İran’ın yasaklı yazarı: Sâdık Hidâyet

featured

Ali Yıldız yazdı…

İnsanoğlunun varoluşundan itibaren, konulan her yasak; merak duygusunu artırmış, yasağa olan ilgiyi çoğaltmıştır. Sümer tabletlerinden tek tanrılı dinlere kadar, yazıtlar yasaklarla doludur. Toplumsal varlık olarak insanoğlu, yasaklar koymaya gereksinim duymuş olsa da; geleneksel olarak yasak koyuculuk, özellikle de doğu toplumlarında, hayatı taşa, kişiyi kum zerreciğine dönüştürmüştür. Kalıpları zorlayana deli gömleği yakıştırılmakta, farklı olana kötü gözle bakılmaktadır.

Koşullanmaya en somut örnek, yaşanılan coğrafyaya yabancılaşmaktır. Hollywood filmlerinin işgaliyle, izleyenler hayatları boyunca hiç göremeyeceği ya da görmek bile istemeyeceği, ABD’nin kentlerini tek tek sayacak hale gelmişken; asırlardır yan yana yaşanılan ülkelerin başkentlerinin dışında, hiçbir kentini, kültürünü, yazarını, şairini, kısacası sanatını/sanatçısını tanımamaktadır. Oysa batı kentlerinin simgeleri haline gelen heykel ve yapıtları, köprüsü, metrosu, parkı, en yüksek gökdeleni yerine; Tahran, Kahire, Bağdat, Şam, birçok kentten daha fazlasıdır. Kentler, kimi zaman bir devri kapatıp yeni bir çağı başlatmış, kimi zaman direnişleriyle yeni bir sınıfı muştulamış, yarattıkları değerlerle insanlığa yol göstermiştir. Ancak hayatta, tarihsel derinlikleriyle, duygusal bir bağ oluşturanlar kentler de vardır. Çocuklara masal, büyüklere efsaneler olur, deyim haline gelirler:

“Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz.” denir.

Ünlü felsefeci, hiciv ustası Namdar Rahmi Karatay’ın ismi unutulsa da, dilden düşmeyen dizesiyle anımsanır:

“İşte geldik gidiyoruz, şen olasın Halep şehri.”

BAŞKA DÜNYALAR

Kendi ülkesinin dışında, tüm dünyayı tanımaya çalışan insanlardan biri de, İran’ın yasaklı yazarı Sâdık Hidâyet’tir. 17 Şubat 1903 tarihinde, Tahran’da doğan Sâdık Hidâyet’in ailesi, İran’ın kuzeyinden gelip Tahran’a yerleşen köklü bir ailedir. Sâdık Hidâyet’in çocukluğuna dair en iyi gözlem, abisine aittir:
“Mahmud Hidâyet’e göre çocukluğu boyunca ailenin ilgi odağıymış. Çocukça tuhaflıkları ve şirin konuşmalarıyla onları eğlendirirmiş. Ama beş altı yaşlarındayken, beklenen zamandan önce, sakinleşmiş ve içine kapanık bir çocuk olmuş.” (1)

Çocukluk dünyasındaki bu değişim, belki de Sâdık Hidâyet’in hayatını belirlemiştir. Sâdık Hidâyet’in çocukluğunu sürdüğü yıllarda, Avrupa’da feodalite aşılmış, aydınlanma döneminin etkisiyle; ülke yönetiminde söz sahibi olan aydınlar, cumhuriyeti tartışmaya başlamıştır. Doğulu yöneticiler de, batı ülkeleri karşısında, geri kaldıklarının farkındadır. Savaşlar artık kas gücüyle değil, akılla yapılmaktadır. İpek yolu önemini yitirmiş; ticareti, denizlere açılan batılı tüccarlar ele geçirmiştir. Sermaye birikimi, Avrupa’da yeni bir sınıfı ortaya çıkarmıştır, burjuvazinin de istemleri olacaktır: Aklın özgürleşmesi için, saray ve din bezirgânları dizginlenmelidir. Köklü bir düşünsel dönüşüm, sanayileşme olmaksızın, doğulunun işi zordur. İran da, çıkış yolu arayan ülkeler arasındadır.

1876 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nda meşrutiyet ilan edilmiştir. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi aydınların başını çektiği Genç Osmanlılar’dan yirmi dokuz yıl sonra, İran’da da 1905-1907 yılları arasında Meşrutiyet ilan edilerek meclis açılmış, ancak toplumsal talepten yoksun batılılaşma hareketi, üstyapı devrimi olarak kalmış; baskıların daha da arttığı bir sürece, geri dönülmüştür. Ne olursa olsun, tarihin akışını engellemek olası değildir. 1789 Fransız Devrimi’yle birlikte, monarşiye son verilip papazların kiliselerine tıkılmasının ardından; aydınlamanın sekülerizme yol vermesi, dünyaya umut aşılamaktadır.
1798 yılında, Osmanlı divanına sunulmak üzere, Reis-ül Küttab Ahmet Atıf Efendi’ye, Fransa’daki gelişmeler hakkında, layiha hazırlanması istenir. Reis-ül Küttab Atıf Efendi’nin, Padişah III. Selim’e sunduğu rapor, doğunun batı karşısında, neden geri kaldığını göstermektedir:

“Volter ve Ruso isimli zındıkların ve onlardan beter ukalaların ve hâşâ peygamberlere sövmek, büyükleri zemmetmek, bütün dinleri kaldırmak, cumhuriyeti ve müsavatı ima etmekten ibaret olan sözlerle alay üslubuyla neşrettikleri eserlere, her yeni şey lezzetlidir fetvasınca halk rağbet eder.” (2)

İnsanlığın en önemli dönemecini anlamayanlara düşen görev, tarihin tozlu raflarına atılan geçmişin zaferleriyle avunmak, teselliyi hamasete aramak olacaktır.

PARİS’TE BUNALIM

Çalkantılar içindeki İran’da gözlerini açan Sâdık Hidâyet, ilkokulun ardından 1915 yılında Darü’l-Fünun’a gönderilmiş, derslerden sıkıldığı ve Fransızca öğrenmek istediği için, Saint Louis Akademisi’ne geçmiştir. Okulda tek başına gazete çıkarıp dağıtmaya, Fransızca ile İngilizcesini geliştirmeye, batılı ülkelerin edebiyat çevreleriyle yazışmaya başlamıştır. Kafasına takılan her konuyu, araştırmaya çabalar.

İran’ın Şah Rıza Pehlevi yönetimi ise, bu kez gözünü Kurtuluş Savaşı sonrasında inşa edilen, Türk Devrimi’ne dikmiştir. Türkiye’de kurulan genç cumhuriyet, III. Selim döneminden beri sürdürülen geleneği bozmamış, Avrupa’ya öğrenci göndermeye devam etmektedir. İran monarşisi de, aynı yolu izlemeye karar verir. 1925 yılından başlayarak 1926 yılına kadar öğretmen olmaları için, gençlerin Avrupa’ya gönderileceğini duyurur. Sâdık Hidâyet’in arayıp da bulamadığı, ayağına gelmiştir. Sınavları geçerek, Mühendislik okumak üzere Belçika’nın yolunu tutar. Bir süre sonra, edebiyata olan tutkusu onu Paris’e sürükleyecek, ilk öykülerini yazmaya itecektir. Sâdık Hidâyet, hayalini kurduğu kente gelmiştir ama, büyük bir çöküntü içinde bocalayıp durmaktadır:

“O sıralarda Besançon’a taşındı. 1927’de Paris’e döndü, ertesi yıl, olasılıkla Nisan sonunda, ilk intihar girişimini gerçekleştirdi: Marne Nehri’ne atladı, ama köprünün altındaki bir kayıkta sevişen bir çift onu gördü, erkek nehre atlayıp onu kurtardı. Hidayet bu olayı 3 Mayıs 1928’de ağabeyi Mahmud’a gönderdiği bir kartpostalda üstü kapalı olarak dile getirdi: “Bir delilik ettim; ucuz atlattım.” (3)

RABʹΕ GURUBU VE SONUÇLARI

Bursunun bitmesi üzerine, tekrar Tahran’a dönen Sâdık Hidâyet, yirmi yaşındayken yayınladığı Filozof Ömer Hayyam kitabının ardından, araştırmaya, yazmaya devam eder. Zerdüşt ve Buda’yı araştırmaya karar verir. Onun öncesinde, kendisi de bir etyemez olan Hidâyet, Vejetaryenliğin Yararları’nı yayınlar; incelemesi, vejetaryenliğin manifestosu gibidir. Hemen ilk sayfasında, Ali b. Ebi Talib’in, “Midelerinizi hayvan mezarlığı yapmayın.” sözü, göze çarpmaktadır. Hz. Ali’nin sözünün ardından, 27 Temmuz 1927’de Paris’te yazdığı kitabının önsözüne, inançlı bir kişi olarak, “Dünyayı yaratan Tanrı’nın adıyla.” diyerek giriş yapmış, Eski Yunan filozoflarından Mısır’lı kâhinlere, Hıristiyan din adamlarından İslam bilginlerine, düşün insanlarından ünlü yazar ve doktorlara kadar, etyemezlere atıfta bulunurken; aydınlanma döneminin önderlerinden Immanuel Kant, Friedrich Nietzsche, Charles Darwin, Schopenhauer, Voltaire, Jean-Jacques Rousseau gibi isimleri anmakta da, hiçbir sakınca görmemiştir. (4)

1930 yılında ilk öykü kitabı, Diri Gömülen ile ilk oyunu, Sasan Kızı Pervin yayınlanır.

Ülkesinde süren baskı ve sansüre karşı genç muhaliflerden, Müceba Minovî, Mesud Ferzâd, Bozong Alevî’yle birlikte kurdukları gruba, Rabʹe adını verirler… Dörtlü anlamına gelen gruplarına katılımlar olurken, gerici çevreler tarafından, “Aşırılar” olarak yaftalanırlar. Sâdık Hidâyet, yayınlanan eserlerinde, İran’ın karanlık yönünü tüm çıplaklığıyla dile getirmiş, kadın ve çocuklara uygulanan şiddeti, hurafeleri, çokeşliliği, büyücülüğü, kumalık ve sîga nikâhını, dincilerin ikiyüzlülüğünü korkusuzca dışa vurmuştur.
Ailesinin nüfusunu kullanmak istemeyen yazar, 1930-1933 yıllarında Merkez Bankası’nda çalışmış, 1932’de yayınlanan, Fars kültürünün Arap kültüründen üstün olduğunu ileri süren araştırması ile Üç Damla Kan ve Alacakanlık isimli öykü kitapları, ilgi uyandırmamış; öte taraftan, muhalif örgütlenmeler, sarayı korkutmaya yetmiştir. Yapıtlarında, Rainer Maria Rilke, Franz Kafka, Sigmund Freud, Ömer Hayyam’dan izler görülen Hidâyet’in; ülkesi gibi iç dünyası da karışıktır. Üç Damla Kan hakkında, saptamalar şöyledir:

“Kitapta ilk bakışta dikkati çeken şeyler, beş öykünün intiharla, iki öykünün de cinayetten sonra intiharla sonuçlanması, bunun yanı sıra ilk ve son öyküde “üç damla kan” vurgulamalarının sık sık tekrarlanmasıdır.” (5)

1934’de kısa romanı Aleviye Hanım, bir nebze olsun ilgi çekse de, İran gittikçe karışmaktadır. Gözaltılar, tutuklamalar artmış, partilerin, örgüt ve toplulukların peşine düşülmüş, Rabʹe grubu da resmen yasaklanmıştır. Ne Rab’e kalmıştır artık ne de sesini çıkarak bir muhalif.

Yıllar sonra yapılan bir değerlendirme ise, çok ironiktir:

“Rab’e’nin kuruluşundan 25 yıl sonra Ferzâd, Homa Katouzian’ın Londra’da kendisiyle yaptığı söyleşide topluluk üyeleri için şu “mezartaşı yazıtı”nı söyleyecekti: “Hidâyet öldü, Ferzâd harcandı, Alevî sola gitti ve tutuklandı, Minovî doğru yolu tuttu ve zengin oldu.” (6)

HİNDİSTAN’DAN SONRA YENİDEN PARİS

1936’da, bu kez Hindistan’a giden Sâdık Hidâyet, Sanskritçe ve Sasani Pehlevisi öğrenerek Buda’dan çeviriler yapar. Başyapıtı olacak Kör Baykuş romanını bitirmiştir. Çoğaltılarak ülkesine gizlice sokulan, 50 nüshalık kitabının kapağında, “İran’da Yayımı ve Satışı yasaktır” (7) uyarısı yer almaktadır.

1939 yılına değin Hindistan’da kalan Hidâyet, tekrar Tahran’a dönerek Merkez Bankası’da çalışmaya başlar, kısa süre sonra II. Dünya Savaşı patlak verir. Şah Rıza Pehlevi, tahtını şehzade oğlu Muhammed Rıza’ya bırakmış, İran’da göreceli bir rahatlanma yaşanmaktadır… Hidâyet, Kör Baykış’u gazetelerde bölümler halinde yayınlar. Yazım biçemi, son öykü kitabı Aylak Köpek sonrasında, Zevzeklikler yergisinden daha sert bir üsluba bürünmüştür. 1945’te Hadi Sadakat ismiyle yayınladığı Hayat Suyu ile kısa romanı Hacı Ağa’da, sermaye çevreleriyle birlikte dini kullanan Şah yönetiminin, ülkesini yabancılara peşkeş çekmesini anlatmıştır.

Yazım hayatının bittiğini, Kör Baykuş romanındaki güce ulaşamadığını; ülkesinin demokratik mücadelesinde de, hüsrana uğranıldığını düşünmektedir. Sâdık Hidâyet, zaten eğilimli olduğu uyuşturucudan, alkolden medet umar haldedir. Oysa Kör Baykuş romanı Fransızcaya çevrilmiş, uluslararası üne kavuşmuştur. Son yergisi İnci Top, birkaç deneme ve çevirisinin ardından, ülkesinden ayrılarak 1950 yılında Fransa’ya gider.

Bir yıl sonra, İran’dan gelen kara haberle sarsılır:

“Başbakan olan eniştesinin, Müslüman bir yobaz tarafından 7 Mart 1951’de katledilişi, kendi canına da kıyması için, bardağı taşıran son damla oldu. Paris’te günlerce havagazlı bir apartman aradı. Championnet caddesinde buldu aradığını; 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, güzelce tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerinin kalıntıları, yanı başında, yerdeydi.” (8)

Sâdık Hidâyet, mollaların Şah Muhammed Rıza Pehlevi’yi devirerek, iktidarı ele geçirdiği 1979 tarihinden bu yana, İran İslam Cumhuriyeti’nde yasaklıdır. Bütün yasak ve baskılara rağmen, Sâdık Hidâyet’in ismi; Seyyid Muhammed Ali Cemalzâde, Bozorg Alevî ve Sâdık-ı Çübek’le beraber, İran’ın modern öykücülüğünü kuranlar arasında anılmaya devam etmektedir.

Notlar:

1- Sâdık Hidâyet, Hidâyetnâme, Farsçadan Hazırlayan ve Çeviren: Mehmet Kanar, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı: İstanbul, Kasım 2005. / Sadık Hidayet: “Garip” İranlı, Selahattin Özpalabıyıklar, s. 7.
2- Ayrıntılı Belge İçin Bkz: Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, İngilizceden Çeviren: Prof. Dr. Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 5. Baskı: 1993, s. 67-68.
3- Sâdık Hidâyet, Hidâyetnâme, Farsçadan Hazırlayan ve Çeviren: Mehmet Kanar, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı: İstanbul, Kasım 2005. / Sadık Hidayet: “Garip” İranlı, Selahattin Özpalabıyıklar, s. 9-10.
4- Bkz: Sâdık Hidâyet, Vejetaryenliğin Yararları, İnceleme, Çeviren: Mehmet Kanar, Yapı Kredi Yayınları, 3. baskı: İstanbul, Şubat 2010.
5- Sâdık Hidâyet, Üç Damla Kan, Öykü, Çeviren: Mehmet Kanar, Yapı Kredi Yayınları, 2. baskı: İstanbul, Şubat 2005. / Bkz: Çevirenin Önsözü, Prof. Dr. Mehmet Kanar.
6- Aktaran: Sâdık Hidâyet, Hidâyetnâme, Farsçadan Hazırlayan ve Çeviren: Mehmet Kanar, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı: İstanbul, Kasım 2005. / Sâdık Hidayet: “Garip” İranlı, Selahattin Özpalabıyıklar, s. 13.
7- A.g.e, s. 14.
8- A.g.e, s. 17-18.

SÂDIK HİDÂYET

KIRIK AYNA *

M. Minavi’ye

Bir çift lacivert mahmur gözü, bir tutamı hep yanaklarına sarkan kumral saçlarıyla Odette, bahar başında açan çiçeklere benzerdi. Saatlerce zarif ve soluk profiliyle pencerenin önünde oturur, bacak bacak üstüne atıp roman okur, çorabını yamar ya da dikiş dikerdi.

Hele hele kemanla Grizri’nin valsini çalarken kalbim yerinden sökülecekmiş gibi olurdu.

Odamın penceresi Odette’in odasının penceresiyle karşı karşıyaydı. Penceremden dakikalarca, saatlerce, belki de tüm pazar günleri bakardım ona; özellikle çorabını çıkarıp yatmaya gittiği geceler.
Böylece gizemli bir bağ kuruldu onunla aramda. Onu bir gün görmesem, bir şey kaybetmiş gibi oluyordum. Bazı günler ona o kadar çok bakıyordum ki sonunda kalkıp penceresinin kepengini kapatıyordu. İki haftadır her gün görüyorduk birbirimizi. Ama bakışlarında bir soğukluk, bir aldırmazlık vardı. Ne bir gülümseme, ne bana karşı eğilimini belli edecek bir hareket. Çok ciddî ve ketum görünüyordu.

Bir sabah bizim sokağın köşesindeki kahveye gittiğimde ilk kez yüz yüze geldim onunla. Kahveden çıktığımda Odette’i gördüm; keman çantası elinde. Metroya doğru gidiyordu. Selam verdim; gülümsedi. Sonra çantayı taşımak için izin istedim. Cevaben başını sallayıp “Mersi” dedi. Tanışıklığımız işte bu tek kelimeyle başladı.

O günden sonra pencereleri açtığımızda el hareketleri ve işaretlerle konuşuyorduk. Bunun ardından aşağı inip Lüksemburg parkında dolaşmaya çıkıyor, sonra sinema veya tiyatroya gidiyor ya da başka bir şekilde birkaç saat vakit geçiriyorduk birlikte. Odette evde yalnız kalıyordu. Çünkü üvey babası ile annesi seyahate çıkmışlar, o ise işi yüzünden Paris’te kalmıştı.

Çok az konuşurdu ama çocuk gibiydi. Huysuz ve inatçıydı. Bazen çileden çıkartırdı beni. İki aydır arkadaştık Bir gün Neuilly çarşısındaki Cuma şenliklerini seyretmeye karar verdik. O gece Odette yeni mavi elbisesini giymişti ve her zamankinden daha güzel görünüyordu. Restorandan çıktıktan sonra metroda yol boyunca yaşamından söz etti bana. Lunaparkın önünde metrodan indik.

Sürekli kaynaşan bir kalabalık vardı. Caddenin iki tarafı insanı eğlendirecek, meşgul edecek şeylerle doluydu. Kimileri gösteri yapıyordu. Ateş etme, şansını deneme, tatlıcı, sirk, bir eksen etrafında dönen küçük elektrikli otomobiller, yine kendi çevresinde dönen balonlar, hareketli koltuklar, türlü türlü gösteriler vardı. Kızların çığlıkları, konuşmalar, gülüşmeler, uğultu, motor sesi, her telden müzik birbirine karışmıştı.
Zırhlı vagona binmeye karar verdik. Kendi çevresinde dönen hareketli bir koltuktu. Dönmeye başlayınca üstüne kumaştan bir örtü çekiliyor ve yeşil bir tırtıl şeklini alıyordu. Bineceğimiz sırada, sarsıntı ve hareketten düşmesin diye Odette eldivenleriyle çantasını bana verdi. Yan yana sıkış tepiş oturduk. Vagon hareket etti, yeşil örtü yavaş yavaş gerildi ve beş dakika boyunca bizi izleyenlerin gözünden gizledi.
Vagonun örtüsü geri çekildiğinde dudaklarımız hâlâ birbirine yapışıktı. Ben Odette’i öpüyordum ama o kendini savunmuyordu. İndikten sonra, yolda bana Cuma şenliğine üçüncü defadır geldiğini söyledi. Çünkü annesi yasaklamıştı. Birkaç yeri daha gezdik. Nihayet gece yarısı yorgun argın dönmeye karar verdik. Fakat Odette oradan kendini alamıyordu bir türlü. Nerede gösteri varsa, orada duruyor, ben de ister istemez yanında dikiliyordum. İki üç defa zorla çektim kolundan da mecburen benimle birlikte yürüdü. Son olarak jilet satıp, mallarının üstünlüğünü uygulamalı olarak anlatan bir işportacının önünde durdu. Bu defa tepem attı. Sertçe kolunu tutup “Ama bu kadınları ilgilendirmez ki!” dedim.

Kolunu çekerek “Biliyorum canım; seyretmek istiyorum!” dedi. Ben de cevap vermeden metroya doğru yürümeye başladım. Eve vardığımda sokak tenha ve Odette’in penceresi karanlıktı. Odama girip lambayı yaktım. Pencereyi açtım. Uykum gelmediği için bir süre kitap okudum. Gece yarısını geçmişti. Pencereyi kapatıp yatacaktım ki Odette’in, odasının penceresinin altındaki gazlı sokak lambasının yanında dikildiğini gördüm. Bu hareketine şaşırdım; kızgınlıkla pencereyi kapadım. Soyunduğum sırada boncuk işli çantasıyla eldivenlerinin cebimde kaldığını fark ettim. Anahtar ve parasının çantada olduğunu biliyordum. Çantayla eldivenleri birbirine dolayıp pencereden aşağı attım.

Üç hafta geçti ve bütün bu süre içinde ona yüz vermedim. Odasının penceresi açıldığında ben penceremi kapatıyordum. Bu arada Londra seyahatim girdi araya. İngiltere’ye hareketimden önceki gün, köşe başında, keman çantası elinde metroya doğru yürüyen Odette’e rastladım. Selamlaştıktan sonra seyahat haberini verdim ve o geceki davranışımdan dolayı özür diledim. Odette soğukkanlılıkla boncuk işi çantasını açıp ortasından kırılmış küçük bir aynayı elime tutuşturdu.

Çantamı pencereden attığın gece böyle oldu. Biliyor musun, uğursuzluk getirir bu!
Cevap olarak güldüm ve batıl inançlı olduğunu söyledim. Hareket etmeden önce onu tekrar göreceğimi vaat ettimse de ne yazık ki mümkün olmadı.

Hemen hemen bir aydır Londra’daydım. Şu mektup Odette’ten gelmişti:

“Paris, 21 Eylül 1930

Sevgili Cemşid,

Ne kadar yalnız olduğumu bilemezsin. Bu yalnızlık azap veriyor bana. Bu gece seninle biraz konuşmak istiyorum. Çünkü sana mektup yazarken seninle konuşuyor gibi oluyorum. Mektubumda ‘sen’ diye hitap ettiğim için bağışla beni. İçimdeki derdin ne büyük olduğunu bir bilsen!

Günler ne kadar uzun! Saatin akrebi o kadar ağır hareket ediyor ki ne yapacağımı bilemiyorum. Zaman sana da mı bu kadar uzun geliyor? Paris’teyken her dakika gözümün önündeki o küçük odada olduğu gibi başının hep kitapta olduğundan eminim ama belki orada bir kızla tanışmışsındır. Şimdi odayı bir Çinli öğrenci tuttu, ama dışarıyı görmemek için pencereye kalın bir perde astım. Çünkü döne döne ‘Başka diyara giden kuş geri dönmez’ şarkısını söyleyen sevdiğim kişi yok orada.

Dün Helene’le Lüksemburg parkında dolaşırken, o taş banka yaklaşınca, hani oraya oturup bana memleketini anlattığın, vaatlerde bulunduğun günü hatırladım. Ben de o vaatlere kandım ve bugün arkadaşlarıma alay konusu oldum; herkesin diline düştüm. Oysa ben senin için hep Grizri valsini çalıyorum; Vincennes koruluğunda çektiğimiz resim masamın üstünde. Resmine baktıkça içim ısınıyor. Kendi kendime ‘Hayır; bu resim aldatıyor beni!’ diyorum. Çok yazık! Sen de inanıyor musun inanmıyor musun bilemem ama aynamın, hani bana verdiğin aynanın kırıldığı geceden beri içimden bir ses kötü şeylerin olacağını söylüyor.

Son görüşmemizde, hani İngiltere’ye gideceğini söylediğin gün, kalbim senin çok uzaklara gideceğini ve bir daha birbirimizi görmeyeceğimizi söyledi bana. Korktuğum da başıma geldi. Madam Bourelle ‘Neden o kadar üzülüyorsun?’ dedi bana. Beni Bretagne’a götürmek istiyordu, ama gitmedim onunla. Daha fena olacağımı biliyordum çünkü.

Geçelim bunları; olan oldu bir kere. Mektubum sert olduysa, canımın sıkılmasındandı. Beni affet. Seni üzdümse, umarım unutursun. Mektuplarımı yırtıp atacaksın, öyle değil mi Jimi?

Bir bilsen, şimdi ne kadar acı çekiyorum, ne kadar üzgünüm! Her şeyden nefret ediyorum; günlük işlerimden usandım. Oysa eskiden böyle değildim. Birçok kişiyi merak içinde bırakacak olsam da artık bu böyle devam etmeyecek. Onların sıkıntısı benimkinin yanında hiç kalır. Kararımı verdim bir kere; pazar günü Paris’ten ayrılacağım. Altı otuz beş treniyle Calais’ye gideceğim; senin geçtiğin son şehre. Denizin mavi sularını seyredeceğim. Bütün bedbahtlıkları yıkar bu su! Her an rengi değişir. Kederli ve büyüleyici mırıltılarıyla kumsala vurur, köpürür. Kumlar tadına baktıktan sonra yutar köpükleri. Hem bu deniz dalgaları son düşüncelerimi de alıp götürecek. Ölüm birine gülümsemeye görsün, bu gülücüklerle kendine çeker onu. ‘O böyle bir şey yapmaz’ diyeceksin mutlaka, ama yalan söylemediğimi göreceksin.
Uzaktan öpücüklerimi kabul et.

Odette Lasour”

Odette’e iki cevabî mektup yazdım ama birine cevap vermedi; öteki de geri geldi. “Gönderene iade” mührü vurulmuştu üstüne.

Ertesi yıl Paris’e dönünce soluğu Saint-Jacques sokağında aldım; eski evimin bulunduğu sokakta. Benim odamda bir Çinli öğrenci ıslığıyla Grizri valsini çalıyordu. Odette’in penceresi kapalıydı ve kapısına bir pusula asılmıştı:

“Kiralık Ev.”

* Sâdık Hidâyet, Üç Damla Kan, Öykü, Yapı Kredi Yayınları, Farsça Aslından Çeviren: Mehmet Kanar, 2. Baskı: İstanbul, Şubat 2005, s. 53-58.

 

İran’ın yasaklı yazarı: Sâdık Hidâyet

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!