1. Haberler
  2. Analiz
  3. İnsanı zorluklara verdiği tepki tanımlar

İnsanı zorluklara verdiği tepki tanımlar

featured

Yazgan Kaya yazdı…

Bu yazı da ülkenin, geçmiş olan bir haftalık yakıcı gündeminde neler yaşadıklarımızı derlemeye çalışacağım.

O halde hadi buyurun, hep beraber, bir göz atalım memleketin encâm-ı ķârına:

*Atatürk’ün askerleriyiz diyen genç teğmenler sıraya çekildi. 

*İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında yine yeniden soruşturma başlatıldı. 

*CHP Gençlik Kolları Genel Başkanı mutat olduğu üzere sabah saatlerinde gözaltına alındı. 

*76 can, yine imtiyazlı çıkar çetelerinden birinin tamahına kurban edildi. 

*Zafer Partisi Genel Başkanı ilk kez Türkiye tarihinde demokrasinin işler olduğu denilen bir süreçte tutuklandı.

Şimdi sırasıyla ilk gündem maddesi olan askerlerden başlayarak yorumlarımı aktarmak istiyorum.

Devleti kuran irade ve liderin yurttaşı olmayı ihmal eden; “Silahlı Kuvvetler” gün gelir!

O iradeyi temsil eden yurttaşın, müdafaasına mahkum olur.

O vakit kimin askeri, kimin yurttaşı olacağını da tarih takdir eder! 

Lakin emperyalizm; her daim itiraz edeni yutmaz!

Bazen elverişli aparatlarını da buna dahil eder.

Gerektiğinde eline silah verip zulmünü yurtseverlere sergileyen; itaatini, ikbalini sunanı da ilave etmekten geri durmaz.

‘Ziyadesiyle, 15 Temmuz’da FETÖ’ye kurşun sıkmayı göze alan bu kuvva.’

Kapısına dayanan ve onu zindana götüren otoriteye karşı, niye uysal başlı koyun gibi itaat etti?!

Öz gücü ya da İradesi yok muydu?

Hani 12 Eylül’de solculara karşı devletin azametini sergileyen; o, yeminli neferler!!

Yoksa her şey emir komutada mı saklı?

Peki emir nereden, riayet kimden..?

Bize düşen de sadece hamasete biat mı?

Hayır efendim itiraz ediyorum. 

Zira sizler; akıp giden Cumhuriyet Türkiye’sinin tarihinde, öncelikle Atatürk’ün yurttaşı olamadığınız için bizler bugün Atatürk’ün askerleriyiz diye haykırmak zorunda bırakılıyoruz!

Nedenlerine gelince..

Günahınızın hikayesi; aslında karakollarda işkence gören Atatürk’ün kuzeni Reşat Fuat Baraner’e, kadar uzanırdı da..

Ben o kadar gerilere gitmeyip biraz daha yakın bir tarihten süreci ele alarak Denizlerden ve Mahirlerden itibaren başlayacağım marifetlerinizi sayıp dökmeye.

30 Ekim 1968′ de “Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü’nü başlatan Deniz Gezmiş; sonrasında ise yargılandığı mahkeme salonunda idamını isteyen üniformalılara karşı savunmasını şöyle yapmıştı:

“(…)

Biz elli sene evvel Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülkenin çocukları olarak Kurtuluş Savaşı’nın gerçek tahlilini yapmaya her zaman muktediriz. Biz, yine çok iyi biliriz ki, Türkiye Kurtuluş Savaşı’nı yapmak için Samsun’a çıkanlara İstanbul Örfi İdaresi’nce ve mahkemelerince idam cezası vermiştir…

Ve yine bilmekteyiz ki Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzlerce general ve amiralinden ancak birkaçı Kurtuluş Savaşı’na iştirak etmiştir. Ve yine bilmekteyiz ki Kurtuluş Savaşı yapıldığı sırada İstanbul’da bulunanlar bunları yapanlara eşkıya demiştir. Türkiye’nin kurtuluş ve bağımsızlık savaşından ne şekilde bağımlı hale geldiğini de belirtmek gerekmektedir…

İddianamede, bir gerçek tahrif edilmek isteniyor, bu hususu da belirtmek ve düzeltmek isterim. ‘Fikir özgürlüğünü ve Anayasa’yı paravan yapanlar önceleri Atatürkçü geçinirken, onun fikir ve şahsiyetini de küçük görmeye başladılar’ şeklinde ve ‘sadece Mustafa Kemal tarafını beğeniyorlardı’ şeklinde bir cümle mevcut. Bunu kesin olarak reddediyorum; asla kabul etmiyorum. Diğer yurtseverler de bunu kabul etmez; bu kasten tahrif edilmek isteniyor, gerçekler örtülmek isteniyor. Bu cümle art niyetle hazırlanmıştır. Bu memlekette Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz. Onun istiklali tam, prensibi ve ideali tam, yanlış zapta geçti, onun istiklali tam, Türkiye idealini yalnızca biz devam ettiriyoruz…”

Ve..

1 Nisan 1966’da Cumhuriyet Meydanı’ndaki Atatürk heykelinin önünde önce namaz kılıp sonrasında elindeki baltayla heykele saldırmasının ardından; İzmir, Ankara, İstanbul’da bulunan Atatürk heykelleri önünde Atatürk’e bağlılık nöbeti’ başlamıştı.

Ankara’daki ilk nöbeti de Mahir Çayan’ın, başkanlığındaki SBF Fikir Kulübü tutmuş ve heykel önünde yapılan basın açıklamasında ise şu bildiriyi okutmuştu:

“Büyük kurtarıcı Atatürk’ün büstüne saldıran, yeşil bayrak isteyen gerici, korkunç zihniyet AP döneminde tekrar hortladı. (…) Çirkin politikacı, yurtsevmez politikacı yıllardır Atatürk ilkelerine dil uzatmış, karşı çıkmıştır. Ve yıllardır bu yurtsevmezlere dur diyen çıkmamıştır. Ve nihayet bu korkunç düşünce, ilerici güçlerin potansiyeli olan yüce Ata’nın büstüne saldırmıştır. Biz, bu çirkin saldırılara araç olan uyutulmuş zavallı kişilere değil, bu anlayışın bilinçli, çıkarcı sözcülerine sesleniyoruz. Kuvvetini Atatürk devrimlerinden alan bir gençlik örgütü olarak biz, SBF Fikir Kulübü, tüm bu yurtsevmez hareketin karşısında sonuna dek direneceğiz ve Ata’nın büstüne kadar uzanmaya cüret eden ellerinizi kıracağız.”

Yargılandığı duruşmalarda yine Mustafa Kemal ATATÜRK’e atıfta bulunarak savunmasını şu şekilde sürdüren Mahir Çayan; “O, dünyada ilk defa zaferle sonuçlanmış halk savaşının büyük bir lideri, mazlum ulusların emperyalistleri alt edebileceğini ilk defa gösteren bir ihtilalci olarak cephelerden cephelere vatan müdafaası için geçen hayatından dolayı sosyal doktrinleri incelemeye zaman bulamamıştır” der.

‘KEMALİZM SOLDUR’

“Mustafa Kemal sapına kadar ihtilalcidir. O, emperyalizm ve Levantenleri tamamiyle tasfiye etmiş, hilafeti, teokratik yönetimi ve feodalizmin üst yapı kurumlarını paramparça ederek Milli ve Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur” diyerek Cumhuriyet ve devrimlerin esas çizgisini ortaya koymuştur.

Ya peki sonra?

İtibarını; Atatürk’ün kurduğu tam bağımsız Türkiye düsturuna, borçlu olan apoletli zevatı kiram! Deniz Gezmiş’i, berdar ettiği gibi

Mahir Çayan’ın bedenini de can alıcı yağlı kurşunlarla doldurmuştu.

12 Eylül 1980 Askeri Cuntasının gadrine uğrayanların bilançosu ise çok daha ağır oldu..

650.000 kişi gözaltına alınıp işkence tezgahlarından geçirildi. 

1.683.000 kişi fişlendi.

Sağ ve sol dünya görüşüne sahip olan kişilerden toplamda 50 insan idam edildi.

Cezaevlerinde toplamda 299 kişi yaşamını yitirdi.

Sonuçta evet içi boş ve idealleri müphem bir müessese olmaktan gayri geriye bir şey kalmayan bu kurum, banisi olduğu yüce lidere bağlılıklarını bildiren onurlu genç mensuplarını dahi suçlamaktan imtina etmedi.

……..

Şimdi gelelim 2. ve 3. konu başlığına

Soruşturmalar ve sabaha karşı gözaltılara..

Kanun önünde eşitlik, buyruklarla ve keyfi kararlarla değil, hürriyet ve demokrasiyle idare edilen toplumlara hastır.

Buyruklara riayet eden toplumlar önce hürriyetlerini sonra haysiyetlerini kaybederler. 

Oysa; cumhuriyet ve hürriyet buyruklarla ve keyfi kararlarla idare edilen yığınların değil; Hak, adalet, demokrasi ve hukuku devletin asli işlevi haline getirebilen toplumların edinimidir. Medeni halkların elde ettikleri, kendi iradesini, kendi egemenliğini tayin etme hakkı ve kültürü soyut ve somut kavramlarıyla bir bütündür. Yurttaşlık ve eşitlik olgularıyla beraber tecelli eder. Eğer bir ulus elde ettiği, çağdaş uygarlık düzeyinin standartlarını, hakimiyet ve iktidarı belirleme kabiliyetini muhafaza edemez ise; özgürlüğünü geçmişte hangi hakka dayanarak eline almışsa, karşıtları da bugün o hakkın varlığını inkarla tahakkümünü oluşturarak; iktidarını ve hükmetmenin gerekçesine dönüştürürler. Hal böyle olunca devletin varlığı rahatlıkla tartışmaya açılır. Çünkü böylelikle yönetimi ele geçiren hükümdar, devleti yasalara göre idare etmeyi bırakıp, devleti gasp eder ve kendi çıkarlarına hizmet etme aracına evriltir. 

İşte bu andan itibaren devletin kurumsal varlığı yıkılmış yerine yalnızca hükümetin unsurlarından oluşan, yığınları buyruğuna alan bir otoriter varlık tesis edilmiş olur. Bu yönetim biçimi artık bu andan itibaren; yönetici ve halk ilişkisi değil, efendiyle kölelerin gazap tezahürüdür. Hükümet adı altında toplumsal egemenliği gasp eden bu heyula, toplum sözleşmesini fesheder ve bir ulusu boyun eğmeye mecbur kılar.

O sebepten şunu söylemek mümkündür: Buyruğun, hukuka tercih edildiği yerde elbette devletin adalet mekanizması da iktidarın varlığına armağan edilecekti…

Bu sebeptendir ki direnmekle sızlanmak arasında fark vardır.

Sızlanmak; demokratik kazanımlarını, kaybetmiş ya da hiç sahip olamamış yığınların vaveylasıdır ve yaptırım gücü olmayan etkisiz gösterilerdir.

Direnmek ise kurumların hukuk zemininde şekillendirildiği; devlet olgusuna sahip çıkmış bilinçli toplumların itiraz geliştirme yöntemidir.

Etkin mücadele yöntemlerini hedefler ve yapılan haksız, hukuksuz uygulamalara geri adım attıracak cürete sahip örgütlü güce haizdir.

Pasif ve edilgen aktüel siyaset, ne irade geliştirebilir ne de itiraz edebilir.

4.maddede ise yangın yerine dönmüş memlekette yine heba edilen hayatları işleyeceğiz.

En sade şekilde izah etmek gerekirse yaşanılanları kısaca şöyle formüle edebiliriz:

Deregülasyon[Kuralsızlaştırma] + Plütokrasi[Zenginler Rejimi]= Sivil Güvencesizlik ve Kederine Terkedilen Sahipsiz Toplum!

Çünkü: Bugün geldiğimiz nokta da ‘iktidarın finansmanını sağlayan imtiyazlı ekonomik yapılar’ devletin ideolojik aygıtlarının önüne geçmiştir. Hatta devletin ikbalini tesis için var olan hukuk ve zor gücü de kamusal yararı, toplumsal faydayı ekolojik değeri ya da tabiat varlığının mirasının içerdiği anlam ve önemini reddederek; çağdaş normların içerdiği etik ve ilkelere bakılmaksızın; tamamen bu oligarşik örgütün, menfaatine feda edilir. En fenası buna insan canı da dahil. Yaşanılan da tıpkı diğer tüm kıyımlarda olduğu gibi bundan ibarettir.

Son olarak Ümit Özdağ’ın tutuklanması meselesine gelince..

Ortaçağ Avrupa’sının idari sisteminin adı olan “parsellenmiş egemenlik” iktidarın kendini var eden kurallarını, hukukla ilişkilendirmesiyle oluşmuştu..

Perry Anderson’in ‘Antikite’den Feodalizme Geçişler’ kitabında ayrıntılı bir şekilde anlattığı gibi yargı da politik iktidarı sağlayan temel yöntemdi, feodal devletin doğası gereği böyle tanımlanmıştı.  

Kısaca: “Yargı iktidarın, gündelik dildeki adıydı.”

Yani biz, bugün işte keyfi idare hukuku ve buyruklara tabi gözaltılarla; “Ortaçağ Otokrasisinin” günümüze uyarlanmış haline tanıklık ediyoruz!

Buna karşın benim önerim şudur:

Parlamentoya tahvil edilen egemenlik iradesi geri alınmalı. Bunun için de siyasetin kurumsallaştırılması ve müessese algısına itiraz edilip hayatın içinden farkındalıklarla ve örgütlenmelerle ses yükseltilmelidir.

Şunu lütfen hiç unutmayalım:

Hukukun üstünde olan şey, insanlık tarihinin hukuk gibi bir kavramı oluşturan kültürel birikimi ve etik değerlerle bezenmiş ortak vicdanıdır.

Ne de olsa; usul esasa mukaddemdir!

Tıpkı Epiktetos’un dediği gibi, “insanın gerçekte ne olduğunu gösteren şey yaşadığı zorluklara verdiği tepkidir.”

Kendisinin efendisi olmayan hiç kimse özgür değildir.

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. Nefis bir yazı

Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!