Fısıldayan dostlar

featured

Hasan Murat Doğan yazdı…

‘’Kitap yakmaktan daha kötü suçlar vardır, bunlardan biri de kitap okumamaktır.’’

Ray Bradbury

Otobüs, kalabalığının neredeyse tamamını benimle birlikte şehrin merkezinde dışarı boca etti. Şubat sonu olmasına rağmen terlemiştim. Bahar havası vardı, paltomu çıkarıp koluma aldım, ensemden birkaç damlanın ceketimin yakasının arkasına damladığını hissettim. Çocukluğumda sadece hafta sonları kalabalık olan merkez için artık hafta içi de fark etmiyordu. Otobüs kalabalığından yeni bir kalabalığa dalmıştım. Büfelerin önü kalabalıktı, gençlerin bazıları yazı erken getirmiş, kısa kollularla geziyordu. Her yaştan, kesimden insan vardı. Takım elbiseli, kravatlı yaşlı amcalar, muhtemelen emekliliği kabullenmeyen memurlardı. Bazısı sırt çantalı, kız-erkek çoğunlukla dövmeli gençler, alışverişe veya paralı güne gelmiş orta yaşlı ve yaşlı ablalar, teyzeler. Annelerinin ellerinden çekiştiren, çoğunlukla da zırlayan çocuklar. 

Yeme-içme yerleri, birkaç kitabevi ve büfelerin bulunduğu yokuş yukarı sokaktan sağa döndüm. Trafiğe kapalı bu sokakta kalabalık aşağıdakine göre biraz azalmıştı. Kısa sokak sağlı, sollu birbirine benzeyen yeme-içme yerleri ile doluydu. Kapılarındakiler önlerinden geçenleri içeri girmeye zorluyorlardı:

‘’İçeride yerimiz var ağabey, sigara da içiliyor, dışarıda da yerimiz var. Çay on lira.’

Yüzüne bakmadım geçtim, ama sesini geçemedim:

‘’İçeride yerimiz var ablalarım, sigara da içiliyor, dışarıda da yerimiz var, oturmak isterseniz. Hatta fal da bakıyoruz.’’

Dönercilerin, simitçilerin, kafelerin, kebapçıların arasında sıkışmış kitabevine sonunda ulaştım. Yol kısa, kalabalık ve gürültü uzun gelmişti. Yeni dost, dostlar kazanmak için içeri girdim. Raflarda on binlercesi dostluk bekliyordu. İlk önce, altı aydır yaptığım gibi, girişte sol tarafta yatay durumdaki kitaplara baktım, benimkisini gördüm, gözümle okşadım, sevdim, ‘birazdan yanına geleceğim’ dedim içimden. 

Araya sıkışmış kitabevi boştu, dostlar yalnızlığa terkedilmişti. Kasada bir kişi, ortada dolanan bir çalışan. ‘Hoş geldiniz’ sözüne karşılık, bir baş selamı vererek, tahta merdivenlere yöneldim. Gıcırtılar sanki geçmişe çıkıyormuşum hissi uyandırdı yine, her çıkışımda olduğu gibi. Yıllar geçse de, pek değişmeyen burasını belki de bunun için seviyordum, yeninin kirlenmişliğine, kokuşmuşluğuna, yavanlığına, vasatlığına karşı direnen bir kaleydi sanki burası. Üst kata, teras kafede ilk önce bir çay içmek için çıkmıştım, ama kapalıydı yine. Hem bu katta kitap denizi daha engin, kokusu daha güzel ve keskindi. Kafe ara ara kapanıp, açılıyordu, ama bu son üç gelişimde hep kapalıydı. Kafede duran Halit ağabey de yoktu üç seferdir. 

Halit ağabey otuz yıldır burada çalışıyordu. Anlattığına göre her işi yapıyordu, yüzü pek gülmezdi. Hatırını sorduğumda dahi, ‘’sana ne lan?’’ der gibi yanıtlardı, ama ben yine de severdim.

***

Altı ay önce de hal hatır sorma, isteksiz yanıt alma ve sipariş verdikten sonra ceketimin cebindeki kitabı çıkartıp heyecanla:

‘’Halit ağabey, ben bir kitap yazdım, bir ay önce yayımlandı, sizin buraya da koysak, olur mu?’’

Kitabın yüzüne bile bakmadan, cezveden bana hazırladığı kahveyi fincana döküyordu. İsteksizce:

‘’Dağıtımcıda var mı?’’

Olumsuz yanıt verince:

‘’Dağıtımcıdan gelmeyenleri almıyorlar, ama sen yine de, aşağıda bizim Sevcan var, O’na bir sor, yayınevlerine bakıyor.’’

‘’Aaa, ne yazdın bakayım?, tebrik ederim, hayırlı olsun.’’ sözlerini duymayı beklerken, aldığım yanıt hevesimi kırmıştı. Belli etmemeye çalışmış, teşekkür edip, elimdeki kahveyi dökmemeye çalışarak, terasa çıkmıştım. Kahvemi yudumlarken, yeni edindiğim dostumun fısıltılarına boğulmuştum. 

Merdivenin gıcırtıları ile geçmişten uzaklaşırken, kasaya doğru yönelmiştim. Yeni dostu uzatırken:

‘’Pardon, Sevcan hanım siz misiniz?’’ 

Omuzlarına dökülmüş saçlarının önünü düzelterek başını kaldırmış, asık bir yüzle ‘evet’ demişti.

‘’Yukarıda Halit ağabey söyledi, yayınevlerine siz bakıyormuşsunuz galiba.’’

Bir yandan kredi kartının yanıtını beklemişti, sıkılarak. Yine sol cebimden kitabı çıkartıp, kapağını göstermiştim:

‘’Ben sizin kırk yıllık müşterinizim. Bir roman yazdım, bir ay önce yayımlandı, sadece internette satılıyor, dağıtımcıda yok, size versem, rafa koyar mısınız? Amacım para kazanmak değil, kitaptan kim para kazanmış ki, ben kazanayım?, kitabın daha çok kişiye ulaşması ve yıllardır baktığım raflarda kendi kitabımı da görebilmek tek isteğim, başka bir şey istemiyorum. Kitaplar satılırsa, para da istemem, benim payıma düşenle yine sizden kitap alırım.’’

***

Terasta tek masa kalmıştı, kahve makineleri, ocak, buzdolabı kaldırılmıştı. Yirmi beş yaş civarı iki çalışan ve benden başka kimse yoktu. Birisi sandalyede oturuyor, öbürü de yeni gelen kitapları diziyordu. Kafeyi, Halit ağabeyi sormadım, bir dahaki gelişlerimde kafe açılmış, Halit ağabey de tezgahın arkasında olur umudumu saklı tutmak istedim. Kitapları dizen belli ki yeni başlamıştı, şevkle kitapları yerleştiriyor, öbürüne devamlı sorular soruyordu. Sakallı, gözlüklü olan ötekisi, sorulardan bunalmış bir sesle, kısa, hafif sert yanıtlar veriyordu. 

Yeni dostlar edinmek için raflara yöneldim. Müşterisi bol olan kitabevlerinde olmayan, kenarda köşede kalmış bazı kitaplar burada bulunabiliyordu. Bu tür dostlar daha değerli oluyor. İşte bir tanesi göz kırpıyordu bile ismiyle: ‘’Yazının Yalnızlığı’’. Elime alıp, arka kapağını okumaya başladığımda, fısıldamaya başladı hemen.

Böyledir kitaplar. Elinize aldığınızda, bu tanışma ve ilk el sıkışmadır, önce fısıldamaya hazırlanırlar, incelemek için kapağına ve içerisine göz gezdirdiğinizde, hemen fısıldamaya başlarlar, karar aşamasıdır, fısıltının güzelliğine göre alırım. Okumaya başladığınızda, sesleri beyninize, zihninize akmaya başlar. Kimi zaman yavaş yavaş, kimi zaman ise coşkun bir ırmak, bir çağlayan gibi akarlar.

Tabii ki hepsi dost olamazlar. Bazısı daha uzaktan yazarı, ismi veya konusu ile size tıslamaya, zehrini boşaltmaya çalışır, onlarla el bile sıkışmam, selam vermem, versem de almazlar zaten. Bunun dışındakiler raftan size göz kırpar, el sallar, hatta öpücük gönderir, ‘eline al beni, bak sana neler fısıldayacağım, sonrasında da bak sana neler anlatacağım ’’ derler. 

Dost olanlar, almasanız da size gücenmezler, kızmazlar, sessizce beklerler yıllarca. Bazılarının fısıldamasına bile olanak olmaz belki. 

Her yerde, her zaman dosttur onlar. Bolca sahte dostlukların olduğu şu köhnemiş koca dünyada, onlar da olmasa, ne yapardık? Kütüphanemde yıllar önce aldığım, ama unuttuğum kitaplar olur. Satın aldıktan on yıl sonra okumak için elime aldığım kitaptan utanırım, yıllardır beklettiğim için. Onlar bunu hiç sorun etmez, yıllarca sessizce beklerler, gece – gündüz, yaz-kış – bahar, bir kol boyu kadar yakınsınızdır, uzanıp, alabileceksinizdir, almasanız da boyunlarını bükmez, beklerler, günün birinde konuşacakları biri, birileri mutlaka çıkacaktır, bilirler. 

Hatta kütüphanede bekledikçe, şekerlenir, ballanırlar. Yaşlanırlar, ama hiç ölmezler dostlukları gibi. Kokuları giderek güzelleşir, şarabileşirler, yıllar onları sarartır, ama daha bir olgunlaştırır. Yeni gelen kitaplara annelik, babalık, ağabeylik, ablalık yaparlar. Hiç bitmeyen, tükenmeyen dostlardır. 

‘’Yazının Yalnızlığı’ ve daha önce bana çokça fısıldayan başka bir dostu alarak, gıcırtılar eşliğinde aşağıya indim, geçmişten az sonra çıkacak olmanın hüznüyle.

Kitabevlerinde kitaplar uzun yıllardır torbaya koyulur. Gittiğim kitabevlerinde bir tek burası kitapları eskiden olduğu gibi kağıda sarar. Eskinin en ufak bir hoş kıpırtısı bile insana iyi geliyor, iki dostu kağıda saran elleri öpesim geliyor.

Vakit geç olmuştu, aşağı kattaki dostlardan utanarak, bir dahaki gelişim için sözleşerek, önlerinden geçtim. Benim kitabın önüne geldim. Altı ay önce beş tane verdiğim kitaptan iki tanesi dostlarına kavuşmuştu. Üçünü tek tek okşadım. Satılmasalar da, ilk konuldukları günkü gibi değillerdi, belli ki fısıldamışlardı dost adaylarına. Belki onlar da raflardakilerle kendi aralarında fısıldaşıyordur, kim bilir? 

Geçmişten bugüne bir adımda geçtim; dostları birkaç müşteri ve çalışanlarla baş başa bıraktım. Sokağa karanlık çökmüş, kalabalık artmıştı. Küfürlü konuşmalar, bağırtılar sis gibi sokağı kaplamıştı. Yeme-içme yerleri tıka basa doluydu.

‘’Ağabey buyur, içeride yerimiz var, sigara da içiliyor, dışarıda da yerimiz var. Çay on lira. Maç seyretmek için de son birkaç masamız kaldı.’’

Hava serinlemişti, elimdeki kağıda sarılmış iki yeni dostu daha sıkı tuttum, içim ısındı.  

 

Fısıldayan dostlar

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!