Ayçe Sezer yazdı…
Telaffuzu benzeyen ancak zıt anlamlı algılanan kavramlar.
Anlaşılmayan kavramlar esasen.
Hele Türkiye gibi kimlik bunalımı yaşayan bir ülkede “medeniyet nedir, gelenek nedir” gibi tartışmalar açmak dipsiz kuyulara dalmak gibidir.
Halbuki zor soruların cevapları basit oluyor genelde.
*
Örneğin benim nazarımda medeniyet bilhassa, insanın insanı sömürmemesidir.
Sadece başka bir insanı degil, nesneyi, eşyayı, dünyayı, doğayı dahi çarçur ederek kullanmamasıdır.
Üretmektir, paylaşmaktır.
Hissetmektir, iletişimdir.
Vefadır, sadakattir.
Merhamettir, vicdandır.
Saygıdır; yaşama, kula ve öze..
Dürüstlüktür; kendine ve çevreye.
İnsan gibi insan olmaktır kısacası.
Teferruatı olmayan gayet basit birşeydir de işte, zor olan ‘insan’ olmaktır belki de..!
•
Hani şimdi teknolojiyle uçuyoruz, canımız çekince; “Allah, kul demeden” yapıyoruz falan ya!
İstediğini ye, istediğini giy, istediğini yap.. Vur, kır, deş, dağıt.
İstediğinde takıl, istemeyince takma..!
İsteyince al istemeyince sat(!).
Her şeye hayır, sonra hiçbir şeye evet… Sonra hepsine belki veya tam tersi falan..
Yok kardeşim. Kandırmayın kendinizi.
Bunun adı medeniyet değil.
Bunun adı hedonizm, bilemedin egoizm.
Olmadı histeri ve hatta Tanrı psikolojisi!
Olmadı kişisel emperyalizm, çıkarcı makyevelizm.
Ancak ben bu saydığım ruh ve sinir hastalığı çeşitlerine medeniyet denmesini kabul etmiyorum ve etmeyeceğim.
•••
Gelelim geleneğe.
Saplanıp kalmakla bağlılık arasında kalmış.
Çağa dayatmakla iman arasında kalmış..
Haklı çıkmakla haklı olmak arasında kalmış.
Susmakla yeni bir şey söylemek arasında kalmış!
Boyun eğmekle katılımcılık arasında kalmış.
Düşünmemekle düşünmek arasında kalmış.
Anlayacağınız bir softa olmuş.
Kapalı bir kutu olmuş.
Konuşmaya çalışan bir kulak, duymaya çalışan bir dil olmuş.
İçini döktüğün soğuk bir duvar, bir karabasan, ışıksız bir gece olmuş.
Dağın başında bir otobüs durağı veya ne bileyim annenin misafir salonunda kullanılmadan ölen eşyalar olmuş.
***
Dünyaya bu bakış açısından bakınca hiçbir yerde ne medeniyet ne gelenek göremiyoruz.
Belkide onları başka başka yerlerde aradığımız için bulamıyoruz?
Belki de onlar, beşikte büyümüş kardeşler de biz önyargımızdan kurtulamıyoruz..!
•
Yani fazla kalabalığa, ayrıntıya, ince ince fark yaratmaya gerek yok.
Sinir bozucu bir gerçek var.
Bin yıl önce; Tanrı Dağları’nda yaşayan, bir baca, bir aba ve bir yuvası olan çoban çok güzel bir geleneğin temsilcisiydi.
Üstelik; sonsuz mutlu, anlamış, anlaşılmış ve hür idi.
Zengindi. Çünkü her şeyi vardı ve hepsini kullanıyordu.
Fakirdi. Çünkü, eskilerin deyimiyle; hepsi üstünde eskiyordu.
Toktu. Çünkü yeterince acıkıyordu.
Dinlenmişti. Çünkü yeterince çalışıyordu.
Hürdü, zira şimdiki gibi bağımlı değildi nesneye.
Üstelik bu hürriyet sadece bireysel bir mesele değil toplumsal bir gelenekti de..!
Kısacası her şeyiyle, kendi içinde tutarlı olan bu insan; iman, ilham, ihsan ve irfan dolu haliyle; bizden medeniydi.
İmanı sahih, ilhamı insani, ihsanı samimi, irfanı mütevazı ancak derindi.
Şimdiki kuşku çağının, kimliksiz, küçük insanı gibi değil, sahiciydi..
Bin yıl önce yaşayan o güzel insan; ölmeyen bir gelenek ve ölse de soyu tükenmeyen bir medeniyetin temsilcisiydi. Ne dersiniz?
Sevgiyle kalın.
Üstelik; mutlu, hür, tutarlı ve güzel kalın.
Varolunuz,selamlar,sevgiler..