarından biri daha çıkacaktı ortaya:

Çanlar Kimin İçin Çalıyor.”

Çanlar Kimin İçin Çalıyor, John Donne epigrafisiyle başlıyordu:

“Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür Avrupa, sanki yiten bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor.” 

Gelmiş geçmiş en iyi savaş anlatımlarından biri olarak gösterilen roman; Cumhuriyetçilerin saflarına katılan, İspanyolca profesörü Amerikalı bomba uzmanı Robert Jordan’ın tanıklığında, İspanya İç Savaşı’nı anlatmaktadır.  Ülkelerinin özgürlüğü için, ölümü göze alanların arasında, Guadarrama Dağları’ndadır Jordan; faşizme karşı mücadele veren gerilla grubundadır. Robert Jordan’ın görevi, Segovia kentine bağlanan köprüyü havaya uçurmaktır. Bu yürüyüş sırasında, bütün grup üyeleri, hayatı, ölümü, geçmiş ve geleceği irdelemekte; Jordan, savaşın tüm acımasızlığını yaşamış olan Maria’ya duyduğu aşkla, bağlanmaktadır hayata.

Hemingway, İspanya’da boğa güreşine tutulur, bu tutkusunu Öğleden Sonra Ölüm kitabında anlatır; 1931 yılında, babasının intiharıyla sarsılır. Uzunca bir süre, daktilosunun başına geçemez. Tek dayanağı, alkoldür. Uzun yolculara çıkar, kendini toparlamış gibidir. 1933’de çıktığı Afrika gezisinin ardından, kısa öykülerini içeren Kazanana Ödül Yok ile Klimanjaro’nun Karları yayınlanır, bir başka çalışması ise, Afrika’nın Yeşil Tepeleri romanı olur. Kilimanjaro’nun Karları’ndaki on öyküsünden ilki, şu epigrafisiyle başlar bu kez:

“Kilimanjaro 6500 metre yükseklikte, karlı bir dağdır; Afrika’nın en yüksek dağıdır, derler. Batı doruğuna yerliler “Ngace Ngay”, yani Allahın evi adını vermişler. Tepeye yakın bir yerde, kurumuş ve donmuş bir pars iskeleti vardır. Bu kadar yüksek yerde pars ne arıyormuş, kimse akıl erdiremiyor.”

HEMİNGWAY’İN AŞKLARI

Her yazar gibi Hemingway’in eserlerinde de, kendisinden izler vardır mutlaka; ancak diğer yazarlardan daha çok yansılar görülür sanki onun satırlarında. Bunun ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgudur kestirilemez ama. Kilimanjaro’nun Karları’nda, eşinin daha önceki evliliğinden olan çocuklarıyla, Afrika’ya giden bir yazar anlatılır. Bacağından yaralanan yazar, kimi zaman varlıklı eşiyle kavgaya tutuşur, kimi zaman eskilere dönerek; Monte Corno’yu, Ariberg’i, İstanbul’dayken gittiği Boğaziçi ve Rumelihisarı’nı canlandırır gözlerinin önünde. Kilimanjaro’nun Karları’nda, salt Afrika’yla kalınmaz, dünyanın dört bir tarafı dolaşılır Hemingway’le birlikte…

Hemingway, yerinde duramayan bir karaktere sahiptir, kimi zaman Çin-Japon Savaşı’nı izlemek için Colliers dergisi adına Çin’e, kimi zaman II. Dünya Savaşı’na giren ülkesinin 5. Piyade Tümeni’ne katılarak, tarihin en kanlı savaşında muhabirlik yapmaya gider.

1. Dünya Savaşı’nı kurguladığı, Irmaktan Öteye Ağaçların İçine romanı, savaşı işlediği diğer eserleri kadar, başarılı bulunmamıştır.

Dört kez evlenmiş olan yazarın aşkları, kadınlarla sınırlı tutulamaz. Hemingway, gezgin ruhlu bir dünya vatandaşıdır. Paris’e âşık olduğu kadar, Havana’ya da bağlıdır; İspanya’da tanıştığı boğa güreşine de aşkla bağlanmıştır, Afrika’da çıktığı safarilere de. Uzun süre Küba’da yaşamış, devrimden sonra ABD tarafından sosyalist yönetim, baş düşman ilan edilse de; Hemingway, Fidel Castro’yla olan dostluğunu sergilemekten hiç çekinmemiştir. Küba’da çıktığı deniz gezintilerinin birinde, geminin kaptanı Gregorio Fuentes’le arkadaş olmuş; yıllarca süren bu dostluk, yazara en büyük başyapıtını kazandırmıştır. 1952 yılında kaleme aldığı, Yaşlı Adam ve Deniz romanı ile ertesi yıl Pulitzer Ödülü’nü alır, 1954 yılında da, Nobel Edebiyat Ödülü’nü…

SİLAHLA GELEN VEDA

Ernest Hemingway’in bütün eserlerindeki ortak nokta, yazım biçeminin sadeliği ve kurgulanan gerçekliğin okuru sarıp sarmalamasında saklıdır, çünkü yazar anlatımını masa başında değil, hayatın içinden almış, tanıklık etmiş, belgeselci titizliğiyle anılar derlemiştir. Hemingway, savaş muhabirliği sırasında da gündelik hayatında da, ölüme ramak kala, hayatta kalmıştır. İlk yaşadığı olay, ambulans şoförlüğü yaptığı I. Dünya Savaşı yıllarına aittir, yakınında patlayan top mermisiyle ağır yaralanmış, daha sonraları ölümcül trafik kazaları geçirmiş, bindiği uçaklardan ikisi yere çakılmıştır. Ertesi gün çıkan gazeteler, uçak kazasında Hemingway’in öldüğünü haber yapmışlardır.

Şanslı mıdır, şansız mıdır bilinmez. En mutlu olması gereken döneminde, hayatta kaldığına sevinemez durumdadır. Babasının intiharıyla başlayan bunalımları, ellili yılların ortalarından itibaren yinelemiş, giderek artan alkol bağımlılığı, Afrika gezilerinde kaptığı hastalıklar, sağlık durumunu daha da ağırlaşmıştır. Katıldığı kalabalıklarda yalnız kalmış, münzevi bir hayatı yeğlemiş, tutunacak bir dal aramıştır. Yıllar sonra bulduğu notlarından anılarını yazmaya başladıysa da, tamamlayacak durumda değildir artık. Ününün zirvesinde olmasına karşın, ne yaptıysa kapıldığı girdaptan kurtulamamış, içine düştüğü ruh halinden sıyrılamamıştır bir türlü. Birçok yazarın hayallerini süsleyen Nobel Edebiyat Ödülü’nü almış, ödül törenine bile katılamamış, Stockholm’a gidememiştir. Oysa kitapları dünya dillerinin birçoğuna çevrilip eserleri sinemaya, tiyatro sahnelerine aktarılırken, kendine yetemez haldedir. İki kez hastaneye kaldırılan Hemingway, tat almamaya başlamıştır hayattan. Avlanmaya olan merakı yüzünden, evi zaten silahlarla doludur. 2 Temmuz 1961 tarihinde odasına kapanır, tüfeklerinden birini ağzına dayayarak tetiği çektiğinde, 61 yaşındadır.

Hemingway ve kardeşleri için, şaşırtıcı olansa şudur aslında. Babalarının ardından, Ernest Hemingway gibi iki kardeşi de, intihar ederek ayrılırlar dünyadan.

Kaynakça:    

* Ernest Hemingway, Bütün Eserleri 10, İşgal İstanbul’u ve İki Dünya Savaşı, Türkçesi: M. Ali Kayabal, Bilgi Yayınevi, İkinci Basım, Temmuz, 1988.

* Ernest Hemingway, Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Bütün Eserleri 2, Türkçesi: Erol Mutlu, Bilgi Yayınevi, Birinci Basım 2006.

* Ernest Hemingway, Kilimanjaro’nun Karları, Öykü, Çeviren: Türköz Tolga, Varlık Yayınevi, 5. Basım, Ocak, 1976.

ERNEST HEMİNGWAY 

Kızılderililer Kampı *

          Göl kenarında karaya çekilmiş bir kayık daha duruyor, yanında iki Kızılderili bekliyordu.

Nick ile babası kayığın arka tarafına oturduktan sonra Kızılderililer kayığı ittiler, içlerinden biri kürek çekmek üzere içine bindi. George Amca diğer küçük sandalın arkasında oturuyordu. Genç Kızılderili onu itip George Amcayı götürmek üzere içeri atladı.

İki kayık da karanlıkta yola çıktı. Nick biraz ilerilerinde, sisler içinde kürek sesleri duyuyordu. Küreklerin sık sık suya vuruşlarından Kızılderililerin çabuk çabuk kürek çektikleri anlaşıyordu. Nick babasının kolunda arkaya yaslanmıştı. Gölde seyahat ederken soğuk daha çok hissediliyordu. Sandaldaki Kızılderili de çok acele ediyordu ama sis arasında seyreden öteki kayık hep daha ilerdeydi.

“Nereye gidiyoruz, baba?” diye Nick sordu.

“Kızılderililerin kampına. Kızılderili bir kadıncağız çok hastaymış.”

“Ya!”

Karşıya geçtikleri vakit öbür sandalı karaya yanaştırmış halde, George Amcayı da karanlıkta purosunu içer buldular. Genç Kızılderili sandalı adamakıllı karaya çekti. George Amca ikisine de birer puro uzattı.

Fener taşıyan genç Kızılderili’nin peşi sıra çiyden sırılsıklam olmuş çayırın içinden yürüdüler. Sonra ormana vardılar ve tepelere doğru çıkan, kütüklerin taşıdığı yolun başındaki bir patikayı izlediler. Yolun iki tarafındaki ağaçlar kesildiği için, kütüklerin taşındığı bu yol daha aydınlıktı. Genç Kızılderili durup fenerini söndürdükten sonra hepsi gene yola düzüldüler.

Bir dönemece geldiklerinde karşılarına havlayan bir köpek çıktı. İlerde, ağaç kabuklarını soyan Kızılderililerin barındıkları kulübenin ışıkları seziliyordu. Bir sürü köpek daha peyda oldu. Kızılderililer hayvanların topunu birden gene kulübelere doğru kovaladılar. Yola en yakın kulübenin penceresinde ışık, kapısında da lambayı tutan ihtiyar bir kadın bulunuyordu.

İçerdeki tahta ranza üstünde genç bir Kızılderili kadın yatmaktaydı. İki gündür doğurmaya çalışıyor, kampın ihtiyar kadınları da ona yardım ediyordu. Erkekler ise kadının feryatlarını işitmemek ve sessizlik içinde sigaralarını tüttürebilmek için yolun üst tarafına gitmişlerdi. Tam Nick ile iki Kızılderili, babası ve George Amcanın arkasından, kulübeye girmek üzere iken kadının çığlıkları gene işitildi. Yorganın altında şişkin karnı belli olan kadın, başını bir tarafa çevirmiş alt ranzada yatıyordu. Yukarı ranzada ise üç gün önce ayağını balta ile adamakıllı kesmiş olan kocası vardı. Adamcağız pipo içiyordu. Odanın kokusu insanın burun direğini sızlatacak kadar ağırdı.

Nick’in babası sıcak su istedi. Su sobanın üstünde ısınırken Nick’le konuşmaya başladı.

“Bu kadının çocuğu olacak Nick.”

“Biliyorum.”

Babası “Bilmiyorsun.” diye devam etti. “Beni dinle. Şimdiki duruma doğum sancısı çekiyor denir. Çocuk doğmak, kendisi doğurmak, bütün adaleleri de çocuğu doğurmak istiyor. İşte bağırmasının sebebi bu.”

“Anlıyorum.”

Tam o sırada kadın gene bağırdı.

“Ah baba, bağırmasına engel olacak bir şey veremez misin?”

Babası “Hayır,” dedi. “Yanımda hiç uyuşturucu ilaç yok. Zaten bağırması önemli değil. Ben duymuyorum bile, önemsiz olduğu için.”

Üst ranzada yatan adam duvara doğru döndü.

Mutfaktaki kadın suyun ısındığını işaret edince Nick’in babası mutfağa gitti. Büyük güğümden suyun hemen hemen yarısını bir leğene boşalttı, kalan suyu da bir mendilden çıkarttığı şeyleri koydu.

“Bunların kaynaması gerek.” dedikten sonra leğendeki sıcak suyun içinde kamptan getirdiği bir kalıp sabunla ellerini yıkamaya başladı. Nick babasının birbirini ovuşturan köpüklü ellerini seyrediyordu. İyice yıkanırken anlatıyordu da:

“İşti Nick, çocuklar hep baş taraflarıyla doğarlar ama tersi de oluyor. Bu durum herkesçe hayli sıkıntılı verir. Belki de bu kadını ameliyat etmem gerekecek. Birazdan anlarız.”

Elleri tamam olunca içeri girip işe koyuldu.

“Yorganı çekiver, George,” dedi, “elimi sürmemeyim daha iyi.”

Daha sonra, ameliyat ederken, George Amca ve üç Kızılderili adam kadını tutuyordu. Kadın George Amcanın kolunu ısırıp, George Amca da, “Vay kâfir kadın!” diye haykırınca onu getiren genç gülmekten kendini alamadı. Nick leğeni tutmakla, babasına yardım ediyordu. Bütün bunlar epey sürdü.

Sonunda babası çocuğu aldı. Soluk alabilmesi için arkasına vurup ihtiyar kadına uzattı.

“Bak, Nick oğlan.” dedi. “Nasıl sen de doktor olmak ister misin?”

“İsterim.” Babasının ne yaptığını görmemek için başını çevirmişti.

Babası, “Tamam, işte bu da oldu.” dedi ve leğene bir şey koydu.

Nick hiç o taraflı olmadı.

“Şimdi, birkaç dikiş yapmak gerek Nick, sen buna bakıp bakmamakta serbestsin. Yardığım yeri dikeceğim, hepsi o kadar.”

Nick bakmadı. Merakı çoktan geçmişti.

Babası işini bitirip doğrulunca, George Amcayla üç adam da rahat bir nefes aldı. Nick leğeni mutfağa götürdü.

George Amca kolunu gözden geçirdi. Genç Kızılderili hâlâ gülüyordu.

“Oraya biraz oksijen koyalım George.” dedi doktor.

Hastanın üzerine eğilmişti. Kadın şimdi sakinlemişti. Gözleri kapalı, yüzü solgundu. Çocuktan, neler olup bittiğinden hiç haberi yoktu.

Doktor ayağa kalkarak: “Ben sabah dönerim.” dedi. “St. Ignace’tan gelecek hastabakıcı öğlene doğru burada olur, beraberinde ihtiyacımız olan her şeyi de getirecek.”

Futbolcuların maçtan sonra giyinme orasında oldukları gibi kendini neşeli ve konuşkan hissediyordu.

“Bunu Tıp mecmuasında yazmalı, George,” dedi, “Çakıyla sezeryan ameliyatı yapmak, sonra da kedi barsaklarıyla dikmek.”

George Amca duvara yaslanmış koluna bakıyordu.

“Ah, sen büyük adamsın.”

“Bir de mağrur babaya bakalım. Böyle ufak tefek olaylardan çoğu kez en çok onlar heyecanlanırlar. Doğrusu adamcağız hiç sesini çıkarmadan pek güzel dayandı.”

Kızılderili’nin başından battaniyeyi çekti. Parmakları ıslanmıştı. Elinde lambayla alttaki ranzanın kenarına basarak uzandı baktı. Kızılderili’nin yüzü duvara dönüktü. Bir kulağından öbür kulağına kadar boğazı yırtılmıştı. Vücudunun ranzayı çökerttiği yerde kandan bir havuz meydana gelmişti. Başı sol kolunun üzerinde, açık jilet de dikine battaniyenin üstünde duruyordu.

Doktor: “Nick’i dışarı çıkar, George.” dedi.

Hâlbuki gerek yoktu artık. Çünkü Nick, mutfak kapısında dururken, babasının bir elinde lambayla üst ranzada uzanışını, Kızılderili’nin başını düzeltişini, her şeyi görmüştü.

Kütüklerin taşındığı yoldan göle doğru yürürlerken ortalık aydınlanmaya başlamıştı.

Babası, bütün neşesi bitmiş. “Seni de sürüklediğime çok üzüldüm, Nick.” dedi. “Sana göre dayanılmaz şeyler bunlar.”

“Kadınlar doğururken hep bu kadar sıkıntı çekerler mi?”

“Yok, hayır, bu apayrı bir olaydı.”

“Adam niye kendini öldürdü, baba?”

“Bilmem Nick, dayanamadı herhalde.”

“Kendini öldürenler çok mu, baba?”

“Pek o kadar değil, Nick.”

“Ya kadınlarda?”

“Hemen hemen hiç.”

“Hiç mi?”

“Eh, arada, sırada.”

“Baba?”

“Efendim.”

“George Amca nereye gitti?”

“Gelir merak etme.”

“Ölmek zor mu, baba?”

“Yo, çok kolay sanıyorum. Adamına göre.”

Sandalda Nick arka tarafta oturmuş, babası kürek çekiyordu. Tepelerin arkasından güneş yükselmekteydi. Bir balık sudan sıçrayıp bir daire çizdi, Nick elini suya daldırmıştı. Sabahın ayazında su ılık gibi geliyordu.

Şafak sökerken, babası kürek başında, kendi de sandalın arkasında oturduğu şu anda, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi bir duygu vardı içinde.

* Ernest Hemingway, Kilimanjaro’nun Karları, Öykü, Çeviren: Türköz Tolga, 5. Basım: Ocak 1976, Varlık Yayınevi, s. 116-121.

Dünya yazınının doruklarından: Ernest Hemingway

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!