Kapalı kutu: Sevim Burak

featured

Ali Yıldız yazdı…

Zeliha Sevim Burak, kelimenin tam anlamıyla sıra dışı, ayrıksı bir yazardır. Önadı Zeliha’yı kulanmayan Burak, 1950 kuşağının çok konuşulan, tartışılan ismi olmuştur. Bunun nedeni, eserlerine kattığı yeniliklerdir, tüm yeniler gibi önce yadırganmış, kolayı seven okurlar için çarçabuk unutulmuş, ancak yazın çevreleri ve zoru seçen okurlar tarafından, peşine düşülmüştür. Kapalı anlatısı ve yazım biçemine dahil olmak isteyenler; haklı olarak, ipuçlarına gereksinim duymuşlardır. İnsan psikolojisidir, ya anlamaya ya dışlamaya ya da bir kulp bulup rahata ermeye çalışılır. Bir avuç elite, seçkinlere yazdığı ifade edilmiş, minör edebiyatcı olarak nitelenmiş, onun zamınında kullanılan geçer akçe olmamasına rağmen, sonradan postmodern olduğu bile söylenmiştir. Getirilen bazı eleştirilerin haklılık payları varolmakla birlikte, katagorize edilemeyen bir yazar olduğunu söylemek, daha gerçekçi olacaktır. 

Zor anlaşılan, kapalı metinler oluşturan, kendine göre yazım biçeminde ısrar eden bir yazardır Sevim Burak. Birçok öyküsünde, Dostoyevski’den, Franz Kafka’dan, Samuel Beckett’en çağrışımlar görülür, oysa Sevim Burak’ın yapmaya çalıştığı, dünyaca ünlü bu yazarların yaratılarını, kendine has uslubuyla yeniden biçimlendirme çabasıdır. Afrika Dansı öyküsünde, Samuel Beckett’e övgüler yağdıran yazar, “Benim hocam, Tanrım Kafka’dır” der, Burak’a göre, “yazarların peygamberidir Dostoyevski.” 

Sevim Burak, eserlerinde neyin gerçek, neyin hayal olduğunu sorgulamaya çalışmış; dünya yazınından aldıklarını, kendi imgeleriyle yaratmanın yolculuğuna çıkmış, hayatın yanılsamalarını, fantastik aktarımlarla dışavurmuş, dünyadaki olumsuzlukları, simgesel olarak anlatmayı yeğlemiştir. 

YAZARIN ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ 

Her yazar az ya da çok, kendi geçmişinden beslenir. Bu yüzden yazarların geçmiş hayatlarına, özellikle çocukluk dönemlerine bakmak gerekmektedir. Zeliha Sevim Burak, 29 Haziran 1931’de İstanbul’da doğmuş, ilkokulun ardından Alman Lisesi’nin orta bölümünden ayrılarak, çalışmaya başlamak zorunda kalmıştır. İlginçtir, bir süre mankenlik yapmış, sonrasında kendi açtığı modaevinin hem yöneticisi hem de terzisi olmuştur. İki mesleğini de, öykülerine yansıtmıştır. Mankenlik yaptığı günleri, Mankenin Hayatı’nda anlatmış, terzilik yaptığı günleri de Ah Ya Rab Yehova’da. 

1965 yılında Eleştirmen Asım Bezirci, 1966’da da Şair ve Yazar Mübeccel İzmirli’yle yaptığı söyleşilerden anlaşıldığı kadarıyla, 12 yaşından itibaren yazmaya başlayan Sevim Burak, İstanbul Kuzguncuk’ta, tepenin başındaki evlerinde, yaşlı akrabalarıyla birlikte 21 yıl geçirmiştir. Terzilik mesleğinin yansıması olarak, yazdığı sayfaları perdelere iğneleyerek, yeniden kurguladığından bahsedilir hep. İki kez evlenip boşanan yazarın ilk eşinden bir oğlu, ikinci eşinden de bir kızı olmuş, ikinci eşiyle birlikte, bir süre Nijerya’da yaşamıştır.  

1966 yılı, Sevim Burak için küskünlük ve kaleminin kırılması demektir. Sevim Burak, büyük umutlarla 1966 yılında düzenlenen Sait Faik Hikâye Armağını’na, Yanık Saraylar kitabıyla katılmış, ancak Behçet Necatigil, Haldun Taner, Tahir Alangu’dan oluşan jüri, yazarı elemiştir. Ödülün Sevim Burak’a verilmesini savunan Memet Fuat ise, juri üyeliğinden istifa etse de, durum değişmemiştir. Yarışma sonrasında, düş kırıklığına uğrayan Sevim Burak, 17 yıl boyunca eline kalem almamış, yazıdan uzak durmuştur.  

Sevim Burak’ın etkilendiği kitaplar arasına, annesinin Musevi asıllı olması nedeniyle, başucu kitabı olan Tevrat’tı da eklemek gerekmektedir. Türk yazınında, Tevrat’tan daha önce Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Orhan Hançerlioğlu, İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever gibi yazar ve şairlerimiz yararlanmışlar, yoğunluklu olarak son katılan Sevim Burak olmuştur. Ah Ya Rab Yehova öyküsü tamamen Musevilik üzerine kurgulanmış, birçok öyküsünde de Tevrat’ta geçen, Yahya, Lazar, Ventura, Zakarya vb. isimlerin yanı sıra, Tevrat’ta anlatılan olaylar ele alınmıştır.    

Kalp hastası olan Sevim Burak, 30 Aralık 1983 günü hayattan ayrılmıştır.  

[email protected]

 

SEVİM BURAK 

Pencere *

İki gündür karşı apartmandaki kadının intihar etmesini bekliyorum.

Belki de etmez;

Ne düşündüğünü bilmiyorum onun.

Gizli kapaklı bir amacı olabilir.

İki gün oldu tam.

Bir pencere bitince öbürküne geçiyorum, pencere önlerinde durmaktan bir vazgeçsem kurtulacağım.

Bütün pencereleri dolaşıyorum;

Kadın da o yüksek terasta çabuk, kaygan adımlarla yürüyor.

Terasın tehlikeli uçlanna gidiyor.

Duvara çıkıp ipleri, çamaşırları geriyor.

Gene de güvenim yok. “Benim kendisini penceremden gözetlediğimi bildiği için bu oyuna mahsus kalktı,” diye geçiriyorum kafamdan.

Sık sık yan belinden tramvay caddesine sarkıp aşağıya bakıyor, iki kez art arda “hayır” gibisine başını geri sallıyor.

Bundan onun ölmek istemediği anlamım çıkarıyorum.

Gene de kesin değil.

Yıllardır umutlanmadım.

Yeni bir anı defterime başlarmışçasına ara sıra başımı kaldınp kadına bakıyorum.

O da bana bakıyor.

İçimden geçeni okuyor.

Bu yüzden kırık bana.

Çok kaygılı.

İkimiz de iyi değiliz.

Kendini kaldınp atmak için ufak bir işaretçik bekliyor benden; benim elimden çıkmış bir insanmışçasına istediklerimi yapıyor, buna karşılık onun ölümünü göreyim istiyor.

Oysa, kırmızı güllü perdemin ardında, hiçbir şeyi yönetmiyorum, içimden kadının işine karışmak gelmiyor.

Önlemek

kurtarmak

istemiyorum…

Ne görebilirsem ne alabilirseın -YAŞAMINDAN – yetiniyorum bununla; beni görmemesi için perdemin ortasına küçücük bir delik açıp O’nu gözetliyorum. Ayağının biri baştan başa beyaz sargılı; sargının birden al bir renge gireceğini düşünüyorum. Cesedinin pat diye tramvay caddesine düştüğünü -bütün caddeyi kaplayıp aştığını- gelen geçeni durdurttuğunu-sihirli bir iki saniyede cesedin kutsallaşıp büyüdüğünü – her şeyin değişip mutlu bir sona bağlandığını – düşünüyorum.

O da aynı şeyleri düşünüyor.

Tramvay caddesine bakıp gülümsüyor.

Bu gülümseme, ağzının çevresinde yumuşayıp dağılıyor; içine çevrik bir gülümsemenin bu denli büyüyebileceğini görüyorum ilk kez. İnsanın kendi ölümünü düşündüğü zaman böyle gülebileceğini -kadının da yerde uzanıp yatan kendi ölüsüne sevgi gösterdiğini- kuruyorum. Kendisini terastan ya da pencereden aşağıya atmasında hiçbir sakınca görmüyorum. Tam tersine, bu bana gerçek bir davraruşmış gibi geliyor. Birazdan başını kolunu koparıp dostlarına: Bilemediniz, bakın, neyim ben diyecek. Saklı kapalı yerlerini açarak başına toplarup kendisini izleyeniere yüz – el – diz – parçalarını kösnüyle titretecek can çekişirken. Bu anlamda bir açıklamaya koşacak herkes, birkaç dakika dayanabilecekler, unutarnayacaklar bir daha da…

Tramvay caddesinden bomboş geçip giden otobüslere başka bir gözle bakıyorum, bomboş geçip gidiyorlar, boşken dolaşmalarının bir nedeni olmalı diye kurmaya başlıyorum. Onların önüne tanıdıklarımı çıkarıp koyuyorum bir bir -hiç tammadığım bir adamı itiyorum otobüsün önüne- ayak bileklerine kadar inen siyah paltosuyla bir sağa, bir sola bakıyor -boyu uzayıp kısalıyor-sonra berberden yeni çıkmış koyun başlı bir kadını -keçi, inek, tilki başlı bir sürü insanı itiyorum otobüslelin önüne- hepsi de şaşırıyorlar, yapmacıklaşıyorlar; düşünmemişler böyle bir son kendilerine besbelli. Binlerce ayak olup kaçıyorlar. Kedi ayakları – tavşan ayakları – horoz ayakları – kendi ayaklarım…

Beyaz sargılı bir bacak görüyorum sonunda, dizine dek kapalı. Sargılann açılıp çözülüvereceğini, altından bunca aradığım bir gerçeği göstereceğinden kuşkulanıyorum. İyileşmemiş bir yaradaki titrek pembe etler – birleşmemiş kemikler bütünlüğümü sarsıyor, kendi vücudumun her parçasında kemiklerimin ayrı ayrı gelip bana dayandıklarını ve sağlam bir düzen kurduklarını düşünüyorum.

Kadın bu bacakla terasın duvarına çıkıp yürümeye başlıyor, adımlarını attığı noktadan duvarın bitimine dek olan yol epeyce uzun görünüyor bana. Bir şeyin olup bitmesinden önce hep böyle uzadığını – yavaşladığını düşünüyorum.

Birini kaldırıyor ayağının.

Bir taş düşecek aşağıya.

Kadınla ilgisi yok.

Önemsiz bir iş yapaımış gibi atacak kadırt kendini aşağıya.

Tek ayağının üstünde sallanıyor.

Bu sıra beklenmedik biri -kocaman urunu taşıyan bir adam geliyor sokağın başından- koşarak yetişiyor giriyor son dakikaya – bugünkü günde bu kadar hepsi diyorum, “ağır ve yabancı kişiler olacak yanındakiler.”

Kadın kollarını açıyor uçmak istercesine

Sol gözünü görüyorum.

Tam perdedeki deliğin yuvarlağı kadar “Bu işi sen yapsan nasıl olur,” diyor. Düşmancasına bakıyor. “Ya cayarsa diyorum atlamaktan? Ya düş ise diyorum, kurduğum bunca şeyler, düzenliğim bozulur yıkılırım.”

Kadın gururla pencereme bakıp, “Ben varım,” diyor.

Sargılı hacağının üstünde hopluyor.

Geri çekilip tos vuracakmış gibi pencereme koşuyor, alay ediyor benimle, ayaklannın bastığı duvarın çökmesini diliyorum. Büyük bir güç gösteriyor duvar kadının ayaklarını tutmak için.

Ölmesi gerekiyordu oysa.

Yerini ve zamanını ondan daha iyi biliyordum.

Perdenin önüne çıkıp seslendim:

“Haydi atla!” dedim.

Elimle de işaret yaptım.

Durduğu yerde sallandı.

Ağır vücudu duvarın ince çizgisinde ikiye bölündü.

Bu sırada alt katlardan bir pencere açıldı, “Hermine!” diye haykırdı başka birisi.

Aralıklı tepinmeler oldu.

Yukan doğru çıkan ağlamalar

Yalvarmalar işitildi.

Sesler terasa doldu.

İlk kez gördüm kadını.

Yalancıksız,

Perdesiz.

İple oynatılan bir kukla gibi geldi pencerenin önüne.

Ağzı çarpılmış anlaşılmaz kelimeler söylüyor, benden yardım istiyordu. İki şişman kadın kollarına asılmışlardı silkinip atamıyordu onları.

Yenik ve zayıftı.

Kadını silkeliyor, konuşsun diye tokatlıyorlardı.

O hep bana bakıyordu.

Ne istiyordu benden?

Onu öylece alıp götürdüler.

Yemek odalarında,

Mutfaklarda,

Sandık odalarında

Gene bağırtacaklardı.

Yarın terasa çıkıp çamaşır asacaktı,

Görecektim yüzünü gene,

Çilli kollarını,

Çamaşırlarını,

İplerini.

Pencereme bakıp “artık akıllandım,” diyecekti.

Günlerdir aklımı kurcalayan yüzlerce ölüm arasından en güzellerini anımsıyordum onun için.

Kalabalıklara,

çan kulelerine,

sokaklara

bakıp

duygulanıyordum…

Onun hesabına akşamlara dek pencerenin önünde yalnızlığını büyütüyordum…

HiÇBİR ŞEYDEN UMUDUM YOKTU

DENEMİŞTİM HER ŞEYİ KENDİ HESABlMA

Perdenin ucunu tutup sıkıştınıyordum koltuğun arkasına. Kurtulup kapamyordu günlerce… Onu yeniden koltuğun arkasına sıkıştınp düşmesini bekliyordum. ALIŞMIŞTIM BUNA. BELKİ DE HER ŞEYİN ANLAMI BUDUR diyordum. İlk kez hayal kırıklığına – yenilgiye uğrayacağımdan korkuyordum. Sonra bundan kaçmak için bir NEDEN olmadığını gördüm. NASIL OLSA OLACAKTI… Yaklaştım perdenin ucuna.

Eli elime değiyordu perdenin ucunun

Gözlerimi perdeden öte yanlara kaçınyordum.

İNANMAK İSTEMİYORDUM YALNIZLIĞIMA

Nasıl oluyordu da bir şey tutmuyordu beni perdenin ucundan başka?

Şimdi taşlan çok şekilli bir terasa bakıp kendi vücudumdaki seyirmeleri dinliyorum. Apartmanda her şey yatışmışa benziyor, kırnuzı ölüm çiçekleriyle perdenin arkasında:

Anı defterine

BİR EV

BİRCADDE

BİRBULUT

BİR YEŞİL ŞAPKALI ADAM ÇİZİYORUM.

Cadde’de Yeşil Şapkalı Adam bulutla aynı yöne doğru yürüyor. “İşte başını alıp giden adam bu,” diyorum. – Derin uykulardan – paslı merdivenlerden – pencerelerden – kapı zillerinden KAÇAN ADAM BU ADAM.

EVE BAKIYORUM,

İŞTE O EV BU EV DiYORUM,

ODA BU ODA.

KADININ KENDİNİ ASTIGI EV BU EV,

SANDALYE BU SANDALYE,

MASA BU MASA,

CADDE BU CADDE,

BU ÇOCUKLAR

O ÇOCUKLAR.

Sonra anı defterine bakıp – bütün bunlann yalan olduğunu -kendimi kandmnak için YEŞİL ŞAPKALI ADAM’ı kendim çizdiğimi-YEŞİL ŞAPKALI ADAM’ın da bunu bildiğini – beni kandırmak için penceremin önünden geçtiğini,

BULUTUN BULUT,

CADDENİN CADDE,

EVİN EV,

YEŞİL ŞAPKALI ADAMIN DA

YEŞİL ŞAPKALI ADAM OLMADIĞINI

DÜŞÜNÜYORUM.

ANI DEFfERİNDEKİ

Bulutu,

evi,

caddeyi,

Yeşil Şapkalı Adam’ı

Karalıyorum.

Bir başıma her zaman böyle bir oyun oynayıp bozabileceğimi, Yeşil Şapkalı Adam’ın da bu oyunu oynayabileceğini, karşıki kadının, başka başka insaniann da başka başka oyunlar oynayıp bozabileceklerini düşünüyorum.

Kadının ağzı yana çarpılmış,

Bomboş bilinçsiz gözlerle bana bakıyor,

“Yardım et,” diyor.

Bazı hareketleri yapmasını bilmiyorum.

Hava karanyor.

Ölüm çiçekleri allında korkuyorum biraz. Güller morlaşıyor perdede. Uykusuzyatağım – ağır elbise dolabım – saç firketelerim taş gibi duruyorlar. NE YAPSAM ŞİMDİ?

ELİMİ BİR YERE SAKLASAM.

Kıl inceliğinde duygular geriyorum çevreme. Örümcek gibiyim ölüm çiçekleri önünde HAVA KARARIYOR

NE YAPSAM ŞİMDİ?

Tuzluğu dışardan alıp gelirsem mi?

Sofra kurulmayacak, bir işe yaramayacak olduktan sonra?

Getirmesem de olur.

Belki de olmaz.

Bilmiyorum.

Yeni yeni belliyorum bazı düşünülen.

Evin içini koca bir leke gibi kaplıyorum.

Galatasaray’dan Tünel’e otobüsler geçiyor.

Çiçek Pasajı’ndan mor kurdeleli yaşantılar çıkıyor –

Ölüm gülleri,

Beyaz zambaklar,

1890 Sent Pülşeri üniformalı yetim kız öğrenciler başlannda ürkünç okul şapkaları… 

Karanlıkla aydınlığın kesiştiği saatte ölümlü caddede tuhaf gülümsemeli afişler ortaya çıkıyor, gittikçe büyüyen kalabalık garip bir hışırtı çıkararaktan yürüyor. YEŞİL ŞAPKALI ADAM ARALARINDA

Şapkasını çıkanp çıkanp sallıyor.

“Sen de gelsene,” diyor

Yan belime kadar karanlığa sarkıyorum, gürültüyle düşüp parçalanmaya başlıyorum.

Galatasaray, 1962

* Sevim Burak, Yanık Saraylar, Öykü, Yapı Kredi Yayınları, 8. Baskı: İstanbul, Mart 2014, s. 17-23.  

 

Kapalı kutu: Sevim Burak

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!