Karides güveç

featured

Zekiye Yaldız yazdı…

Mavi pötikareli örtüleri giydirilmiş tahta masalara doğru ilerliyoruz. Sandaletlerimi elime alıyorum. Çıplak ayaklarıma zaman zaman bir deniz kabuğu batıyor, küçük bir “ah” la geçiştirip ince kumların ayaklarımı gıdıklamasının hazzını yaşıyorum. Bir türlü varacağı yere varamayan, gerinip gerinip sahilin bitimindeki kayalara kavuşmaya çalışan dalgalar, dizlerime kadar bacaklarıma çarpıp yalpalatıyor. Yalpaladıkça Hakan’a tutunuyorum.  Guruba karşı dalga seslerini dinleyerek yürüyoruz. Gün boyu kızgın güneş altında parlak yağlarla bedenlerini karartmaya çalışan birkaç genç kız, en güzel gün batımı fotoğrafını çekme telaşı içindeler. Bir grup köpek,  sahil kasabası sakinliğiyle uyumlu, miskin miskin esneşiyorlar.

Ayakları yarıya kadar denize batmış tahta masalara varınca, hemen en baştaki masaya oturuyoruz. Deniz, dumanı çıkmayan bir alev gibi kıpkırmızı… Olmayan duman gözlerimi yakmış gibi gözlerim buğulanıyor. Gün batımları, dünyanın neresinde olursa olsun, ama en çok da deniz kenarlarında  hüzün taşıyor insan ruhuna. Güzel fotoğraf çekme sevinciyle çığlık atan yanık bedenli kızların çığlıklarına uzak bir yerlerden Münir Nurettin Selçuk’un inleyişi eşlik ediyor. Kulağım seste, buğulu gözlerim yanan denizde Yahya Kemal’in ötelere yazdığı “Rindlerin Akşamı” nda kayboluyorum.

“İki karides güveç lütfen!” diyor Hakan. “Karides güveç mi?” diye iç çekiyorum. Siparişleri alan ıslak deniz şortlu yarı çıplak garson, bakışlarını sipariş yazdığı kalemin ucundan kaldırıp benim karasızlığıma dikiyor. “Belki de o gün bugündür, bugün bu işe bir son verebilirim, itiraz etmeyeyim.” diyorum içimden. Sessizliğimi onay kabul eden garson bir şey demeden gidiyor.

“Karides güveç seversin değil mi?” diye soruyor Hakan. Buruk bir şekilde gülümsüyorum. “Aaa, sevmez misin? İnanamıyorum!”

“Aslında sevip sevmediğimi bilecek kadar bir fikrim yok.” diyorum.

“Hayret doğrusu, deniz kenarında yaşıyorsun,  yemedin mi bugüne kadar?”

“Fabrikada tütün sarar, sanki kendi içer gibi şarkısını bilir misin?”

“Öf  Nurten, yine başladın gizemli gizemli konuşmaya. Ne diyorsun, anlamıyorum. Bir düğmen falan varsa basayım da şu esrarlı havan dağılsın.”

“Ben öyle düzden düzden konuşmaktan pek hoşlanmıyorum. Şu manzara kafamı dumanlandırıyor herhalde. Hiçbir şey net değil.”

“Yani, sevmiyor musun?”

“Bilmiyorum.”

“Yoksa bu da mı günah?”

Birden irkiliyorum. “Evet, bu da günah!” desem bin tane delil sunup karides yemenin neden günah olamayacağını anlatacak. Afrika’da din adamları balık yemek günah dedikleri için her tarafı denizlerle çevrili ülkelerde insanların açlıktan öldüğünü anlatırken yüzüne dalga dalga öfke yayılacak.

“Bilmiyorum günah mı değil mi. Sadece daha önce hiç yemedim ve sevip sevmediğimi de bilemem doğal olarak.” diyorum.

 Çok büyük beklentilerle başlayan tatil buluşmamız daha bir haftası bitmeden büyük bir hayal kırıklığına dönmek üzere. Hemen hemen hiçbir ortak yanımız yokmuş meğer. “Şarap içelim.” diyor, “Günah.” diyorum.

 “Rakı?”

“Günah.”

“Bira?”

“Günah.”

“Kızım arpa suyu yaa, neden günah olsun?”

“Beygir misin sen?”

  “Biraz elini tutsam.” diyor, günah. İçki ve cinsellik yoksa Hakan için hayat da yok sanki. “Ot gibi mi yaşayıp sonunda cennete gideceksin?” diye alay ediyor benimle. Sağ salim şu ziyareti atlatırsak bir daha görüşmeme niyetindeyim. Aslında bir bahane uydurup gider diye düşünüyordum ya, direniyor hâlâ. Birbirimize hiç uygun olmadığımızı o da anlamıştır herhalde.

Yaşam biçimlerimiz hiç uygun değil. Sofuluğum onu tiksindiriyor nerdeyse. Onda da bana batan bir sürü şey var. Hayatı bu kadar kutsaması, hazzı bu kadar öncelemesi anlamdan uzaklaştırıyor gibi geliyor meselâ. İnsanları olduğu gibi sevmek mümkün müdür diye düşünüyorum. Bence bu mümkün değil. Duygularına gem vurarak, bazen görmezden gelerek, burnunu tıkayarak, kulağını kapatarak sevilebilinir belki. Beş duyu açıkken zor. Ama sevmek de gerekir. Belki korkudan, belki hormonlardan sevmek gerekir. Kadın bağlanmak istiyor aslında. Bütün derdi bu. Hakan’a bağlanmak için nedenler arıyorum. Tutturabildiğim yer inatçılığı. Bir de açık sözlülüğü, roman okuması, dünyayı algılayış biçimi… Birinin sosyal medya hesaplarında bir iki gezinti yapınca hakkında çok şey öğrenebiliyor insan da gerçek değil işte! O İstanbul’dayken her şey yolundaydı. Enerjik ve eğlenceli mesajlaşmalar, espiriler, çaktırmadan müstehcen göndermeler tatlı şeylerdi de böyle yan yana gelince biraz zorlanıyorum. Sürmez bu iş ya, neyse…

 Yeşilçam usulü, oğlan rakı, kız gazoz içiyoruz. İşin gerçeği,  bu durum bana da sakil geliyor.  “Bari su içeyim.” diyorum daha az göze batar. Taşralı masum kız olmak  hoşuma gitmiyor. Çünkü okuduğum romanlar içimde ateşten bir dev oluşturdu.  O dev ne zaman alevlerini püskürtmeye başlar bilinmez.

“Muhafazakâr sosyal yaşam, nargile kafeleri dışında pek bir şey üretemedi. Rakının yerine çayı koydu, ama dil rakı dili. Şampanya yerine gazoz patlatıldı ya, zirve orası bence.  Sahada olmak istiyor, ama  kültür geliştiremiyor.” diyorum.

Böyle akıllı akıllı eleştiriler yapmaya başlayınca henüz karanlığa gömülmeyen kıyıdaki yosunlarla aynı renk gözleri, yeşil bir ışık gibi parlamaya başlıyor.

 “İç bir yudum, günahı benim olsun.” deyiveriyor fısıltıyla.

 Bu sefer tersim tutuyor: “Nedir bu, içki dışında bir olayınız var mı sizin? Aman da bir içtik, bir içtik… dışında pek de bir şey yapmıyorsunuz. Sabah kalkıp akşam çok içtiğinizden, öğleden sonra akşam nerde ne içeceğinizden başka muhabbetiniz yok be! Kalkıp beni mi aşağılayacaksın? Benim en azından sağlam bir gerekçem var: Günah! Sen niye içiyorsun? Gerekçen ne? Aydın mı oluyorsun içki içince? Rahatlıyor musun? Kutsal acıların mı diniyor?”

Şaşkın bir sükunetle rakısından bir yudum alıyor:

“ Mesele fazlasıyla  sınıfsal be güzelim. Yoksulluk, adaletsizlik dışındaki konular, yaşam biçimlerinin uygunsuzluğu, seküler hayatlar, muhafazakarlık… Bunlar  tâli konular. Bize sunulan ‘mahalle baskısı, ötekileştirme’ gibi kavramları çok da ciddiye almıyorum ben …” derken, pupa yelken dumanını savurta savurta karideslerimiz masadaki yerini alıyordu. Burnuma öyle bir karides kokusu geldi ki, beni alıp çok uzaklara götürdü bu koku. Tam o anda, konuşmanın kaldığı yerden kalkıp masayı örten mavi pötikareli örtüyü üstüme üniforma yaptım ve oraya, “Can Konserve”ye gidiverdim.  Hafızamdaki karides kokusu öylesine güçlüydü ki, o mini minnacık kayık güvece bindirip uçuruvermişti beni yirmi sene önceye. Hakan’ın konuşmasının, “Yoksulluk…” diye kesildiği yerdeydim şimdi.  “Kokuların öyle bir inandırıcılığı vardır ki, sözlerden, gözle görmekten, duygudan, iradeden daha güçlüdür. Savılıp atılamaz bu inandırıcılık, soluduğumuz  havanın ciğerlerimize işleyişi gibi o da içimize işler, doldurur bizi, hepten ele geçirir, çaresi yoktur.” diyordu Patrick Süskind “Koku”da. –Ne muhteşem bir eser- Gerçekten de öyleydi, ciğerimi dolduran hava gibi gerçekti.  Sırtımda pötikareli önlük, saçlarım sımsıkı örülmüş ve boneyle kapatılmış, plastik bir kasanın önünde kıpır kıpır zıplayıp duran karideslerin önünde durdum.

 Fabrikadaki ilk işim ölü karidesleri ayıklamaktı. Çok şişman beyaz bir adam terlediğinde bakterilerle mayalanmış yağ tabakası nasıl kokarsa burası da öyle kokardı işte. Yüzlerce yağlı adamla dolu havasız bir trende kalmış gibi hissederdim kendimi. Derin bir nefes alıp bir daha burnumu hiç açmadan akşama kadar ölü karidesleri ayıklıyordum. Diri karidesler kaynar kazana atılıyor, “ciiiyyk” diye bağrışarak haşlanıyorlardı. Öyle bir ses gerçekten çıkıyor muydu yoksa hayal gücüm mü çığlık atıyordu bilmiyorum.  Haşlanmış karidesler, dönen bantta ilerliyor, başka kasalara konup kabukları soyulmak üzere başka bir yere taşınıyordu. Mavi pötikare önlüklü başka kadınlar kabukları soyuyor ve birer kiloluk paketler vakumlanıp buzhaneye kaldırılıyorlardı. Henüz yaşım tutmadığı için ölü karides ayıklama işinde kaçak işçiydim.  Ölü karides ayıklamak çok da itibarlı bir iş sayılmazdı. Zaten çocuk işçi olduğumdan yetişkinler kadar çalışsam da yevmiyenin yarısı veriliyordu. Oysa, yetişkinler gibi haşlanmış karideslerin kabuklarını ayıklama işini pekâlâ yapabilirdim. Orda kilo başına hesaplanıyordu yevmiyeler. Günün sonunda, büyük tartışmalarla ayıklanan karidesler tartılıyor ve herkesin parmaklarının gücü fiyatını belirliyordu. Çok adil bir yöntemdi bence. Ama insani değildi. Çünkü üç lira fazla alabilmek için ne öğle tatili, ne kahve molası, ne mesai saati dinliyordu orda çalışanlar. Sabahın kör kırağısında önündeki böceklere bir yamulan bir daha akşam ortalık karardıktan sonra başını kaldırabiliyordu. Yine de bu yarışma ortamı, rekabet, üç kuruş fazla kazanma ihtimali herkesin olmak istediği yer haline getiriyordu orayı.

İşte bu sakallı böceklerle ilk kez öyle bir rekabet ortamında karşılaşmıştım. Nihayet ustabaşını benim de kabuk soyabileceğime inandırmış ve kilo hesabı karides soymaya geçmiştim ki Maliye’den teftişe geldiler. Birden bir kargaşa, telaşe oldu. Beni ve Nermin’i buzhaneye kapattılar. Yaşımız küçük olduğu için yakalanmamız durumunda fabrikaya büyük cezalar kesilecekti. İlk önce korkudan, zamanla soğuktan tir tir titremeye başladık buzhanede. Öyle titriyorduk ki, bacaklarımız birbirine çarpıp dolanıyor, dişlerimizin zangırtısından kelimeler boğazımızda boğulup yok oluyordu. Önce üstümüz buharlandı, sonra o buhar damlacıkları kristalleşerek buz tabakasına dönüştü.  En son, Nermin’in dudaklarının morardığını, gözlerinin akının buz tuttuğunu hatırlıyorum. Sonra bayılmışız.

Gözlerimi açtığımda, daima karides ayıklama birincisi olan anneciğimin romotoid artritli büzüşük parmaklarıyla saçlarımı okşamaya çalıştığını gördüm. Sıcacık göz yaşları yanağıma damlaya damlaya bütün buzlarımı çözmüştü anlaşılan. Karnını titrete titrete yükselip fakirliğe ve çaresizliğe direnen,  gözlerinden dökülerek  bütün buzları eriten ateşten bir ağlayışın gözyaşlarıydı yüzüme dökülen… Bir direniş şiiriydi…

Mavi pötikareli masa örtüsünün üstünde minik iki kayık güvece döndüğümde parmaklarım büzüşmüş, gözlerime tomurcuklar üşüşmüştü. Karides kokusu, hâlâ buz tutmuş kaçak bir işçi çocuktu benim için. “Yok, yiyemeyeceğim ben karides.” dedim.

Dalga durdu, şarkı sustu.

Karides güveç

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

4 Yorum

  1. “Fabrikada tütün sarar, sanki kendi içer gibi” kısmı, öykünün sürprizli sonuna cuk oturmuş bir öncül gibi. Elinize ve kaleminize sağlık.

  2. 10 Şubat 2021, 11:43

    Cok guzel..

  3. çok çok iyi

  4. Gerçekten çok etkilendim, kaleminize sağlık.

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!