İslam dünyası neden uygarlığın gerisinde?

featured

Osman Selim Kocahanoğlu yazdı…

Siyasal İslamcılık ve uygarlık denilen bir konuyu tartışırken, öncelikle kendimiz için yaşamsal bir soruyla başlamak gerekir: Modernleşme veya Aydınlanma denilen olgu neden Doğu toplumlarında değil de Batı ikliminde ortaya çıkmıştır? Astronomi ve matematikte kaydedilen sözde ilerlemelere rağmen, sanayi devrimi niye İslam dünyasında değil de Batıda gerçekleşti? Çinliler, barut, el arabası ve su buharı gibi endüstriyel buluşlara karşın niçin sanayi devrimine öncülük edemedi?

Bu derinlikli sorunun elbette tek bir cevabı olamaz, insanlık tarihi de bu konuda zaten önümüze zengin bir bilgi menüsü sunmaktadır. Konuyla uğraşan bilim adamları önümüze önce Magna Carta’yı (Büyük Özgürlükler Sözleşmesi) koyarlar (1215). Magna Carta denilen bu sözleşme ile İngiltere’nin feodal beyleri Kral John’un yetkilerini kısıtlayarak özel mülkiyetle toprak rantını sermaye birikimi ve sanayi yatırımı için hazırladılar. Sözleşmenin 39. maddesiyle insanlık tarihinin en önemli değeri olan “hukukun üstünlüğü” ilkesi kabul edildi. Bu konuda en mantıklı değerlendirme Max Weber’e aittir. Max Weber, özel mülkiyeti güvenceye alan feodal Batının toplumsal koşullarıyla, keyfi yönetimi azamileştiren Doğu feodalizmini karşılaştırır. Hukuk, bilim ve sanayi alanında Batının rasyonelliği ile İslamın istikrarsız ekonomik koşulları çatışır. Max Weber’e göre İslamcı toplumların ekonomik yapısı Batı’da olduğu gibi üretim ve ticaretle uğraşma yerine fethedilen yerlerden ganimet toplama üzerine kurulmuştur. İslamcı Doğu kültüründe Batı’nın aksine din anlayışına paralel olarak savaşçı ve talancı bir toplum yaratılmış; tasavvuf kültürü de halkı mistik bir uzaklaşmaya sürüklemiştir.

Max Weber’in, Osmanlı toplumu için öne sürdüğü bu değerlendirme tartışılabilir nitelikte olsa da, özü itibariyle doğrudur. Doğu İslam toplumlarında benlik ve anlam olgusu yaratan, bu olgulardan kendine özgü bunalımlar üreten medrese öğretisi ve tarikatlar, toplumda ekonomik duyarsızlık yaratmıştır. Max Weber’e göre, toplumlarda ekonomik ve toplumsal etkileşim, bilimsel gelişmeler, gelenek ve dogmalara göre şekillenmez. Din ve inanç meselesi “öbür dünyayı” ilgilendiren fizik ötesi bir kavram, “dünya işi” ise pozitif ve fiziksel bir kavramdır. Osmanlı feodalizminde İslamcı teoloji ve tarikat sufiliği ekonomik ve ticari faaliyeti saygınlığı olmayan dünyevi bir ilişki olarak görmüştür. Buna paralel olarak Kur’an’daki “el- hayatü’d dünya” terkibiyle dünya – ahiret arasında kurduğu ilişki ile de ekonomik faaliyet küçümsenmiştir. Kısacası İslâmcı teoloji, biri yaşadığımız gerçek dünya, öbürü ölümden sonraki ahiret olmak üzere dünya ve ahireti birbirinden ayrılmaz iki alan saymıştır. Medrese öğretisi dediğimiz inanç kültüründe, “denaet” mastarından türeyen dünya kelimesi, “ahiret” karşısında, çok düşük, âdi, basit, iğreti, rezil hayatı simgeleyen bir anlama indirgenmiştir. Sufilik ve tasavvuf öğretisi de insanı Allah yolundan alıkoyan her şeyi, dünya kavramı içine sokarak, nefsin zevklerinden, para ve mal varlığından ibaret görmüştür. Kısacası dünya hayatı, aldatma metaından başkası değildir (Ali İmran 3 / 185). Diğer bir ayete göre de, Allah dilediğine rızkını bollaştırır, dilediğine darlaştırır. Ahiret hayatı yanında dünya hayatı geçici bir yarardan ibarettir (Nisa 4/77).

İlahiyat yorumcuları da dünya-ahiret düalizmini yorumlarken, ahiret lehine dünyevilik aleyhine sonuç çıkarmışlardır. Bu sonuçtan da dünyaya dalan Allah’ı da unutur anlayışı gelişmiştir. Din ile ekonomi gündelik dünya hayatının ve siyasetin aracı yapılınca, kendisi viski içerken piyasada “haram gıda-helal gıda/ faizsiz banka” gibi komediler ortaya çıkmıştır.

Kısacası klasik “faiz haram resim günah” söylemi yeniden dirilmiştir. Halbuki fizikle din arasındaki ilişki neyse, din ile ekonomi arasındaki ilişki de aynıdır. Yaşadığımız ekonominin kurallarını Kur’anda aramak dinin kendisi için de saygısızlıktır. Ekonomik faaliyetin zihinsel parametreleri işte bu teolojik söylemden etkilenen İslamcılık denilen siyasal ideoloji, nihayetinde üretime dayalı kapitalizme sadece kapanmamış aynı zamanda karşı gelmiştir.

Medrese öğretisi ve İslam tasavvufu evliya, veli, ermiş ve şeyh kerametlerine özlem duyan ortaçağ tipleri yaratırken, Batıra felsefi düşünce ve akıl yürüten bilim adamları eliyle keşif ve icatlar gerçekleştirmiştir. Sonuç olarak Batı kültürü akılcı, eşitlikçi ve özgürlükçü bir düzende bu dünyaya bağlanan insan tipi olan BİREYİ yaratmıştır. Batı’nın toplumsal ilişkilerinde birey tercihleri esas olduğu için, rekabet ortamında birey kendi gücüyle ve tek başına ayakta kalmıştır.Yani Batı insanı başkasının lütfuyla değil kendi emeğiyle kazanmış, kazandığı her şeyi de kendi emeğinin ürünü saymıştır.

Bu noktadan sonra Medrese ile Modernite gibi iki kavram arasındaki ilişkiye geliriz. Bu iki kavramın zihin perspektifini de “cemaat” ve “cemiyet” kavramlarıyla ifade edebiliriz. Cemaat denilince, feodal dayanışma, kabile, aşiret ve şeyh mürit ilişkisine dayanan ilkel bir yapıyı anlarız. Cemiyet ise bireyselleşmiş ve toplumsallaşmış insan topluluğunu ifade eder. Doğunun Medrese ve tasavvuf kültürü dünya huzurunu hikmet ve tefekkürde ararken, modernite insanı laboratuvar, ekonomi ve makine başında, insanlığa refah getirecek değerleri yaratmıştır.

Bunu yaratırken, hayatın sorunlarıyla boğuşarak elli kere yapıp yüz kere bozmuştur. İslamın zihinsel dünyasındaki BİAT kültürüne dayalı cemaatler, yurttaşlık bilinci oluşmamış tebaa ve sürü nitelikli kalabalıklardır. Feodal kültürün zihin arkasında ehliyet ve liyakatin objektif kuralları olmadığı için, insan kendi liyakatıyla değil, ancak lütuf sahibince yükseltilir. Bu kültürde keramet sahibi öyle Şeyhleri vardır ki, Yüce Tanrı 15 yaşında iken tüm ilimleri (hangi ilimlerse) Şeyhin kalbine doldurabilir (Bkz. Said-i Nursi).

Cemaat insanı, dünyevi arzularını bir lokma bir hırkada dizginleyip, silik kişiliği ile itaat etmeye yatkın kalabalıklardır. Bir düşünce kıvılcımı, bir estetik güzellik veya bir maddi yenilik üretemez. Ne merakı ne birikimi vardır. Halbuki Batılı modernite insanı tercihlerini kendisi belirler, takipçisi de kendisidir. Kendi zihnindeki varoluş ve gelişme ile kendini gerçekleştirir. Kişilikli bireyler için ödev değil insiyatif önceliklidir, hiyerarşik kurallara değil, herkesin eşit olduğu doğal hak ve özgürlüklere inanır.

Özgür düşüncede gelişen modernite bireyinin en belirgin özelliği dinamik ve yaratıcı olmasıdır. Doğunun cemaat kültürü ise statik durağan bir yapıdır. Daha önemlisi, modern insan potansiyel ilerlemenin kaynağını akıl ve bilimsel düşünceden alırken, cemaat insanı dinsel/ mistik egoizme odaklanır. Böyle olunca, egoizm ve feodalizmin egemen olduğu tüm geri kültürler insanın kişilik sahibi olmasını engeller. Kişilik gelişmeyince iktidar sahibi despotların ve tarikat Şeflerine biat eder, el ayak ve saçaklarını öpme yarışına girerler. Gündelik çıkarları için politikacı peşinde koşan egoist ve bencil insanlar elbette toplumcu olamaz.

Şunu çok açık görürüz ki, İslamcı denilen zihin yapısına odaklı toplumsal öğretiler arzuları kısıtlı, yoksul yığınlara, bol bol “kadere rıza” duygusu pompalarlar. Dünya yerine ahireti öncelleyen İslamcı öğretilerin en büyük felaketi, “kader ve rızık” kavramlarına yüklenen anlamlarda belirginleşir. İslamcı öğretilere göre, “hayır ve şer Allah’tan geldiğine” göre, rızık da el açılarak yukardan beklenebiliir. Topluma aşılanan bu sahte ve boş beklenti bir zaaf olmanın ötesinde toplum için zihinsel bir felakettir. Gelelim dışa dönük yaşayan bireyleşmiş ve uygarlaşmış Batı toplumunun insanlarına. Bu kültür daha baştan bireylerini, doğayı ve dünyevi alandaki yaşamı keşfetmek için kurgulamıştır. Kaderine rıza gösterme ve kendini dizginleme yerine, kaderini kendisi çizmek ister, dünyevi arzularını tatminle refaha uluşmaya çalışır.

Uygarlaşmış kültürlerle geri kalmış kültürlerin tarihsel rollerine bakarak ulaşılan şu gerçekliği yakından görürüz. İslam dünyası sadece bilim ve teknolojide, sadece askeri alanda, sadece ekonomi ve siyasette değil ahlaken de tefessüh etmiştir. Bunun anlamı ne demektir? Bunun anlamı yerlerde sürünmek, bunu da gözleriyle görme bedbahtlığı yaşamaktır. Batı uygarlığı günümüz uygar gelişmelere Aydınlanma, demokrasi ve bilimsel düşünce rehberliği ile ulaşmış, bu süreç 300 sene kadar sürmüştür. Günümüz İslam dünyasına gelince, maddi ve manevi her şeyiyle ama her şeyiyle uygar dünyaya muhtaçtır. Geldiğimiz küreselleşme çağında, İslam dünyasını yöneten ortaçağ zihniyetli siyasal iktidarlar ile Batı ülkelerini kıyaslamak mümkün değildir. Ancak yüzlerce parametre arasından sadece şu ikisine indirgeyebiliriz.

Osmanlının Klasik dönemi bir yana, Tanzimattan beri (1839) hüküm süren bir ileri iki geri çelişkiler yumağındaki bu zihinsel ve toplumsal yapıya, sadece Cumhuriyet modernizmi sessiz kalmamıştır. Bunun gerçek faili de Tarihin Doğurduğu Adamdır. Bin yıllık dinsel 600 yıllık tarihsel sürecimiz ve üç asırlık derin uykumuz ardından Cumhuriyet modernizmini paranteze almak isteyen bir pencere açılmıştır. Siyasal İslam görgüsüzlüğü küresel uygarlık karşısında sadece nankörlük değil, aynı zamanda kendine ihanet çukuru kazmaktadır. İnanır iman getiririz ki; bu gidişle doğadaki canlılar nasıl evcilleşemiyorsa, İslamcı toplumlar da kıyamete kadar normalleşemez.

Bulunduğumuz coğrafya, sığındığımız kültür ve İslamcı iktidarın idrak gecikmesi de gösterir ki, bu küresel çıkmazda bilim ve teknoloji karşısında İslam dünyası ancak piyon olabilir. Siyasal İslamın hırsızlık ve yolsuzluğundan çoluk çocuğuna dünyalık devşiren abdestli namazlı haramzade takımı, asla dürüst olamaz. Öyle bir beyin öyle bir çehre ki, aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık… Zavallı kafa ikisine de bir türlü tüküremiyor, çünkü ikisi de kirlidir, utanmaz vicdansız kendi yüzünde…

İslam dünyası neden uygarlığın gerisinde?

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. 12 Eylül 2023, 23:58

    Dinlerin erkeklerin uydurduğu palavralar, yalanlar manzumesi olduğu gerçeği kabul edilmeden dinler adına edilmiş, edilecek her söz ve değerlendirmenin kimseye yararı yoktur. Kimilerine hoş gelen boş laflardır. Her şeyi bildiğini, planladığını söyledikleri tanrıları bile kararsız olduğundan üç beş yüzyıl ara ile ayrı ayrı peygamberler ve dinler göndermiş. Yiyenlere afiyet olsun. Kendi düşüncelerini bizi tanrı gönderdi yalanı ile soslayanlarla dünyamızı ve doğayı yok etmek için ne gerekiyorsa yapanlar aynıdırlar. Yaratıkların kötüleri, yani insanlar.

  2. Hocam siz ne zarif ve hakikat söyler bir adamsınız!Yutub denen yerdeki programlarınızı özledik.Serkan Öz ve şahsınızı görmek ve sizden öğrenmeye devam etmek istiyoruz.

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!