Jale Ak yazdı…
Ne zaman kim düzenledi gönül bahçemizin peyzajını? On para etmez dolambaçlı yolların içine kim ekti bu kokusuz çiçekleri? Rengârenk ve ışıltılı halleriyle reklam panolarını andıran bu düzen ve sözde intizam, sanki yürümemiz gereken yolda keyfimize kâhya kesilmiş. Özler olduk içimizdeki uçsuz bucaksız kırları. Nefesimiz yettiğince koşup oynamayı, coşmayı. Neşesini, heyecanını öldürüyor insanın bunca ölü kütüğün, bunca betonun, bunca kokuşmuş toprağın içinde, kokusuz, çiçekler. Ve bir de üzerlerinde koskoca tabelalar. Kopartma! Basma! Yasak! Girilmez! Yüreğimin sıradağları gençler oysa, coğrafya gereği. Devrimleri on şiddetinde deprem, kokusu toprağına sinmiş mis kokan kır çiçekleri.
Hani İngiliz klasiklerinde hizmetçi hep Fransız’dır, Fransız klasiklerindeyse tam tersi. Hizmetin yalakalık boyutuna varan hali vardır bir de hani, Seksen Günde Devri Âlem romanındaki Paspartu karakteri gibi. Kraldan çok kralcı. Shakespeare’in XVII yy. ’da yazdığı On İkinci Gece adlı komedisinde de bir Sebastian karakteri var. Eserde hizmetçi değildi, Viola’nın ikiz erkek kardeşiydi. Sebastian’ın Sivaslı anlamına geldiği bilinir. Yunanca (sebastos), ‘muhterem’ kelimesinden türemiş bu sözcük. Hristiyan Aziz Sebastian (Sebastoslu/Seboslu/Sivaslı) orada yaşamış ve Hristiyan şehidi sayılıyor. Bu ad nedense geçtiğimiz yüzyılda pek çok eserde uşak hizmetçi adı olarak kullanılmış. Nedenini düşündüğümde aklıma ilk gelen şey İngiliz’in Yunan’ı üzerimize salması oluyor. Yunan’ı uşağı gibi hizmetçisi gibi kullanması geliyor aklıma. Koş Sebastian, tut Sebastian, otur Sebastian, kalk Sebastian. Sivaslılar’ı ve Aziz Sebastian’ı tenzih ederim elbette. Benim sözüm ‘keşke Yunan galip gelseydi’ diyebilen, koskoca Türk milletine ‘yerli halk’ diyebilen içimizdeki Seboş’lara. Sebastian adına hakaret olmasın diye bunlara bundan böyle Seboş diyeceğim. Sömürgecilerin işgalcilerin uşağıdır onlar çünkü. Kraldan çok kralcı, yalaka, yapışkan, ihanet yarışına girmiş Seboşlar.
Sahi, gönül bahçemizin peyzajını kim düzenledi bu kadar zevksiz? Kimler ne setler koydu yüreğimizin deli ırmaklarına? Çürümüş gölgenizle güneşi örtmeye çalışmayın. Çünkü yüreğimizde galaksinin tüm güneşlerine bedel Cumhuriyet ve Atatürk güneşi çağlıyor. Onu örtmeye kimsenin, hiçbirinizin gücü yetmeyecek. Anayasa’ya şerefiniz ve namusunuz üzerine bağlılık yemini ederek oturtuldunuz o koltuklara. Ne ‘yeni anayasa’ yapmaya yeter gücünüz, ne de bir karış toprak üzerine pazarlık etmeye.
Yerli miymiş Türk milleti miymiş önce uşaklar görecek, sonra uşaklık ettikleri eşkıyalar görecek.
İçine düştüğünüz uşaklık öyle bir hal aldı ki, koskoca devlet aklını mazoşizme kadar götürdünüz. Arabesk müziği hayatım boyunca iki yerde dinlemişliğim var. Kırk yılda bir eş dost meclisiyle toplandığımız meyhanelerde iki tek atarken, bir de seksenli yılların İstanbul’unda okula gitmeye çalışırken minibüslerde. Tam da üniversite yıllarımıza denk gelmişti o erken liberal yıllar. Darbe olmuş, ağabeylerimizi ablalarımızı hapislere atmışlar, onlar çıkıp kurtulmuş, biz de ‘uslu uslu’ okula gidip geliyoruz. Bir de takılıyor ki insanın diline, dostlar başına. Sağda solda denk gele gele ezber olmuşlar pelesenk olmuşlar ağzımıza. Mırıldanır olmuşuz o acılı kasvetli ağlak şarkıları. İçlerinde çok iyileri de vardı kabul.
Acıklı filmler, acıklı şarkılar, acılı çiğ köfteler ve acılı arabeskler dönemiydi o seksenler. İnsan tuhaf mahluk. İçinde ne ararsan vardır nihayetinde. Ama azından karar, ama çoğundan zarar. Mazoşizm, öfke, kıskançlık, sevgi, mut, umut. Hatta klasikler ne güzel anlatır hepimizin içindeki o küçük katili. Ama ben acıdan, acılarımızdan söz etmek istiyorum. Düşmenin bu millet için asla yenilmek olmadığının bilincine varmaktan… Elden hiçbir şey gelmediği zaman içine kapanır insan. Kimi ağıt yakar, kimi şiir yazar, kimi vurur kırar, kimi de oturur efendi gibi çeker acısını.
İşte deminden beri gönül bahçemizin peyzajı diye zırvalama sebebim bu. Paspartu’dan, koşulsuz uşaklık, hatta kölelik etme sevdasına soyunmuş hizmetkârlardan bu yüzden dem vurdum. Devlet Bahçeli’nin, Ferdi Tayfur şarkısı eşliğinde yürüdüğü o videoyu izleyince tüm bunlar serbetçe uçuştular aklımda. Arabesk, o ağlak minörleriyle Türk milletinin kafasına köleliği kodluyor. Artık iş işten geçti, siz hiçbir şey yapamazsınız duygusunu beyinlerimize kazıyor. Yahu, beynimizin bile kötüyü, karamsarlığı, en kötü acıyı bile yeri geldiğinde ket vurmak gibi bir savunma mekanizması varken, koskoca Türk milletinin bir savunma mekanizması, tarihsel bir içgüdüsü yok mu? Elbette var. Hem de nasıl var. Ama var olanı bile ‘yerli halk’ aşağılamalarıyla öldürmeye yok etmeye çalışıyorlar. Sayıp dökmeyeceğim Afrika’yı, Güney Amerika’yı şurayı burayı. Bu lakırdıların kimlerin dili olduğunu hepimiz gayet iyi biliyoruz artık. Emperyalizm, sömürebileceği yer altı yer üstü kaynaklarını bir yana koymuş, artık bizim duygu ve düşüncelerimizi sömürüyor altmışlı yıllardan beri. ‘Yerli’ uşaklarına da bunları öğütlüyor belli ki. O rol modeller, o reklamlar, o kadın, şu erkek, şu bacak, şu popo. Yeter artık yeter. Türk milleti aciz değil. Kimse bana acizliği, kimse bana köleliği dayatamaz. Sen busun diyerek isim de takamaz. Oynadığınız bu küçük oyunları, fırıldakları görüyoruz. Yemiyoruz ve yemeyeceğiz. Majör marşlar ve türküler söyleyeceğiz hep birlikte. Çünkü bu millet her düştüğü yerden güçlenerek kalktı. Acılarımızı efendi gibi çeker, yapılabilecekleri görür, o acıyı öfkeye dönüştürür öyle bir kalkarız ki, aklınız şaşar.
içinde olduğumuz konumu böylesine başarılı betimlemeyi ancak bir Türk kadını yapabilrdi.
yazınız için teşekkür ederim. ederiz. Yazılarınızı daha çok okumak isteriz. esenlikler
Teşekkür ederim zaman ayırıp okuduğunuz için.