1. Haberler
  2. Analiz
  3. Kurdun yediği ayaz ya da derin çatlak

Kurdun yediği ayaz ya da derin çatlak

Onur Caymaz yazdı...

featured

O laf öyle miydi kardaş? Kurt kışı geçirir, yediği ayazı unutmaz. Öyleydi değil mi? Unutmuyorum. Almanya’dan gelen kurtarma ekibinde sarı, sakallı, yanakları pembe genç oğlan; hani görsen oğlan çocuğu dersin; yaşadığı memlekette demek hiçbir derdi yok, kalkıp gelmiş yaban ellere. Böyle işlere gönül vermiş, insan kurtarmak için onca yol… Duymuş mudur hiç Kahramanmaraş’ı, neden kahraman olduğunu bilir mi? Bilir mi kara kuşlar gibi inen akşamlarını Anadolu’nun sarı oğlan? Memleketim, diyordu Nâzım, “memleketim ne kadar geniş, dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi gelir insana, Edirne, İzmir, Trabzon, Erzurum, Maraş.” Bilmiyordur, ne bilecek kardaş!

Kime karşı kahramandır Maraş? Alman bilmez. Ola ki tarih dersinde Kurtuluş Savaşımıza kısaca değinmişlerdir, az zamanda başardığımız çok ve büyük işler! O da bir zamanlar… Belki bir de eskiden Schellendorf dedesinin, bizim Osmanlı’nın genel kurmay ikinci başkanı olduğunu bilir en fazla. Kalkmış gelmiş Maraş’a. Hesapsız adamdır bunlar. Erenlerin sağı solu belli olmaz, derdi babam. Alaman’ın da olur belki ereni. Onun Rilke, “bu dünyanın direği yok” diye bir şey yazmış mı peki, sanmam; gel gör ki Mersin çocuğu bizim Musa Eroğlu “bu dünyanın direği yok” demiş. Doğru demiş, yıkıldı dünyamız başımıza, yokmuş direği. Şairler bilir, hep bilmişlerdir.

Adı da Daniel Alaman oğlanın, benim yargıcım Tanrı demektir Daniel. Tevrat’ta, Babil sürgünündeki adamın adı. Bizim Danyal işte. Babil de zaten bir ucu kara bahtlı Anadolu’nun. Babil unutan, dağınık demek ayrıca. Dağılmış her yer, tarumar… Yargıcı önce Tanrısı olmalı insanın.

Unutmayacağım, unutmam. Yıkıntı dibine girmiş, can bulmuş orada Daniel. Kendi dilince bir şey söylüyor önce. İnsan korkunca kendi diline sarılır. Fakat fark ediyor, kurtaracağı kişi anlamaz Almanca. Ne yapacak, İngilizce deniyor: “I am here Zeynep Hanım” diyor. Kibar oğlan. Kalkıp gelmiş ya, Zeynep Hanım’ı kurtaracak. Zeynep de Arap adı. Arap kraliçesi Zennube’den gelir. Kimi de Zeyn – ab diye düşünür yani: Babasının ziyneti. Babasının biriciği. Hep öyle değil miyiz, ana babamızın biriciği: Ak koyun kuzusuna / Kan kaynar bazısına / Ne diyim de ağlayayım / Alnımın yazısına.”

Korkma Zeynep Hanım, diyor sarı oğlan. “Korkma…” Bize tanıdık laf bu kardaş he mi! “Korkma”, bu memleketin kuruluş harcı. Korkmayız biz, çünkü sönmez bu şafaklarda yüzen…

Ne diyordum. İşte, bizden birileri bu oğlanın ekiple konuşmuş, izledim. Günlerdir izlediklerimi aklım almıyor zaten. Neler gördük. Can dayanmıyor. Ağlayan, üşüyen acılı vatandaşa iyilikle yaklaşmak yerine telefonuyla oynayan mı ararsın, okçu kıyafetiyle ışıklı sahnelerde salınanlar mı? Bunlardan söz etmiyorum. Önüne nedense çocukların alındığı kürsüde (anlamadığımız bir iletişim çalışması olsa gerek), başkanlarının yanında görünmek için keklik gibi sekenler de umurumda değil… Unutmadığım şeyler çok başka.

Günlerdir soruyorum kendime: Ne yapıyoruz, ne yaşıyoruz? Biz kimiz, ne yapmışız kendimize. Allah, bu cezayı neden reva gördü bize. Ruh gibi geziyorum günlerdir. Arada karnım doyuyor, suçlu suçlu bakınıyorum etrafa; orada bir gecede sokakta aç kaldı insanım, ben nasıl doyarım! Orada ilk bir iki gün, iki tas çorba, define gibiydi. Bir şey oluyor gülüyorum, gözyaşları sonra. Çektirdiğimiz hangi resim, ölürsek son fotoğrafımız olarak kullanılacak sosyal medyada. Hangi anımız son an acaba? Gülüyorum bazen. Hayat akıyor işte. Gülüş bir kadeh buzlu rakı, sonra gözyaşları geliyor. Gözyaşları devlet alacağı derdi Hasan Hüseyin bir şiirinde.

Okul tatili de uzatıldı ya, kızım Nar ile dolaşalım, açılırız diye metroya bindik. Ben böyle dolaşalım isteyince Galib Dede’ye giderim genelde, Tünel’e. İçimi ferahlatmak için Sinan’a uğrarım ya da. O yüce Süleymaniye’nin gölgesine. Baksana yıkılmaz hiç Sinan. Düşündüm. Çünkü Sinan insan, sahtekâr değil. Kâr değil Sinan’ın derdi. Sinan otopark da var deyip daha fazla para kopartmak için binasının kolonunu kestirecek adam değil. Ama sorsan herkes, hep Osmanlı torunudur… Laf değil! Yolda giderken bir şey dedi de hoşuma gitti, saçını okşadım kızın. Gayriihtiyari. Elimi kızgın demire değdirmiş gibi geri çektim. Aklıma gelmedi, orada başka ana babaların çocukları öldü. Baktım o ara, karşı koltukta bir kadın ağlamaya başladı. İnsan çocuğuna sarılmaya utanıyor; insan, insan olduğundan utanıyor dedim kendi kendime.

Kaç gecedir, yorgunluktan utançla sızdığım uykuda, sabaha karşı üşüme geliyor, örtünüyorum. Aman diyorum sonra, ne örtünmesi, orada çadırda kalırken on binler, nasıl üşür şimdi, utanman yok mu senin adam diyor, açıyorum üstümü. Bir çavuşun omzuna başını dayamış kıza bakıp ağlıyorum. Bir jandarma, bir bebenin ufak ayacığını seviyor, ağlıyorum. Köpekler yiyormuş kimi yerlerde orada insan ölülerini, (ben bu yürek yarasını bir gece Elbistan’da görmüştüm diyordu Hasan Hüseyin), bir arkadaşla konuştum da anlattı. Bir ninem, al bu parayı diyerek yüz lira uzatıyor, “evlatlar orada duruyor, ben ne yapayım parayı” diye dayanırmış bastonuna orada… Yüzünün çizgilerine kurban olur insan, “Allah kimseyi zebil etmesin” diyor yangın dolu sesi… Çıkıyor ekrana kravatlılar, saray ahalisi, beş maaşlılar, huzur haklılar sonra, eksiklerimiz de oldu diyorlar medyalarında falan. Sevmem ben hiçbir cepheden hiçbir kravatlıyı, bunu hatırlıyorum yeniden. Kardeşlerimiz falan diyorlar… Sarayda oturanla gecekonduda oturan nasıl kardeş oluyor acaba? Nasıl demişti enkazdan çıkarılan biri: “Özel hastaneye götürmeyeceksiniz değil mi!”

Röportaj yapılmış Daniel’in Alman ekiple. Baktım bizim Alaman Hızır Daniel’in yanında bir kız. Ağlıyor. Dedim nedir? Kurtardıkları Zeynep Hanım ölmüş… Oralardan kurtarılan herkes yaşıyor sanıyoruz değil mi? Öyle yayın yapan bir grup insan da var ya. Sürekli kurtarılanları gösteriyorlar, ölenlerin üzerinde dans ederek. Efendice yas tutmayı bilmemek ne ayıp! Namusluca üzülememek. Duman olmuşuz biz. Zeynep de babasının biriciği değil mi kardaş. Ölmüş işte. Alman ekip başı konuşuyor: “Hepimiz çok üzgünüz, ekip olarak bunu atlatmaya çalışıyoruz…” Bak hele sen Alaman’a… Diyor ki kurtardığımız bir insanımız ölmüş, atlatmaya çalışıyoruz… Peki biz ne yapacağız Danyal kardaş, sen bir diyorsun; on binlerimiz, belki de yüz binlerimiz gitti, milyonumuzun hayatı dağıldı. Biz ne yapacağız?

Gömüp unutacak mıyız bu insanları? Öyledir değil mi? Ölüler, unutulur. Attilâ İlhan sorardı: “Yoksa bütün unutulanlar zaten ölmüş müdür?” Ateş düştüğü yeri yakıyor kardaş. Akşamları yine soğuk, geceler buz gibi. Dağlardan aşağı doğru tilkiler. Yer yarılıvermiş Hatay’da; zeytin ağlar, gümüş ağlar, geceleri kuytulara ay vurmuş. Antep artık daha da çok gazi. Adıyaman diyorlar, silinmiş gibi haritadan, diyorlar üzgün dudak hareketleriyle kahvelerde amcalar, dayılar. Hatay dedin he mi, Gazi Paşa hasta yatağından silahını kuşanıp da almak için, Hasan Rıza mı yazmıştı, unutun mu, Salih tuttuydu yakasından, dur paşam nereye deyu… Hatay benim şahsi meselem demişti Gazi Paşa, şimdi kimin meselesi?

Hem şu koca dünyada ölen mi çok yaşayan mı ey Danyal, ne dersin? Ölüler, daha çok kanımca. Bir yanımızda hep onlar durur. İnerken Nar ile Beyazıt’tan aşağı, ne çok mezar, ne çok türbe. Bizde ölüler, hayatın içine karışmıştır. Ama ölülerin de hesabı yok mu? Hepsinin söyleyecek iki lokma sözü, alınacak üç beş nefesi, hayata dair hevesi yok muydu bu insanların. Teşhis edilen, edilemeyen; tanınan tanınamayan; kaybolan, bulunmayan… Bir kepçeyle sürüklenip atılacak kocaman, uzun büyük toprakların altına. Bahar geliyor hem, ilerliyor yeminler. Yeniden dirilecek her şey. Akşamları bir ölü kokusu saran ıssız, batak, bitik şehirler de dirilecek… Bir savaştan çıkmış gibi. Anadolu’nun topraklarının altında böyle ne kadar çok hayalet!

Neler gördük bir haftadır. Bir genç adam, kart bulmuş enkaz altında, yıkılan binlerce evin birinden, enkazın içinde, ara yerde. Kartta şöyle yazıyor: “Baba oluyorsun yakışıklı. 19.07.2022. Salı” Yakışıklının üzerine çapkın gülücük çizmiş genç kadın. Yaşama hevesi, aşk, çoğalma isteği, bahar geliyor, ilerliyor yeminler. Biz neler görüyoruz. Duruyor öyle yazı. Gel gör ki yazan kadın toprak. Düştüğü tarihin sol yanına da kocaman kalp çizmiş, şimdi o kalp atmıyor artık… Unutulacak.

Unutma, kurdun yediği ayazdır bu! Orada, yaptırdığı AVM’si yıkılmış, bakkaldan bulgur alan adam var şimdi. Mal da yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan demişti yüce Yunus! Orada şimdi kiracısıyla ev sahibi aynı çay sırasında, çorba kuyruğunda, kimse mal sahibi değil artık. Bankalar, ancak başvururlarsa kredi borçlarını altı ay öteleyecekmiş. Ne sandın Danyal kardaş. Alaman ekipten bir adam, bakkaldan su almaya gidiyor orada, bakkal diyor ki “al, bedava bu, sen misafirsin.” Anlamıyor sarı. Niye bedava verir, diye… “Ekmek yedim su içtim / ben nasıl yadsıyayım Nurhak Dağlarının hemencecik eteğinde / o yerde toprak kına gibidir etlidir damarlıdır / sanırsın balla yoğrulmuştur kehribar üzümleri” demiş Korkmazgil. Öyle mi, hiç gitmedim… Orada can pazarı, anne kızını, kızı da annesini kurtarsınlar önce diye yalvarıyor. Orada şehrini, yurdunu, vatanını, ekmeğini terk etmemek için direnenler. Orada bir kurtarma ekibinde görevli arkadaşın yazdıklarından alıyorum bu satırları. Gördüklerini yazmış. Bir kadın, kocasının ölüsüne doğru bakıp da, kadınlar öyle bakar Anadolu’da, biraz hazin, biraz kömür, deli rüzgâr bakar, “deprem”, diyormuş, “Allah senin belanı versin deprem…” Kadınlar mütevekkil, kadınlar ırmak, kadınlar Kybele’dir. Kıbleye ne kadar benzer değil mi? Sonra hakkı ödenmez madenciler orada, can pazarında, nice can kurtarmak için. Keşke bir kere de hakkı ödenseydi onların, başka yerlerde, zamanlarda, onlar da ölmeselerdi. Bir ekmek fazladan, bir yoğurt fazladan, tereddüt etmeselerdi. Bu halkın, galiba kaderidir 1914’ten beri. Döneyim İsmet Özel’e, o söylesin: “Bütün o cür’etkâr bütün o ödlek tanıdıkların / Senelik izindeydiler / Gün gelip / Musafahayı aşk etmeye / Bulutlara dalmanın zekâtını vermeye yeltenen / Bir Âdem evlâdı çıkacak sanma / Başbaşasın / Başbaşasın 1914’ten beri şarapnelle…”

Batan bir gemi düşün kardaş, batan gemi, onca yolcu var ve filikalar. Fakat diyelim gemide sağ kalan otuz kişi var, filika da on kişi alıyor. Hadi biraz daha sıkış, on yedi olsun. On üç kişi suda. Ellerini uzatıyorlar filikaya can havliyle. Utanç var, utanç. Uzanıp tutmak istiyorlar filikayı, çekeliyorlar. Tüm kurtulanların denize düşme tehlikesi var bu kez. Ellerine vuruyorsun kürekle, yaşamak için. Filikadasın sen, şanslısın, kurtuldun. Kurtulmanın utancı var. Ben okuduğun yazıyı bu utançla, ayazda yazıyorum, sen bir imdat mektubu diye oku. Daha ilk saatlerde, halkının karşısına çıkan, o inanılmaz kızgın suratı unutmuyorum. Yıllarca derin devlet denildi bu ülkede, bu kara günde gördüm, derin millet varmış Türkiye’de… Korkmayan, hiç korkmamış Hızır gibi insanların memleketi. Evet İstanbul’dan kalkıp oraların halkında altın çok olur diye yağmaya giden puştlar da var doğru ama çok şükür insandan insana fark var.

Yüzüncü yılımıza girerken bu felaket, ah… Fakat bizim daha büyük bir fay hattımız var. Bu felaketle tümden ayyuka çıkmış, hepimizi ikiye bölen. Kızgın suratlı beyefendinin de bölünmüşlükte katkısı tam. Ama kökleri daha eski bir deprem bu. Ölülerimizin üzerinde ikilik tartışıyoruz: Afad mı Ahbap mı? Soykırım mı tehcir mi? Suriyeli mi değil mi? Solcu mu sağcı mı? Akp’li mi Chp’li mi? Devlet var mı yok mu? Elit mi halk mı? Cumhur mu millet mi (sanki anlamları farklıymış gibi.) Alevi mi Sünni mi? Bilim mi kader mi? Mazhar Fuat mı Özkan mı? Bitmiyor bu beyaz siyah kavgası. Felaketlerde bile birleşilemiyor. Fay hattıysa gri… Maraş depremi, bu çatlağı kapatmak için bize verilmiş son büyük acı olacak.

Gazi’nin cumhuriyeti, bizden özgür, kul olmayan, ümmet değil millet olan, şükürden çok hakkını arayan, kendi aklıyla aydınlanmış insanlar istemişti. Bu felaketi bize yaşatan sebepleri tartışan, suçluları takım tutmadan yargılayan; yağmacıya cezasını veren, yağdanlık vazifesi görerek değil hakikate sadık kalarak gazetecilik yapan. Fakat kimileri yine bizi bölen kırığın iki yanına doluştu. Biri diyor devlet oradaydı, öteki diyor ki değildi. Biri ona devlet düşmanı, diğeri ötekine halk düşmanı. Herkesin karşıtına benzediği bu tuhaf ortamda hakikat kaybedildi. Ama Türk milleti depremden öğrenmiştir! Bu derin kırıktan sonra kimse aynı kalamaz. Orada devlet var yok bilemem. Fakat burada ve her yerde bir büyük millet var kardaş! Mühendisi doktoru, ninesi teyzesi, çoluğu çocuğu. Kim demişti unuttum. Bu milletin bir noktası var, oraya basmayacaksın. İşte şimdi oraya basıldı. Hem de tam yüzüncü yılda.

Tüm gün TOKİ’ler yıkılmadı diye haber yapanla, hiçbir yerde devleti göremedim diye haber yapan, bu derin yarığın ortasında şimdi. Unutulmasın, not düşülsün. Daha kendi adını kullanmaktan aciz olduğu halde bir gazetede hasbelkader köşe tutmuş, tek haber yayınlamadan kendisine gazeteci sıfatı takmış bir adam çıkıp da solcular bu ülkede ahlaken kendini sorgulamalıdır bile dedi. Bu fay hattı, bana kalırsa Türk düşmanlığına kadar işi ilerletmiş solcunun da, ahlak timsali sanılan sahtekâr, tarikatçı, rantçı sağcının da utancını çatlatır. Millet olarak, bu kıl tüy torbalarına aldırmadan, buradan birlikte çıkmaya mecburuz. Hep birlikte. Birbirimizi kaybetmeden. Yeni bir yol bulacağız. En güzel dünyaları yıkmayacağız ellerimizle. Çünkü, bizim buradan başka gidecek yerimiz yok kardaş!

Türk milleti, gücünü yeniden keşfetti. Ta 1919’dan, Kuvayi Milliye’den kalan gücünü. Türkler artık devletin ne olduğunu öğrenmek için yeniden Şeyh Edebali’ye bakabilir, Devlet Ana’yı yeniden okuyabilir. Tek kişinin her şey olmadığını; hükümetlerin devleti yöneten geçici bir aygıt; devletin kadim, büyük bir organizasyon; vatanınsa kutsal olduğunu yeniden anlayabilir. Nâzım ile başladım, öyle bitireyim. Çünkü Türk milleti toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çoktur; artık korkak değil, cahil değil, cesur, hakim ve hâlâ çocuktur. (Çocuk tabii ya, enkazdan ağzında sigarayla çıkan dayıyı nasıl unuturum, ona bin selam…) Bundan sonra yalnız onların maceraları yazılacaktır.

Ötekiler mi? Yesinler birbirlerini!

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

14 Yorum

  1. Nihat agabey; bu kardaşımı iyi tut. Ondaki ışık çok aydınlıktır.
    varolasın Onur kardaş, kalemine sağlık.

    Cevapla
  2. 24 Şubat 2023, 08:35

    Ah yuregimin taa icine dokundunuz. Her seye ragmen iyilesecegiz.

    Cevapla
  3. 18 Şubat 2023, 03:45

    Attila İlhan’ın ceketinden çıkmış gerçek bir aydındır Onur Caymaz. Türk edebiyatı için bir umuttur, emekçi halkın sesidir.

  4. ” Mümkün olduğunca çok insanlık üstlenmek: Doğru formül budur.” André Gide

  5. İsmet Özel’e katılmıyorum. Biz 1914 ten beri değil, 1938 den beri kaderimizle baş başa kaldık…

  6. Sayın Caymaz, sağolun, varolun, sağlıcakla kalın.

  7. Sanki benim içimi dökmüşsün be gardaş! O güzel ellerin, güzel yüreğin dert görmesin, soylu ışığın sönmesin..

  8. 17 Şubat 2023, 09:53

    Kalemine ve aklınıza sağlık. Bir yazı bu kadar mı güzel olur. Şiir gibi

  9. Her kelimesi ayrı gerçek ve anlamlı maalesef 🙏🏼 kaleminize sağlık çok güzel yazmışsınız

    • Su gibi akıyor sözcüklerin…
      Rüzgar üflüyor kulağına Caymaz…
      Sanki vahiy gibi bizler pür dikkat…
      Ama bir itirazı var şu garip bencileyinin:
      Mustafa Kemal’den sonra yaşadıklarımız ortada iken bize Mustafa Kemaller gerek derken
      TEK ADAM eleştirileri biraz haksız değil mi?

      Cevapla
  10. Samimiyetinden zerre şüphe etmiyorum koca yürekli insan…amaa kavga istemiyorum cok yorulduk,ocu bucu degil herkes işini iyi yapsin..gönlüne, kalemine,yüreğine saglik hocam.

  11. Muhteşem bir yazı. Yüreğinize sağlık

  12. 17 Şubat 2023, 07:33

    İki şey ancak ölümle unutulurmuş bir anamızın bir de şehrimizin yüzü. Zeytine ve defneye and olsun Musa Dağının çocukları unutmayacak bu kara günde kaplerinde açılan deprem çatlakların.

  13. Hocam en ufak suçu olanlar için kanun çıksın bu işi istiklal mahkemeleri yapar. Soyadları yıkıcı, ocaksöndürür, evyıkar , olsunki dünya aleme ibret olsun

Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!