Ergun Türkcan yazdı…
DARBE İÇİNDE DARBE, 9-12 MART 1971
Bu iki darbenin yani 9 Mart ile 12 Mart 1971’in farkı, teorik alt-yapısı ve temel özelliği, birincisinin eski usul kendi başına karar veren bir kısım, çeşitli rütbeden, ama genelde genç subaylar yani bir junta tarafından planlanıp, gerçekleştirilmesi iken, ötekisinin TSK’nın emir-komutası içinde yapılmasıdır. Bunun üzerinde kısaca durmak ve farkı göstermek istedim. Son başarısız (9 Mart) darbe teşebbüsünde bazı sivil elemanlar da vardır; kayda geçmek gerekir.
Türkiye’de darbeler ve darbe teşebbüsleri, genelde milli bir çizgidedir. Sadece, 9 Mart 1971 ilk kez sol bir darbe denemesi yapılmış ve başarısızlığa uğramıştır. 27 Mayıs’ı yapan genç subayların gerçek bir sol literatürü yani Marxist-Leninist bir komünist devrimin dinamiklerini tanıma imkanları yoktu; sadece devletçi, kamucu, milli bir çizgiye, bir yerlerden duydukları iktisadi kalkınmayı hızlandıran bir araç olarak planlamayı da ilave etmişler, böylece radikal bir Kemalist çizgiye gelmişlerdi, ama bazıları kendini hala sosyalist sanıyordu. Batı sosyal-demokrasi kavramı, uygulaması henüz Türk siyasi hayatına girmemişti; Karaosmanoğlu’nun hatıralarından:
“Muzaffer Özdağ, bana, “Sosyalizmin en iyi sistem olduğunu ispat edebilir misin?”, dedi. “Edemem, ancak, sosyalizm ile birlikte sözü edilen bazı ahlaki değerlerin, fırsat eşitliği, sosyal adalet, adil gelir dağılımı gibi bazı değerlerin önemine inanırım”, dedim. İkinci soru, “siz Yüksek Planlama Kurulu’nu hükümetin altına koymuşsunuz, böyle şey mi olur? Hükümetin üstünde olması lazım. Biz size bir sürü yetki vermek istiyoruz, siz bundan kaçıyorsunuz; halbuki planlama yapmalı, söylemeli, Hükümet de Planlamanın dediklerini uygulamalı”, dedi. “O zaman Yüksek Planlama Kurulu hükümet olur. Hükümetin de ne olacağını bilemem, onun için Hükümetin altına koyduk”, dedim; toplantı da o şekilde bitti.”[1]

Türkiye’de devrimci, ilerici, Kemalist ve hatta Marksist gençlerin ve tabii ordu kademelerinin de etkileneceği çok önemli bir kitap yayınlandı: Doğan Avcıoğlu’nun, Türkiye’nin Düzeni[2] 1968 kitabıdır. Avcıoğlu, Doğan Nadi Ödülünü aldığı 1969’da kitabını şöyle tanıtıyor: “Aşağı yukarı ‘nasıl kalkınacağız?’ sorunu her aydının kafasında var değil mi? Bunu kağıda dökelim dedik.” Ona göre, “Politik bağımsızlık ekonomik bağımsızlıkla tamamlanamamıştır… Cumhuriyet’in ilk yıllarında milli bir kapitalizm kurularak ekonomik bağımsızlık sağlanmağa çalışılmış, fakat daha sonra yeniden “Tanzimat Batıcılığı”na dönülerek sömürü düzeni kurulmuştur. “Amerikan tipi” kalkınma modeli ise köksüz bir “paketleme” ve “montaj” gösterisinden ibaret kalmıştır…Çözümü “devletçi bir sosyalist ekonomidir”.
Bu büyük kitabın ses getirmemesi, başta ODTÜ, Mülkiye ve Harbiye öğrencilerini, tabii ki, tüm ilerici kamuoyunu etkilememesi mümkün değildi. Böylece, eski 27 Mayısçı kadroların önderliğinde, yarı-sivil bir darbe teşebbüsü yapıldı; buna 9 Mart 1971 darbesi denecektir. [3]
“Avcıoğlu “Türkiye’nin Düzeni” adlı yapıtında daha çok askerlerin anlayabileceği ve kabul edebileceği bir üslupla Türkiye’nin neden kapitalist bir yoldan kalkınamayacağını, Atatürk’ün çağdaş uygarlık hedefine ulaşmak için ülkenin neden kapitalist olmayan bir yola sokulması gerektiğini…açıklamıştı. (yine kendi yönettiği) Devrim dergisinde ise “cici demokrasi” olarak adlandırdığı parlamenter rejimin egemen sınıfların iktidarını pekiştiren bir oyun olduğunu… vurgulamış ve askeri darbenin bir devrime dönüşebilmesi için takip etmesi gereken programı somut biçimde ortaya koymuştu…cuntanın askeri lideri Madanoğlu’ysa fikri lideri Avcıoğlu idi. Milli İstihbarat Teşkilatı, ajan Mahir Kaynak’ı içine soktuğu juntayı neredeyse başından beri takip ve kontrol ediyordu. Cunta ise içinde bir MİT ajanının olduğunu Sovyet istihbarat örgütü KGB aracılığıyla haber aldı. Sonrasında koordinasyonunu KKK Plan ve Prensipler Daire Başkanı Tümg. Celil Gürkan’ın yürüttüğü junta…ne Gürler ne de Batur “düğmeye basma” insiyatifini üstlenmeyince 9 Mart 1971’de gerçekleştirilmesi planlanan hükümet darbesi akamete uğradı. Üç gün sonra…bir muhtırayla Demirel Hükümeti devrildi”. İşte ayrıntılar:
1971 YILI YENİ BİR DÖNEMİN BAŞLANGICIDIR
Ama karşı-devrim hazırlıkları da çoktan başlamıştı. Usta gazetecilerin kaleminden 1971 Yılı:[4] “27 Ocak 1971 Ankara: Ordunun komuta kademesi 27 Ocak günü bir araya geldiğinde artık herkes gündemde ne olduğunu biliyordu. Gündemde darbe vardı. Genkur. Bşk. Tağmaç toplantıyı açtı ve kimseye söz vermeden kendi görüşünü söyledi: Orduyu hiç karıştırmadan düğümü çözmek istiyordu. Ordu uyarıyı yapacak, Cumhurbaşkanı da yeni bir Başbakan atayıp, Hükümeti değiştirecekti… Buna karşı çıkan Gürler-Batur ikilisi ise ordu tamamen devreye girmezse bunun uygulanamayacağı görüşündeydi. Yalnız Hükümet değil Meclis de değiştirilmeliydi. Çare uyarı değil, müdahaleydi.”

“12 Şubat 1971, Bursa: 12 Mart’a bir ay kala Başbakan Demirel, darbenin soğuk yüzüyle ilk defa karşılaştı. O gün Bursa’da Tofaş Fabrikasının açılış töreni vardı. Bursa’da yaşanacak gerginliğin temelleri yolda atıldı…bir dana yüzünden…halk dana kurban etmek istiyor ama Demirel’e, Sunay ve diğerlerini görünce, bu değil diye bekliyorlar…Çelik Palas’taki öğle yemeğinde suratlar asık…Cumhurbaşkanı ve komutanlar Başbakan’ın yemeğinde aniden ‘sis basıyor’ diye, yemeği terk edip Eskişehir’e gidiyorlar. Demirel kuşkulanıp Meteorolojiye sis olup olmadığını soruyor; sis yok. Bunun üzerine Eskişehir’e haber uçurulup komutanlar izleniyor. 1971 Türkiye’sinde Başbakan Cumhurbaşkanı ve komutanları izletiyor. Sunay Eskişehir Hava Üssünde komutanlarla darbe toplantısındaydı…Demirel olup biteni izliyor, biliyor ama bir şey yapamıyordu. Ülkenin tek ordusu vardı, o da artık kendi emrinde değildi. Dinamitin patlamasına pek az zaman kalmıştı.”
“MART KAPIDAN BAKTIRIR, DARBE DARBEYİ ARATIR” DEDİRTEN 1971 MARTI’I[5]
“4 Mart günü Başkent Ankara tarihinde görülmedik bir insan avıyla uyandı…Aranan o gün sabaha karşı, Balgat’taki Hava Üssünden kaçırılan 4 Amerikalı havacıydı. Bunu Türk Halk Kurtuluş Ordusu gerçekleştirmiş, karşılığında 400 bin dolar fidye ve tüm devrimcilerin salı- verilmesini istiyorlardı. Bunların lideri Deniz Gezmiş’ti. Bu örgütün karargahı sayılan ODTÜ güvenlik güçleri tarafından sarıldı. Prof. Erdal İnönü’nün Rektör olduğu ODTÜ’de 5 Mart çatışması tam 9 saat sürdü, 3 ölü 26 yaralı ve üniversite stadyumunda 200 öğrenci gözaltına alındı ama ne Deniz Gezmiş ne de Amerikalılar bulunabildi…Ülkeyi ayağa kaldıran 3 günün sonunda havacılar salıverildi…bitkin ama mutlu görünüyorlardı.”

“Tağmaç 7 Mart günü tüm kuvvet ve ordu komutanlarını Ankara’da toplantıya çağırdı. Acaba Genkur Bşk. Tağmaç iki komutanı tarafından bir darbe yapılacağını öğrenmiş miydi? Cunta acilen görüşme kararı aldı ve telaşla o gece eski CHP milletvekili Fakih Özfakih’in evinde toplandı…Faruk Gürler’in korkaklığı ve düğmeye basmayışı münakaşa konusu oldu…Celil Gürkan (KKK Plan-Prensipler Başk.) ‘Faruk Gürler Allah mı ki, her hareketinizi…ona endeksliyorsunuz. Eğer siz Faruk Gürler engelini aşamayacaksanız bana izin verin…kendisini vurayım.’ Bu teklif her şeyi değiştirdi.” Çünkü içlerinden bir başka korgeneral, Atıf Erçıkan bu konuşmaları banda alıyordu ve bunları Gürler’e dinletti…o da çaresizlik içinde gitti, Memduh Tağmaç’ın kucağına oturdu.
“İşte bu havada 9 Mart akşamı, Hava Kuvvetleri Karargahında Gürler ve Batur’un katıldığı darbe zirvesi düzenlendi…Batur ev sahibi sıfatıyla ilk konuşmayı yaptı: Gürler’e hitaben, Paşam hazırlıklar tamam. Bir müdahale halinde zatı âliniz Devlet Başkanı olacaksınız. Ben de Başbakanlık görevini üstleneceğim. (Tümg. Celil Gürken Başbakan Yrd.)…siz nihai kararı verin…Artık her şey Gürler’in iki dudağı arasındaydı…Ancak Gürler ürkekti…belki harekatın başarı şansını düşük görüyor, belki de kurmaylardan gelecek bir ihanetten ya da ihtilalin bir sol darbeye dönüşmesinden korkuyordu…Faruk Paşa orada, ‘Emrediyorum, bu hareketleri durduracaksınız’ dedi. Çünkü yarın Genişletilmiş Komuta Konseyi var…Her şey orada bitti…dağ fare doğurmuştu. Batur Gürler’i uğurlarken kapıda işaret bekleyen subaylar yanlarındaki harekat planlarıyla dona kaldılar. Bomba ellerinde patlamıştı.”
Emin Değer, MSB Hukuk Müşaviri anlatıyor: “Saat 11 sıralarında, 9 Mart, 28. Tümenden bir muhabere binbaşısı telefon etti, “sizi görmem lazım” dedi, buyur dedim, anlattı. ‘Bize biraz evvel alarm verildi DEV-KUR (Devleti Kurtarma Planı) diye bir plan var; bu NATO Planıdır. Bütün NATO ülkelerinde devlet içten veya dıştan her hangi bir tehlikeyle karşılaştığı zaman, özellikle sosyal planda sol içerikli bir darbe hareketi veya girişimi karşısında plan yürürlüğe girer. Haberiniz olsun.” Darbeciler bunun Gürler’e karşı bir plan olduğunu düşünerek onun emir subayının evine gittiler…O da çok önemli olduğu için gece yarısı, saat 2.00 gibi Gürler’i uyandırmış. Gürler telefona gelmiş: ‘telaşa kapılma, alarmı ben verdim” demiş. ‘Sol bir darbe gelecekti, onun için verdim.’ 9 Mart dosyası böyle kapandı.”

10 Mart 1971: Demirel birkaç yüz metre ötede kendisini devirmek için yapılan toplantılarda haber alıyor, ancak bir şey yapamıyordu. Şimdilik kurtulmuştu, ama gerçek askeri bir darbe, emir-komuta düzeni içinde hızla planlanıyordu. Hürriyet’ten Cüneyt Arcayürek, aynı gün: “En Tehlikeli Yol” başlıklı haberiyle ‘bunu yapamazsınız, Anayasa’ya göre suçtur’, diye darbeyi ifşa ediyordu. Fakat asıl darbeden haberi yoksa bile seziyordu. Demirel onu çağırmış o günkü yazısını kast ederek, ‘yok böyle bir şey’ dedi. ‘Sizi yanıltıyorlar, efendim, dedim’ mektup mu, muhtıra mı, nedir onu bilemiyorum, ama böyle bir şey olacak.’
Bu konuşma sırasına, Genelkurmay Karargahı’nda toplanan üç kuvvetten 26 üst düzeydeki generaller Başbakanı devirecek formülü arıyorlardı. Bu 26 general arasından, (K. Evren, B. Ulusu, T. Sunalp, Faik Türün, İrfan Özaydınlı vb) sonraları aşina olacağımız pek çok isim vardı: içlerinden 7 kuvvet komutanı, 2 genelkurmay başkanı, 2 siyasi parti lideri, 1 bakan, 1 başbakan ve bir de cumhurbaşkanı çıkacaktı. Bu 6 saatlik toplantıdan sonra…kafalarda hiçbir soru işareti kalmamıştı: Ordu müdahaleden yanaydı. Demirel’in nasıl devrileceğine 4 yüksek komutan karar verecekti; dağıldılar.
11 Mart 1971: 17.30’da Genelkurmay’da başlayan zirvede son karar verilecekti. M. Batur, Hava KK, sadece Başbakanı devirmek değil, Meclis’ten de bazı isteklerde bulunan yarı-darbe olmasında ısrar etti; 3 saat sonunda Tağmaç daha fazla direnirse kendisinin de gidebileceğini düşündüğü için Cumhurbaşkanına da haber verelim, dedi. Bunun için MİT Müsteşarı Fuat Doğu görevlendirildi. Şimdi 4 üst general dışında darbeyi 2 kişi daha biliyordu: Sunay ve F. Doğu. Aslında MİT Müsteşarı Başbakana bağlı olduğu için ona haber vermesi gerekliydi, ama asker kökenli Tümg. Fuat Doğu’nun askerlik tarafı daha ağır basmıştı.

12 Mart 1971: Cumhurbaşkanı Sunay MİT Müsteşarını arayarak darbe haberini Demirel’e de vermesini istedi. Doğu da “efendim ben Teşkilat olarak Başbakana bağlıyım, acaba Genel Sekreteriniz veya başka biri…dedimse de, ‘hayır siz söyleyeceksiniz’ dediler. O da Başbakanı arar: ‘Cumhurbaşkanımız, zatıalinizin çekilmenizi…bir darbe oldu, kuvvet komutanlarının bunu arzu ettiklerini, söylediler.” Demirel derhal itiraz ediyor: ‘benim sağlığım yerinde, buraya seçimle geldim, ben Partimle vesaireyle konuşacağım’ diyor ve kapatıyor. Köşkü arıyor kimse çıkmıyor, ‘Meclis’e gidip güvenoyu isteyeceğim. Güvenoyu alırsam istifa etmem”’ diyor.
“Bu sırada 4 general de gece Korg. Kemal Taran’ın hazırladığı 2 sayfalık muhtıra metniyle uğraşıyorlar…Ağır bir karardı, Meclis’e ve Hükümete bir ültimatom veriyorlar, ‘istediğimizi yapmazsanız yönetime el koyacağız” diyorlardı. Uzun düşüncelerden sonra Tağmaç, ‘getirin imzalayayım’ diyor. Tuğg. Musa Öğün muhtırayı bir heyetle TRT ve Meclis’e götürürken Demirel hala Köşkü aramakla meşguldü. Saat 13 bülteninde spiker Çetin Çeki aşağıda metnini göreceğiniz kısa muhtırayı okuyor, Türkiye tüm radyolardan bunu duyuyor.”
“Başbakan Demirel soğukkanlılığını koruyor, alternatifleri tartışıyorlar: istifa etmeyip Meclis’e gitmek, güvenoyunu tazelemek ya da istifa edip Hükümeti feda etmek, karşılığında Meclis’i kurtarmak. Bakanlar Kurulu tartışmalardan sonra, yine de Meclis’e gidip oradaki reaksiyonu görmek istedi. Meclis’te Ordu tezkeresi okunmazdı ama buna itiraz çok cılız kaldı; muhtıra okundu ve hiçbir şey yokmuş gibi Meclis gündemindeki maddelere geçti; yapacak bir şey yoktu Demirel yaşamının en zor kararını orada verdi: istifa edecekti”[6] ve etti.
12 MART MUHTIRASI
Genkur. Bşk. Memduh Tağmaç, Kara K. K. Faruk Gürler, Hava K. K. Muhsin Batur, Deniz K. Komutanı Celal Eyiceoğlu’nun imzalarını taşıyan muhtıra şöyledir:
1. Parlamento ve Hükümet süregelen tutum, görüş ve icraatıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
2. Türk milletinin sinesinden çıkan silahlı kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.
3. Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği taktirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu, Türkiye Cumhuriyetinin korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize.[7]
Anlaşılacağı üzere darbenin içinde olan iki kuvvet komutanı üç gün içinde darbeyi önleyen bir pozisyona geçmesiyle, TSK bundan böyle eski tür, önüne gelenin darbe yaptığı eski dönemin bittiğini, eğer bir darbe yapılacaksa, bundan sonra sadece emir-komuta düzeninde, hiyerarşi gözetilerek yapılacağının bir kural olarak kabul edildiğini, hem kendi içindeki unsurlara hem de kamuoyuna yani anlayanlara hatırlattı. Gerçekten de 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 darbeleri bu kuralları gözetti; geleceğiz. Her darbe gibi, bu darbe de iki aylık sürelerle 1973 seçimlerine kadar sıkıyönetim ilan edecektir.

Darbelerin arkasından muhakkak iki süreç başlar: Mahkemeler ve Anayasa değişiklikleri: Ayrıca mahkemelere iş çıkaran pek çok da neden vardır: 4-5 Mart’ta Amerikalı havacıların kaçırılmasının arkasından, 17 Mayıs’ta Mahir Çayan’ın önderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırarak, arkadaşları bırakılmadığı takdirde onu öldüreceklerini bildirdiler. 23 Mayıs’ta İstanbul’da sokağa çıkma yasağı kondu, ama aynı gün Elrom Nişantaşı’nda bir evde şakağına 3 kurşun sıkılmış, ölü halde bulundu.
Bundan sonrası tam bir filmdir, nakledelim:[8] Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir 30 Mayıs’ta İstanbul Maltepe’de bir binbaşının kızını evinde rehin aldıklarında, Adıyaman Nurhak Dağında güvenlik güçleriyle çatışmaya giren Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan ölü ele geçerken, biri kaçtı, ikisi yakalandı. 1 Haziran’da Maltepe’ye baskın yapılıp Hüseyin Cevahir öldürüldü, Çayan yaralı yakalandı, kız kurtarıldı; Tekirdağ’da iki kişi daha yakalandı. 48 saat içinde yakalananların sayısı beş yüzü buldu, Balyoz Harekatı başlamıştı. İstanbul’un tartışmasız kralı artık Türün iken Türkiye’yi de Sunay-Tağmaç-Fuat Doğu üçlüsünün yönettiği bir sır değildi.
Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün’ün emriyle Temmuz başında bu işlerle hiç ilgisi olmayan pek çok gazeteci, yazar, sanatçı ve aydın, başta İlhan Selçuk, Çetin Altan, Yaşar Kemal, Yılmaz Güney, Doğan Avcıoğlu, Muammer Aksoy, İlhami Soysal, Kemal Türkler, Mehdi Zana, Bahri Savcı, Uluç Gürkan, Fakir Baykurt, Uğur Alacakaptan, Behice Boran, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Uğur Mumcu, Mümtaz Soysal, Bülent Nuri Esen, Tarık Zafer Tunaya, Fahri Aral vb gibi ünlüler de Kadıköy’deki MİT’in ünlü Ziverbey Köşkünde ‘misafir’ edilecekler, bazıları her türlü işkenceyi göreceklerdir.
Aslında bunların hukukçu olan bir kısmı, yaptıkları Anayasa’da değişiklikleri yapılırken, işe karışmasınlar diye, içeri alındılar, ama bu değişikliklerden sonra da içeride kaldılar. İşte, bunların bir kısmı hapis cezaları alırken, 16 Temmuz’da Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının, 16 Ağustos’ta Mahir Çayan ve arkadaşlarının davası görülmeye başlandı. İlk dava 9 Ekim’de Deniz ve 17 arkadaşının idam kararıyla sonuçlandı ve bunlardan üçü Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan 6 Mayıs 1972’de Ankara’da idam edildiler. Mahir Çayan ve 4 arkadaşı da 30 Kasım’da Maltepe Cezaevinden kaçarak ertesi yıl 27 Mart’ta Ünye’deki NATO Hava üssündeki 3 İngiliz teknisyenini kaçırıp, Niksar’ın Kızıltepe köyünde saklandılar. Güvenlik güçleriyle yapılan çatışmalarda Çayan dahil 10 eylemci ve İngilizler öldürülürken, sadece Ertuğrul Kürkçü yaralı ele geçirildi. Burada çoğu ODTÜ ve Mülkiye öğrencisi olan bu solcuların eylemlerini anlatacak fazla yerimiz yok, çoğu bilinen olaylardır.
NİHAT ERİM’İN ‘TUHAF’ HÜKÜMETİ KURULUYOR VE DAĞILIYOR
Demirel’in istifasından sonra Kocaeli Senatörü Nihat Erim CHP’den istifa ederek hükümeti kurmayı üstlendi ve Meclis dışından 11 kişiyle, 26 Mart 1971’de ‘tuhaf’ bir hükümet kurdu, 7 Nisan’da 321 oyla güvenoyu aldı. Solcu mu faşist mi olduğu belli olmayan teknokratik veya o zaman söylendiği gibi içinde bir Beyin Takımı olan hükümet 11 Aralık 1971’de bağımsız giren On Birlerin istifasıyla dağılacaktır. Kabinenin yapısı şöyleydi:
Adalet Partisi’nden beş bakan-Doğan Kitaplı (Devlet), Cahit Karakaş (Bayındırlık), Haydar Özalp (Gümrük), Erol Akçıl (Turizm) ve Sezai Ergun (Spor); Cumhuriyet Halk Partisi’nden üç bakan-Sadi Koçaş (Başbakan Yardımcısı), İsmail Arar (Adalet) ve İhsan Topaloğlu (Enerji ve Tabii Kaynaklar)-, Milliyetçi Güven Partisi’nden Ferit Melen (Savunma). Demokratik Parti hükümete girmeyi kabul etmemişti.
Diğer bakanlar dışarından alınmıştı yani On Birler: Dr. Atilla Karaosmanoğlu (Ekonomik İşlerden Sorumlu Başbakan Yardımcısı), Mehmet Özgüneş (Devlet), Osman Olcay (Dış İşleri), Dr. Türkan Akyol[9] (Sağlık), Orhan Dikmen (Tarım), Haluk Arık (Ulaştırma), Atilla Sav (Çalışma), Selahattin Babüroğlu (İmar ve İskân), Dr. Cevdet Aykan (Köy İşleri), Talat Halman (Kültür), Özer Derbil (Dış Ticaret),.
Erim, Dr. Atilla Karaosmanoğlu ile Sanayi ve Ticaret Bakanı Ayhan Çilingiroğlu’nu, Dünya Bankası’ndan; 1960’ta Devlet Planlama Teşkilatı’nın ilk kurucu Müsteşarı eski Kurmay Albay Şinasi Orel’i (Milli Eğitim Bakanı) de dışarıdan kabineye dahil etti. Fakat Erim, parlamentodan tam destek alabilmek için, bu 11 reformcunun yanı sıra Ferit Melen ve 1960’ların başındaki koalisyon hükümetlerinde reformları engelleyen Sait Naci Ergin gibi tutucu kişileri de kabineye almak zorunda kaldı.
CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit de partisinden güvenoyu çıkınca görevinden istifa etti. Aslında bu bir sıkıyönetim hükümetiydi. Oysa On Birler Hükümette ciddi bir reform sürecini gerçekleştirecekleri sanısıyla katılmışlar ve yanılmışlardı: 3 Aralık’ta 11 bakan “kalkınma hamlesini ve reformları Atatürkçü bir görüşle gerçekleştirme olanağı kalmadığından” istifa etti;[10] Erim de Sunay’a istifasını sundu.
Ancak Sunay 5 Aralık’ta hükümeti kurma görevini yeniden Erim’e verdi; 11 Aralık 1971’de açıklanan 2. Erim Hükümetinde AP’den 7, CHP’den 4, MGP’den 1 üye varken Kabinenin yine yarısı dışarıdan gelenlerden oluşuyordu. Bu hükümet de 22 Aralık’ta 45 red, 3 çekimsere rağmen 301 oyla güvenoyu alacak, ama yüksek enflasyon ve içindeki çekişmeler nedeniyle 17 Nisan 1972’de Erim istifa edecektir.

YÜKSEK ÖĞRETİM SİSTEMİ
Bu ‘tuhaf’ hükümetler zamanında yapılan faydalı işler de olmuştur; uzun zamandır, yaklaşık 40 yıl, 1933’ten beri el atılmamış olan üniversite sistemi de yeniden düzenlenmiştir.[11]
1961 Anayasası, ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın plana bağlanacağı ilkesini getirmiş ve planlı döneme geçilmişse de, üniversiteler bu plan ve programa uymayı gerekli görmemişlerdir…Nüfusun artması, ilk ve orta öğretimde okullaşma oranlarının yükselmesiyle yüksek öğretime de talep artmış ve üniversite sistemi bunu karşılayacak bir genişlemeye imkan vermeyince, paralı özel okullar sistemi ortaya çıkmıştır. Diş hekimliğinden mühendisliğe değin birçok yüksekokul, paralı diplomayla niteliksiz mezun verdiği gibi devlet üniversitelerindeki sınırlı öğretim kadrosu için ayrı bir yük oluşturup, her iki tarafta verimlerinin düşmesine yol açıyordu.
25.08.1971 tarihinde kabul edilen 1472 sayılı ‘Özel Yüksekokul Öğrencilerinin Öğrenimlerine Devam Edebilmeleri İçin Açılacak Resmi Yüksekokullar Hakkında Kanun’ ile, İzmir’deki özel yüksekokullar Ege Üniversitesi’ne; Ankara, İstanbul, Adana ve Eskişehir’de bulunanlar da bu şehirlerdeki iktisadi ve ticari ilimler akademilerine bağlanmışlardır; 6 akademi ve Ege’ye bağlanan yüksek okulların sayısı 37’dir. Böylece, bu akademilerin 1982’deki YÖK reformunda üniversite olmalarının zemini de hazırlanmıştır. Özel yabancı yüksekokul statüsündeki Robert Kolej ise 9 Eylül 1971 tarih ve 1487 sayılı kanunla Boğaziçi Üniversitesi adını alarak Türkiye’de İngilizce öğretim yapan ikinci devlet üniversitesi haline getirilmiştir.
12 Mart 1971 darbesiyle gelen 1971 anayasa değişikliğiyle 1961 Anayasası’nın 120. maddesi ve yorumu şöyledir:
- Üniversiteler, ancak devlet eliyle ve kanunla kurulur. Üniversiteler, özerkliğe sahip kamu tüzelkişileridir. Üniversite özerkliği, bu maddede belirtilen hükümler içinde uygulanır ve bu özerklik, üniversite binalarında ve eklerinde suçların ve suçluların kovuşturulmasına engel olmaz.
- Üniversiteler, devletin gözetimi ve denetimi altında, kendileri tarafından seçilen organları eliyle yönetilir. Özel kanuna göre kurulan devlet üniversiteleri hakkındaki hükümler saklıdır.
- Üniversite organları, öğretim üyeleri ve yardımcıları, üniversite dışındaki makamlarca, her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlar. Son fıkra hükümleri saklıdır.
- Üniversite öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe araştırma ve yayında bulunabilirler.
“Cumhuriyetin ilk üniversite reformundan 40 yıl sonra, Üçüncü Beş Yıllık Plan’ın ilk yılında, yeni bir reform daha gerçekleşti; 1971’de yapılan anayasa değişiklikleri de üniversite sisteminde yeni bir düzenlemeyi gerekli kılıyordu. 1750 sayılı yeni Üniversiteler Kanunu 7. 7. 1973’te; üniversite personeline ayrıcalıklı haklar tanıyan 1765 sayılı Üniversite Personel Kanunu 8. 7. 1973’te yürürlüğe girdi. Yeni kanun, fakültelerde kürsü yerine bölüm sistemine geçilmesine ve paralı öğrenime yol açtı. Bu reform, akademik özgürlükler, öğretim üyelerinin yönetime katılması gibi unsurların yanı sıra ilk kez, yüksek öğretim kurumlarının planlama ve koordinasyonunu sağlamak amacıyla, Yüksek Öğretim Kurulu’nu getirdi. Kanunun bu maddesi, üniversite özerkliğine aykırı görülerek, Anayasa Mahkemesi tarafından, Ankara Üniversitesi ve CHP’nin açtığı dava üzerine iptal edilmişti. Ancak YÖK, 1982’deki köklü üniversite reformun temel taşını oluşturacak ve bu reforma YÖK Reformu denecektir. 1750 sayılı kanunla yine, ilk kez Üniversitelerarası Kurul, Üniversite Denetim Kurulu gibi özerk organlar da ihdas edilmiştir.”
“1750’nin kabulüyle birlikte üniversite sisteminde yaygın bir genişleme başladı, 10 üniversitenin kuruluş kanunları çıkarılarak Anadolu’da yeni üniversiteler açıldı: Diyarbakır-Dicle Üniversitesi; Adana Çukurova Üniversitesi; Eskişehir-Anadolu Üniversitesi; Sivas-Cumhuriyet Üniversitesi; Malatya-İnönü Üniversitesi; Elazığ-Fırat Üniversitesi; Samsun-On Dokuz Mayıs Üniversitesi; Konya- Selçuk Üniversitesi; Bursa-Uludağ Üniversitesi; Kayseri-Erciyes Üniversitesi.”
“Böylece, üçüncü plan sonunda Türkiye’de, 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu’na ve 7307 sayılı özel kanuna tabi ODTÜ olmak üzere, ikisi İngilizce öğretim yapan (ODTÜ ve Boğaziçi) toplam 19 üniversite ve bunlara bağlı 183 fakülte; 1184 ve 1438 sayılı kanunlarla kurulan 13 Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi, 7334 sayılı kanunla kurulan 6 İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi, 1172 sayılı kanunla kurulan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olmak üzere 20 akademi bulunuyordu. Yeni üniversitelerin yarısı kuruluş halindeydi. Bunlara ek olarak, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı iki yıllık meslek yüksekokulları, üç yıllık eğitim enstitüleri ve dört yıllık spor akademisinden oluşan toplam 107 yüksek öğretim kurumu ile diğer bakanlıklara bağlı 19 meslek yüksekokulu olmak üzere toplam 126 yükseköğretim kurumu daha bulunuyordu.”
ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ
Üniversiteye karşı bu liberal yaklaşıma rağmen 20 Eylül 1971’de temel hak ve özgürlüklere kısıtlamalar getiren Anayasa değişiklikleri yapıldı. Bundan sonra yapılan tüm anayasalar ve değişiklikler bir önceki hak ve özgürlükleri daraltmak içindir. Bu dönemdeki üç anayasa değişikliği konusunda, Nihat Erim’in “Türkiye Anayasası birçok Avrupa ülkesinin anayasasından daha liberal bir anayasadır. Türkiye böyle bir lüksü kaldıramaz,” diye gerekçesini de açıklamıştı, bu değişiklikler aşağıda özetlenmiştir:
- Bakanlar KurulunaKanun Hükmünde Kararname çıkartma yetkisi verildi.
- Vergi ve harçlarla ilgili Bakanlar Kurulunun yetkileri artırıldı.
- Üniversitelerin özerkliği azaltıldı; TRT’nin özerkliği kaldırıldı.
- Memurların sendika hakları kaldırıldı. Öğretim üyelerinin partilerde görev alabilmeleri yasaklandı.
- Anayasa Mahkemesindeki davalara tüm partilerin iptal davası açabilme hakkı daraltılıp yalnızca TBMM’de grubu bulunan partilerle sınırlandırıldı.
- TSK görevlileriyle ilgili hukuki işlemler Danıştay’ın yetki alanından çıkartıldı, bu işlemlerde Askerî Yüksek İdare Mahkemesi
‘TUHAF’ BİR CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ
Başbakanlık görevi vekaleten Milli Savunma Bakanı Ferit Melen’e verilecek, daha sonra o da kendi hükümetini kuracaktır: 22 Mayıs 1972. Bu hükümet de süresi dolan Cevdet Sunay’ın yerine TSK’nın adayı Faruk Gürler’i seçmeyip, partilerin ortak oyu ile yine bir asker E. Oramiral Fahri Korutürk’ü seçince, normal süreçle 15 Nisan 1973’te istifa etti. Bu seçim 12 Mart’ın bittiğinin veya gücünün kalmadığının göstergesidir. Hatta yukarıdaki TSK’nın “darbe doktrini” diye tanımlayabileceğimiz “emir-komuta içinde darbe yapılacaktır,” genel kuralına, “eğer sivil bir Meclis olursa, TSK istediği generali Cumhurbaşkanı yapamaz” kuralı eklenmiş oldu. Ama bu süreç ilgi çekici olduğu için bunu başka bir kaynaktan nakledelim.[12]

“1972 yılında Ağustos ayı hareketli geçmişti. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç eğer görevinde 30 Ağustos’a kadar bulunursa 1 Eylül itibari ile emekli olacaktı. Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler de bir üst mevkide olamayacağından emekli olacaktı. 12 Mart sürecinin devam ettirilmesi için bu konu komutanlar arasında hassasiyete neden oldu. Muhsin Batur, Faruk Gürler’in Genelkurmay Başkanı olması için Memduh Tağmaç’ın 30 Ağustos’tan önce emekliye ayrılması için baskı yapmaya başladı. Hava Kuvvetlerine ait jetler Genelkurmay karargahının üstünde uçtu. Sonunda Tağmaç emekliye ayrıldı ve Gürler iki yıllığına Genelkurmay Başkanı oldu. Muhsin Batur’un bu hareketteki sebebi Gürler’den sonra Genelkurmay Başkanı olma isteğidir…
Faruk Gürler’in aday olması için başlayan süreç başka bir krize neden oldu. Gürler Genelkurmay Başkanlığı’ndan ayrılınca Muhsin Batur, Genelkurmay Başkanı olmak istedi. Ancak Cevdet Sunay, teamüllerden ötürü Genelkurmay Başkanlığına kara ordusunun komutanlarından başkasının getirilemeyeceği noktasında direndi… 5 Mart’ta Gürler emekliliğini istedi ve yerine Semih Sancar Genelkurmay başkanı oldu. Ertesi gün Milli Savunma Bakanı İzmen, Gürler’in atanması için kontenjan senatörlüğünden istifa etti. 7 Mart’ta Sunay, Gürler’i kontenjan senatörü olarak atadı.
Gürler, seçileceğinden emin davranırken Demirel ve Ecevit karşıt tutumlarını yumuşatmadılar. Sunay ile yaptıkları görüşmelerde de uzlaşmadılar. İki lidere tehdit mesajları ile Gürler’in seçilmemesi üzerine 12 Mart muhtırasının son maddesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin idareyi ele alacağı söylendi. İki lider Gürler’in önünü keserek 12 Mart dönemine son verebileceklerini ve parlamentonun gücünü tekrar kuvvetlendirebileceklerini düşünerek bu fırsatı kaçırmamak arzusunda idiler…13 Mart günü TBMM’de Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu yapılacaktı…Anayasaya göre Cumhurbaşkanı seçilmek için ilk iki turda TBMM üye sayısının -milletvekili ve senatör- üçte iki çoğunluğu gerekiyordu. Bu da 423 oy demekti. Ondan sonraki turlarda ise salt çoğunluk yeterliydi. Oylamaya geçildi. İlk turda hiç bir aday çoğunluğu sağlayamadı. Süratle diğer turlara geçildi…adaylar ilk iki turdan sonra istenen salt çoğunluğu da sağlayamadılar…Gürler’in seçilemeyişi gündemde derin akisler yarattı. O gün akşama kadar bir askeri müdahale bekleyenler oldu.
CHP ve AP 12 Mart dönemine karşı attıkları bu adımla parlamentodaki güdümü tamamen kaldırmasalar da önemli bir gelişme kaydedilmiş oldu. Bundan sonra ne olacak sorusu çabuk yanıtlandı…Cevdet Sunay’ın görev süresinin uzatılması önerisini Demirel sıcak karşılamadı. ..Sunay’ın görev süresi uzatılamayınca tekrar aday arayışı başladı. Demirel, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini önerdi. Ecevit, bu durumda Cumhur-başkanlığı yetkilerinin de genişletilmesi gerekebileceğini belirterek erken genel seçim koşuluyla evet dedi.
Aday önerisi olarak CHP Anayasa Mahkemesi Başkanı Muhittin Taylan’ın ismini açıkladı. Sunay, Taylan’ı kontenjan senatörü olarak atamasını yapmayacağını açıklayınca Taylan isminden vazgeçildi. Artık dışarıdaki isimlerden vazgeçildi ve tarafsız mevcut kontenjan senatörleri arasından bir isim belirlenmesine meyledildi. Yapılan görüşmeler sonunda hem AP hem CHP, Fahri Çoker’in önerisi ile Fahri Korutürk isminde uzlaştı. Ordudan alınan nabız yoklaması da bir itiraz olmayacağı yönünde olunca iki parti Korutürk’ü aday gösterdi. Bilhassa Korutürk iki partinin de ayrı ayrı önerge vermesi halinde bu adaylığı kabul etmeyeceğini, tek önerge altında iki parti yer alırsa kabul edeceğini görüşmelerde parti temsilcilerine açıkladı. Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Ora. Fahri Korutürk, Moskova Büyükelçiliği görevinde de bulunan bir askerdi. Soyadının Atatürk tarafından bizzat verildiği biliniyordu. Siyasi çevrelerden ve ordudan sempati toplamış bir isimdi. Korutürk’ün adaylığı her ne kadar müşterek olsa da 6 Nisan günü beşinci turdan itibaren başlayan seçimler ancak 15. turda tamamlanabildi. 15. tur oylamalarına 78 vekil katılmamıştı. 365 oy alarak salt çoğunluğu saylayan Korutürk, 6. Cumhurbaşkanı oldu.”
Yeni Cumhurbaşkanı Korutürk de, Ülkeyi genel seçime götürecek olan bir tür ara hükümeti kurmak için eski Merkez Bankası Başkanı Naim Talu’yu görevlendirdi; hükümet CHP’yi dışarıda bırakan bir AP-CGP koalisyonu oldu: 15 Nisan 1973. Bu hükümet de 14 Ekim 1973 seçiminden sonra doğal olarak görevi yeni koalisyon hükümetine bırakarak, 26 Ocak 1974’de dağıldı; geleceğiz. Bu kritik seçim elli yıllık bir perspektiften bakınca, bir yerde Cumhuriyet rejiminin değişim-dönüşüm noktası sayılabilir. Bunu gelecek bölümde ele alacağız. Ama önce siyasi partilerdeki önemli gelişmeleri kısaca ele almak gerekir.
ESKİ VE YENİ SİYASİ PARTİLERDEKİ GELİŞMELER[13]
12 Mart Darbesi, Demirel’in düşüşü, sol-sağ çatışmaları, mahkemeler, idamlar vb siyasi ortamı ve tabii tüm partileri de değiştirdi. En başta CHP değişmeden nasibini aldı: 6 Mayıs 1972’deki 5. Olağanüstü Kurultayda Ecevit’in desteklediği Parti Meclisi güvenoyu alınca, İnönü 34 yıldır yürüttüğü Parti Başkanlığından istifa etti, 8 Mayıs,[14] Ecevit Genel Başkanlığa seçildi. Ecevit, Ak Günlere başlıklı seçim bildirgesiyle “hakça bir düzen”, “halk iktidarı” kavramları etrafında “insanların devlete de servete de kul olmayacakları” bir düzen öngörüyordu. Artık “ortanın solu” kavramı yerini “demokratik sola” bırakıyor, “özgün, yerli-milli”, tabii “gayri-Marksist” nitelikler ortaya çıkıyordu. Beri yandan sol kesimler de şöyle eleştiriliyordu:
“Dine bağlılığın yenileşmeye, ilerlemeye, sosyal adaletçi atılımlara engelmiş gibi görünmesinden yalnız sömürülerini sürdürebilmek için halkı karanlıkta tutmak isteyen maddiyatçı ve çıkarcı çevreler değil, o çıkarcı çevrelerin oyununa gelerek, aldatmacasına kanarak dini geleneklere, manevi değerlere bağlılığı ilericilikle bağdaşmaz sanan bazı aydınlar da sorumlu idiler. Bu sanıya kapılanlar geçmişte halkın din duygularını incittikçe, insanlık onurunu zedelemişler ve o yüzden halkı, din istismarcısı büyük çıkar çevrelerinin kucağına doğru itmişlerdir.”

İşte bu söylem, bir şekilde 1946’da, İnönü’nün Batı’ya çok partili bir seçimle açılışı gibi, CHP’nin İslami çevrelere el uzatması şeklinde yorumlanabilir; bunun büyük siyasi sonuçları olacaktır, geleceğiz.
Adalet Partisi 1960’ların sonundaki başarısını 1970’lerde yakalayamadı: 1969’da oy oranı % 46,5 iken 1973’de 29,8’e geriledi. AP tabanının bir kısmı İslami motifler işleyen MSP ve Milliyetçilik vurgusu yapan MHP’ye kaymaya başlamıştı. Partiden ayrılıp Demokratik Partiyi kuran Ferruh Bozbeyli’nin aldığı % 11,9’luk oyun çoğu da AP tabanındandı. 12 Mart darbesi kendisine karşı yapılsa da, daha sonra komünizm karşıtlığı temelinde AP ile ordu arasında bir yakınlaşma mevcuttu.
Milli Selamet Partisi, MSP, daha önce kapatılan Milli Nizam Partisi, MNP çizgisinde, 11 Ekim 1972’de kuruldu. “En genel ifade ile Anadolu’nun küçük kentlerindeki küçük burjuvaziye seslenen bir partiydi. Bu dönemde, Türkiye’nin uluslararası kapitalist sisteme eklemlenme sürecine tepki duyan Anadolu burjuvazisini temsil ediyordu. İslam’ı ya da ahlakı hızlı sanayileşmenin yükünü hafifletecek bir panzehir olarak sunuyordu…MSP’nin kitle desteği ardında kapitalist öodernleşmenin ekonomik ve kültürel sonuçlarının eleştirisi üzerine kurulan İslami söylemin popüler hale gelmesi vardı. AP tabanından oy alıyordu.” Bu kitabın yorumuna tam olarak katıldığımı söyleyemem, çünkü sanayileşmeyi en hızlı biçimde isteyen bu partinin lideri bir makine hocası olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dı. Bundan sonra çok kritik gelişmelere yol açacak İslami partilerin prototipi olacak bu siyasi oluşuma tekrar geleceğiz.

27 Mayıs’ın önemli siması Alpaslan Türkeş’in ele geçirdiği CKMP’nin değişmesiyle ortaya çıkan Milliyetçi Hareket Partisi, MHP “MHP’nin siyaset sahnesinde rol oynaması 1975’te Birinci Milliyetçi Cephe, MC’nin kurulmasıyla başlamıştır…12 Mart sonrası MHP çeşitli kitle örgütü ve kuruluşlar aracılığıyla parti stratejisini ve örgütlenmesini geliştirdi. Bu strateji “devlet, sokak ve Meclis iktidarı” olarak üç düzlemde kavranıyordu, Ülkü Ocakları Derneği, ÜOD Nisan 1974’de yeniden kuruldu ve şube sayısı 1976’da 600’e kadar çıktı. Bunun yanı sıra çok sayıda dernek ve silahlı eylem grubuna sahipti”. Bu iki İslamcı-Milliyetçi parti, 20. Yy son çeyreğinde önemli siyasi roller oynadıysa da asıl rolleri, bunların evrimlemiş halleriyle 21. yy da Cumhuriyet’in, başta laiklik tüm temel niteliklerini değiştirmeleridir; geleceğiz.
Bu arada Aleviler de Türkiye Birlik Partisi, TBP diye bir parti kurup, Mustafa Timisi’yi Meclis’e sokmayı başarsa da, bir parti olarak çok başarılı olmadı ve Aleviler daha çok CHP içinde, özellikle mahalli seçimlerde ve yönetimlerde kritik rol oynayarak siyasette kalmaya çalıştılar.
Ana partilerden yani CHP veya AP gibi, ayrılıp kurulan, örneğin Cumhuriyetçi Güven Partisi vb gelip geçici siyasi yapılara burada yer vermiyorum, yeri gelince değiniriz.
[1] E. Türkcan, (Haz.) Türkiye’de Planlamanın Yükselişi ve Çöküşü, 1960-1980, İstanbul Bilgi Ün.,2010, s 192.
[2] Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, (Dün-Bugün-Yarın), Bilgi Yayınevi, Birinci basım 1968. Bu yıl Tekin Yayınevi yeni ve açıklamalı baskısını yapmıştır.
[3] Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat, Kolektif kitap, Yordam Kitap, 2015, ss 636-7.
[4] M. Ali Birand, Can Dündar, Bülent Çaplı, 12 MART, İhtilalin Pençesinde Demokrasi, İmge Kitapevi, 1994, ss 181 ve ilerisi.
[5] Loc. Cit., ss 191 ve ilerisi.
[6] İbid., ss 193 ve ilerisi.
[7] Cumhuriyet Ansiklopedisi, 3. Cilt, 1961-1980, YKY, 2003, s 263.
[8] Cumhuriyet Ansiklopedisi, 3. Cilt, 1961-1980, YKY, 2003, s 263-4.
[9] Türkiye’nin ilk kadın Sağlık Bakanıdır.
[10] On Birlerin bundan sonra, uzun zaman, tevkif edilecekleri korkusuyla yaşadıklarını biliyorum. Karaosmanoğlu eğer hapse giderse diye, içinde şahsi eşyaları olan ufak bir bavulla dolaşıyordu; Türkiye’den bir süre sonra ayrılıp Dünya Bankası’na dönecektir.
[11] E. Türkcan, Dünya’da ve Türkiye’de BİLİM, TEKNOLOJİ VE POLİTİKA, İst. Bilgi Üni. Yayınları, 2009, ss 475-80’den yararlanılmıştır.
[12] Bu kaynak: Çağhan Sarı, 12 Mart Döneminde Cumhurbaşkanlığı Krizi, POLSAM, Politik Stratejiler Araştırma Merkezi.
[13] Bu kesimde Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat, Kolektif kitap, Yordam Kitap, 2015, ss 676 – 687 arasından yararlanılmıştır.
[14] Bu büyük devlet adamı, Kontenjan Senatörü olarak Senato’da yerini aldıktan kısa bir süre sonra 25 Aralık 1973’de aramızdan ayrılarak, Anıt-Kabir’de, Cumhuriyeti beraberce inşa ettikleri Kurucu Atatürk’ün karşısına gömüldü.