1. Haberler
  2. Analiz
  3. O Kürt’ü alnından öp

O Kürt’ü alnından öp

featured

Av.Göksel Kırar yazdı…

Abdullah Öcalan’dan bahsetmiyorum, akıl sağlığım yerinde çok şükür.

Kendini Kürt hisseden merhum “Sırrı abey”den de bahsetmiyorum; mekânı cennet olsun, çelebi duruşunu ve memleket sevdasını, sahte alkışlar uğruna siyasi söylemleriyle gölgelemek yerine, filmleştirdiği hikâyeleriyle anlatsaydı bizlere keşke.

Özenti entel İtalyan görünümüne verdiği önem kadar ağzından “toplumsal barış”a dönük hayırlı bir kelam duymadığımız diğer Sırrı da değil.

Altan Tan olabilirdi belki ama maalesef bu bir mizah yazısı değil.

Yok, Selahattin de değil. (Yaşım 40’ın üstünde ve Cihangir yavelerine karnım tok.)

Madem tarihi bir dönemeçteyiz, öyleyse elimizden geldiğince gerçeklerin tarihini kurcalayalım biraz. Böylece bu sis duman içinde kimlerin nerede durduğunu anlayabiliriz belki…

Burada bahsedilen Kürt, uzun yıllar adeta bir mengenede sıkışan hayatına rağmen vatanına ve insanına kin gütmemiş, şiddete tevessül etmemiş ülke evladıdır. (Yeni kuşaktan şikâyetçi çok ama benim gördüğüm kadarıyla eski kelimeleri öğrenmeye pek hevesliler.)

Kürt vatandaşlarımızı bu mengenede sıkıştıran neydi peki?

Kürt lafının sakıncalı sayıldığı, devletin “görmedim, duymadım, bilmiyorum” diye havaya bakarak ıslık çaldığı yıllardan bahsediyorum. Devletin, ağırlıklı olarak ülke coğrafyasının bir bölümünde yaşayan vatandaşlarını görmemesi elbette bir sorundu, ama asıl sorun, ‘Kürt’ olarak doğup, kendini bu şekilde tanımlayan Türk vatandaşlarının varoluşunun bile zımni bir kabahat sayıldığı hadiselerin yaşanmasıydı.

Coğrafyanın getirdiği kendine has bir kültürü ve ‘Kürtçe’ diye bir dili toplumsal yaşamda görünür kılacak bir girişimde bulunduysanız, yanardınız. Elhak, zamanında yanan da çok oldu.

Türkiye’nin uygarlığın geldiği yer olan ulus-devlet modelini uygulaması elbette kolay olmadı.

Hem imparatorluğun travmatik çöküşünün yarattığı korkular, hem de soğuk savaştaki iki kutuplu dünyanın var ettiği endişelerle, biraz kapalı ve sekter bir anlayışla uygulandı. (Ulus-devlet modelli laik Türkiye Cumhuriyeti can sıkıntısından, hobi olsun diye kurulmadığından, temellerinin oturması ve kabul görmesi için de zamana ihtiyaç vardı.)

Ulusal üst kimliğin, yani “Türk vatandaşlığının” adeta bir şemsiye gibi, bu ülkede yaşayan her yurttaşın ifade, kişi dokunulmazlığı, hak arama, mülkiyet vs. başta olmak üzere Anayasal haklarını barındırması ve teminatı olması yerine, “makbul” olan ve olmayan vatandaş ayrımının yapıldığı dönemlerden geçildi geçmişte. Bürokratik tahakküm tarafından “makbul” kabul edilmeyenlere, birkaç kuşağı etkileyecek kadar kötü hatıralar bırakıldı.

Bu yok sayma sadece Kürtlere özgü değildi aslında; hangi yürek yemiş ben Boşnak asıllıyım, Arap kökenliyim, Çerkezcemi konuşacağım deyip kolektif bir söylemde bulunabiliyordu ki o yıllarda?

Soğuk savaşın gölgelediği o günün dünyasında, etnik kökenin pek bir önemi yoktu aslında, mesele bu değildi. Siyasi görüştü önemli olan, yani sağ-sol diye ayrışan dünyada hangi ideolojiden yana taraf olduğunuz önemliydi.

1980’ler itibariyle, saha da, zemin de müsaitti bu acımasız terörü başlatmaya. Çünkü dünya değişiyordu.

İki kutuptan totaliter olanı çözülmeye başlarken, tek başına kalan ve “liberal” diye yutturulan diğer kutup, kimlik ve etnik siyasetle nüfuz edecekti Ortadoğu’ya. (Bugün neo-liberal aklın arkasındakiler de farklı bir şey mi yapıyor sanki)

Tam bu dönemde Türkiye henüz 12 Eylül Darbesinin yıkıcı etkisini atlatamadan, araftaki toplumsal moral ve huzuru dinamitleyen PKK terörü başladı.

1990’larda PKK terörünün etkisinin şehirlere, ülke sathına yayılıp yayılmayacağı bilinmezliğiyle istim üstünde yaşamak zorunda kaldı Türkiye. Kürt kökenli olduğunu bildiğimiz, her gün mesai yaptığımız işyerindeki arkadaşımız, sokakta selamlaşıp hal hatır sorduğumuz komşularımız, okulda sıra arkadaşımız, fakülte kafesinde batak oynadığımız eşimiz dostumuz gergindi, kamuoyu tedirgindi. Kamuoyu şüpheciydi, onlar mahcuptu. Kamuoyu evhamlıydı, onlar suskundu. Kamuoyu kızgındı, onlar kırgındı.

Kamuoyu mutsuzdu, onlar mutsuzdu. Türkiye mutsuzdu.

Bu şiddeti besleyen geçmişin yaraları var demek yasaktı. “Bir Diyarbakır Cezaevi var” diyeni içeri tıkıyorlardı.

Kendi anadilinde teybe kaset takıp iki şarkı dinlemene, bir akşam toplanıp dengbej eşliğinde şerbetini yudumlarken geçmişin hüznüne gark olmana izin verilmeyen resmi ve gayri resmi yasaklar büyüttü suskunluk duvarlarını.

Boşaltılan köylerde ceddinin yoksul mirasından mahrum edilen de oldu, beyaz Torosların kapkara gölgesini evinin sokağında hisseden de.

Muhtelif devletlerin desteğiyle beslenen PKK terörüyle, ona karşı yesinler birbirlerini saikiyle ortaya salınan köktendinci Hizbullah’ın acımasızlığı arasında ihtiyatlı bir hayat yaşamak zorunda kaldı bir dönem bölge insanı. İhtiyatı elden bırakırsanız, failiniz meçhul olabilirdi.

PKK, esnafa kepenk kapatma emri verince buna gönülsüz de olsa uymak zorunda kalmak yetiyordu sakıncalılar listesine girmenize. Öte yandan devletin otoritesine biraz meyledince adınızın muhbire çıkması, örgüt tarafından hain damgasıyla cezalandırılmanız, içinde yaşadığınız küçük toplumdan aforoz edilmeniz işten bile değildi. Bu, mahalle baskısının biraz fazlasıydı; gerekirse birkaç merminin fazlalığı kadar.

Mengenenin, yani amansız bir PKK terörü baskısıyla, doğuştan gelen kimlik onurunu ayakta tutmanın bedeli arasında sıkışıp kalınan bir dönem…

İşte tüm bunlara rağmen ülkesine küsmeyen, yaşadığı topluma sırtını dönmeyen, bu ülkenin aşığı milyonlarca Kürt vatandaşın sağduyusu canlı tuttu Türkiye ve Cumhuriyet sevdamızı.

Bu ülkede beraber, horlanmadan, geçmişi ve kimliği inkâr etmeden ama bugünün ve geleceğin omuz omuza düşlenip paylaşıldığı ortak vatan ve “Türk Üst Kimliği” ağır bastı.

PKK’yı asıl bitiren bu oldu.

Durumu bu şekilde ortaya koyunca mutlaka itiraz edecekler olacaktır. Bu üst kimliğin şu anda meselenin özünü oluşturan tüm taraflarca kabul edilmesi ya da edilmemesi pek bir şey ifade etmez.

İç göçün, ikinci hatta üçüncü kuşaklarla beraber artık doyuma ulaşması, yurtiçi ekonomik hareketler, iletişim teknolojisinin getirdiği görünürlük ve klasik tabirle kız alıp-verme, koca bir milleti, bütün kılcal damarlarıyla daha yoğun hemhal etti.

Her ne kadar başta iktidar partisi AKP ve ortağı MHP ile DEM Parti olmak üzere, CHP dâhil bu tarihsel gerçekliği tersyüz edecek inorganik adımlar atmaya kararlı olsalar da, geldiğimiz ve dönüp dolaşıp geleceğimiz yer yine budur.

Bölücü terörün, geçen yüzyılın sonundan bugüne kadar Türkiye’nin başına bela olması hep tersten okundu ısrarla.

Terörün neden bitmediği yönünde analizler yapılırken, kanlı eylemler eksik olmadan geçen kırk yıllık süreçte, Türkiye’nin siyasi olarak en zayıf ve kamuoyu moralinin en kırılgan olduğu dönemlerde bile PKK’nın ve uzantılarının toplumsal destek bulamadığı, arzuladığı oyun sahasına ulaşamadığı es geçildi. Bunun son örneğini 2015’teki “hendek” kalkışmasında yaşadık.

Bunun bir tarafında bedeli binlerce şehit ve gazimize mal olan terörle mücadelede asla geri adım atılmaması varken, diğer tarafında PKK’nın kanlı propagandasına gönül vermeyen Kürt vatandaşlarımız vardı.

Başta büyük şehirler olmak üzere ülkenin dört bir yanında işini ve hayatını sürdüren Kürt kökenli vatandaşların PKK’ya mesafeli duruşları, şiddet ve silahlı mücadeleye yüz çevirmeleri bu şiddet dalgasının yurtiçinde azalarak yok olmasına katkı yaptı.

“Türk Üst Kimliği”nde öyle ya da böyle bir toplumsal uzlaşma olmasaydı, dışardan bu derece destek alan bir örgütün, üstelik uyuşturucu ve diğer illegal taşeronluk hizmetinin getirdiği muazzam gelir ve insan kaynağı ile çok daha geniş alanlarda sözünün geçiyor olması gerekirdi.

Ama olmadı. Ne mutlu bize ki olmadı. Çünkü bu ülkenin kahir ekseriyeti hala Cumhuriyet’e, birlikte yaşamaya ve onu yaşatmak için gerekirse birlikte ölmeye inanıyor.

“İç cepheyi tahkim etme” bu topraklarda yaşayan her aklı başında yurttaşın önemseyeceği, ulusal birliği pekiştirici önemli bir kavram. Üstelik başta bölgemiz olmak üzere, küresel kabuk değişimlerinin uğultusu duyulurken en son yapmamız gereken, terörle zaman kaybetmek.

Ama başlatılan bu süreçle birlikte, tahkim edelim derken bütün bir iç cepheyi dağıtma riskini de konuşmak zorundayız.

Musul’u almayan Diyarbakır’ı verir mi?

S.Spielberg’in “Münih” filmini izleyeniniz vardır mutlaka. Filistinli “Kara Eylül” örgütünün 1972 Münih Olimpiyatları sırasında İsrailli sporcuları rehin alması ve yapılan kurtarma operasyonun fiyaskoyla sonuçlanmasının ardından, İsrail’in kurduğu özel bir timin intikam operasyonu diyebiliriz kısaca.

Bu filmde çok çarpıcı bir sahne vardı. (Aslında filmde etkileyici birçok sahne var.)

Dünyanın çalkantılı olduğu o dönemde (sanki şimdi değilmiş gibi), farklı ülkelerden değişik sol örgüt militanları Atina’da bir hücre evini bir geceliğine paylaşmak zorunda kalırlar.

Birbirlerini tartmak için merdivenlerde sigara molası aldıkları diyalogda, FKÖ’den Ali, kendini Alman sol fraksiyonundan tanıtan Avner’a “dünya devrimi-enternasyonal”e atıfla mealen şöyle der: “Aslında devriminiz umurumuzda falan değil. Sizin kendinize ait bir ülkeniz var, bizim de tek hayalimiz bu. Bize yardım edip destek oluyorsunuz, biz de sizin enternasyonal sol davanızı önemsiyormuşuz gibi görünüyoruz, oysa tek ilgilendiğimiz kendi ülkemizi kurmak.” (Sakın ola ki İsrail’in Filistin’e mezalimiyle Türkiye arasında benzerlik kurduğumu düşünen aklıevveller çıkmasın, kalplerini kırarım.)

Bu sahneyi ilk izlediğimde benim de aklıma ilk gelen, aynı sizin gibi PKK’nın çıktığı bölücülük hedefli yolda, kendini “sol”dan bir hareket olarak ortaya koymasıydı.

Bu geleneğe ait ve sıkça duyduğumuz “halkların kardeşliği”, demokratikleşme vs. gibi ezberleri barındıran siyasi külliyatı bu sahne özelinde anlamlandırabiliriz; sol dayanışma, sosyo-ekonomik çözümlemeler asla mesele değildi, idari özerklik ve mümkünse devletçik olmaya giden yol önemliydi, yani diğer deyişle: “Biz kırk kişiyiz birbirimizi biliriz.”

Kürt kökenli vatandaşlarımızın, yıllar boyu ismi değişse de genel kabul gören haliyle PKK’nın sivil siyasetteki uzantısı pozisyonundaki partilere verdiği destek ve bu partilerin aldığı oy oranı bu analizi boşa çıkarır mı?

Tam tersine, şiddet eylemleriyle oluşacak duygusal kopuş yerine, sesini duyurabileceği elindeki tek enstrümana başvurmak, yani siyaseten kendisine sunulan tek çıkışa sarılmak, bu ülkeye olan aidiyet damarının en güçlü göstergelerinden biri değil mi?

Kaldı ki Türkiye Kürt politik hareketlerinde, tıpkı PKK’nın bölge halkına despotik bir buyurganlıkla çitler çekmesi gibi, adı Dep, Hadep, Bdp ve en son Dem Parti olsun, bu partilerin ana söylemi (temel motivasyonu ayrılıkçılık olan) dışında başka bir söylem geliştirmeye, ülke geleceğine dair ortak hayaller üretmeye imkân verilmedi.

Bunun için ne siyasi esneklik söz konusuydu ne de yatay sosyolojik ilişkiler mevcuttu.

Geçmişteki örneklere baktığımızda, etnikçi ve ayrılıkçı ezberin dışında politika üretmeye çalışanlar, ya davasını satmakla suçlanmış ya da izole bir siyasi hayata mahkûm edilmiştir.

İktidarın nefes aldırmayan baskısı altında, üstelik onun işine de gelmezken, Kürt politik hareketinde, yarın ezber bozan sözler söyleyecek kişilerin çıkma ihtimali var mı, zaman gösterecek.

Şu anda bile bu durum muhafazakâr gerçekçiliğini koruyor ancak yakın gelecekte “Türk Üst Kimliği” etrafında yaşama iradesini sahipleneceklerin sesi çok daha gür çıkacaktır. Bugün, PKK’nın kurucu liderinin bildirisinde geldiği ve işaret ettiği yer de burasıdır.

Yıllar önce Yalçın Küçük “Kürt entelijansiyası, Abdullah Öcalan’ı Kemalizm’e yaklaştırdım diye bana çok kızıyor” derken abartmıyormuş.

Yine onun bugünleri görerek söylediği kritik bir uyarısı vardı; “Musul’u almazsan Diyarbakır’ı verirsin.”

“Terörsüz Türkiye” mottosuna kimsenin itiraz edemeyeceği, silahların olmadığı bu tarihi dönemecin nereye gideceğini şimdilik bilmiyoruz.

Ancak AKP-MHP işbirliği ile Türk Üst Kimliği’nin yok sayıldığı ve laiklik çizgisinden vazgeçilip temelini dini hassasiyetlerin oluşturacağı, Türkiye hamiliğinde bir “eyaletler” sisteminin dillendirildiği günleri yaşıyoruz.

Artık gizlemeye pek gerek duyulmadan ifade edilen “Yeni Osmanlıcılık” siyaseti, bölgede ve küresel sistemde esaslı değişiklikler yaşanıyorken, iktidar partisi ve ortağı için basit bir hayalden daha fazlasını ifade ediyor gibi.

“Yeni Osmanlıcılık” hem iktidarın yirmi iki yıldan uzun yönetim döneminde kendi içinde yarattığı ayrı bir güç piramidinin (kapital, vakıf, medya, cemaatler, uluslararası bağlantılar) devamının garantisi, hem de Türkiye’nin (sistemin) içinde bulunduğu iflas ve mafyatik tıkanmalara karşı patlama noktasına gelen toplumsal huzursuzluğun bastırılmasını meşrulaştıracak bir planlama gibi duruyor.

Bu sürecin hiçbir tesadüfe yer bırakılmayacak şekilde sıkıntısız yürümesi için, sesini çıkaran ya da çıkarmaya niyetlenen her karşıt görüş, yaka paça içeri atılıyor.(Ekrem İmamoğlu, karşıt olduğu ya da “küçük” yaramazlıkları için değil, tam tersi, böyle bir açılıma çoktan teşne olduğu, hatta bu meselede iktidarın vereceğinden çok daha fazlasını verme potansiyeli olduğu için, yani işin nereye gideceği kestirilemediği için içerde. İktidar, onun herkese ama özellikle Batı’ya “mavi boncuk” dağıtmasını, kendinden rol çalma tehdidi görmüş olmalı. “Yiğidim Aslanım” türküsü çok özeldir, acele işe de şeytan karışır.)

Bu bakımdan, tıpkı Şam hayallerinin yerini İsrail komşuluğunun alması gibi, Musul’un yerini, Diyarbakır’ın başka projelerin odak noktası olma hali alabilir. Umalım ki Yalçın Hoca yıllar önceki öngörülerinde haksız çıksın.

Etnik hassasiyetleri önceleyen Dem Parti ise bulanık suda avlayabileceği kadar balık avlamak istiyor. Atılacak her adım, onların hanesine bir artı. Özellikle devletin “derin” kanadının MHP aracılığıyla bu dönüşüme yeşil ışık yaktığını düşündüklerinden, mutlulukları tarifsiz.

Oysa ne Dem Parti Kürtlerin tek temsilcisi, ne de MHP, Türkiye’nin “devlet aklı”nın ve “Türk Kimliği”nin tek temsilcisi. Yine bir tarihsel yanlış okuma daha…

Her ne kadar PKK’nın kurucu lideri “federasyon, özerklik, kültüralist çözümler”in artık bir amaç olamayacağını belirtmiş olsa da, Dem Parti bileşenlerinden ve PKK’nın diğer uzantılarından bunun teyidine yönelik bir açıklama duymadık. Tam tersi daha şimdiden Lozan’ı, anayasayı ufak ufak kılçıklar atanlar var.

PKK’nın kurucusunun kısa bir süre sonra, politika sürdürülürken, bu ekip tarafından dikkate alınmayacağını öngörmek kehanet olmaz sanırım.

Zira bunca yıldır, sureti haktan görünüp nezaketen de olsa “etnikçi” politikalarına herhangi bir fayda sağlamadıkça Türkiye’nin kader birliğine yönelik samimi ve yapıcı bir açıklamaya denk gelmedik.

Bugün Türkiye’de Kürt’üm demek de, Kürtçe şarkı söylemek de serbest. Hepimizin kabusu olan anlamsız yasaklar dönemi –biraz geç olsa da- sona erdi. İsterseniz çocuğunuz Kürtçe seçmeli dersi alabilir. Dilerseniz dershaneye yazılıp Kürtçe kursuna da başlayabilirsiniz. Devletin yayın yaptığı Kürtçe kanal var.

Yani Kürtlüğün görünür kılınmasını engelleyecek hiçbir şey yok. Yıllarca en çok itiraz edilen, isyana gerekçe gösterilen “yok sayılma” hali bugün yok, haklar var.

Bunlar yetmez mi diyorsun?

Peki ne istiyorsun?

“Eritre’nin, Kosova’nın bile kendi devleti var, asker polisçilik oynuyorlar, benim de kolluk gücüm olmalı” mı diyorsun?

“Ana dilde eğitim vereceğim, belediyelerimi de kendi halk meclislerim yönetecek” mi diyorsun?

“Anayasa’da iki milletli bir devlet olduğumuz yazsın, Türklük ifadeleri kaldırılsın” mı diyorsun?

Yani Lozan’ın miadı doldu mu diyorsun?

İyi ama bunu sadece sen istiyorsun. Yani temsil ettiğini iddia ettiğin milyonları manipüle edip, selden kütük kapmaya çalışıyorsun.

Dört ayrı ülkedeki dört parçadan ileride birleşik bir devlet çıkarıp, tarih kitaplarına mı girmek istiyorsun?

Sen onu yapana kadar, “dijitalleşen” tarihte bunun pek bir anlamı kalmayabilir, görmüyor musun?

Diyelim ki federasyonunu kurdun, sonra Suriye’yle, Irak’la birleştin. Batıda dibimizdeki Yunan adalarıyla, güneyde Hatay arasında sıkışmış, enerji koridorundan çıkarılmış bir Türkiye’nin, yani fiilen Sevr’in bu ülkeye kabul ettirilebileceğine gerçekten inanıyor musun?

Özerklikle, federasyonla, eyalet sistemiyle yaşanacak değişimin, aslında dün PKK’nın Batı’nın taşeronluğunu yaptığı gibi, bu topraklara kendi çıkarları gereği huzur vermek istemeyen emperyalizmin taşeronluğunu yapacak olmasına uyanmıyor musun?

İzmir’deki, Bursa’daki, Mardin’deki, Antalya’daki ya da Van’daki yani Türkiye’de yaşayan herhangi bir Kürt vatandaşımızın Türkiye’ye, ülkesine olan aidiyetinin, Suriye’deki yapılanmayla, Kuzey Irak’taki bölgesel yönetimle, İran’da yaşayan Kürt’le alakasından çok daha güçlü ve kalıcı olduğunu göremiyor musun?

Yaşar Kemal’in o enfes edebi zenginliğini Türkçe dışında başka bir dilde yaratabileceğini aklın kesiyor mu gerçekten?

Ahmet Kaya bu ülkenin tozunu toprağını yutmamış olsa bu besteleri yaratıp böyle içten, sesi gür seslendirebilir miydi sanıyorsun?

Yılmaz Güney, sinemasının derdini bu ülkenin politik ve beşeri sıkıntılarından almasa, Yılmaz Güney olabilir miydi sanıyorsun? (Eskiyi mumla aratacak işler yapmaya devam ederse Yılmaz Erdoğan’ı alabilirsiniz.)

İbrahim Tatlıses Kürtçe okusaydı, bütün Ortadoğu’nun çarşı pazarında onun sesi duyulur muydu? (Kürtçe kitap da yazılsın, şarkı da söylensin, film de çekilsin, meselemiz bu değil. Şivan Perwer, Mehmed Uzun ve niceleri güzel eserleriyle orada duruyor işte.)

Aslında, arzuladığımız “demokratik toplumda”, fikir düzeyinde tüm bu taleplerin, isteklerin, sahipleri tarafından izah edilmesinde ve savunulmasında hiçbir sakınca yoktur.

Ama şu an o istenen demokratik sarhoşluk zirvesine, yalnızca birbirleriyle “siyasi pazarlık” ve “oy hesabı” yapanların ulaşabildiğini görüyoruz.

Sürece yönelik hassasiyetleri olanlar ile “demokrasi kalitesine” katkı yapmak isteyenler ısrar çemberin dışında tutulup, barış karşıtı ve hatta şiddet yanlısı olarak sunulmaya çalışılıyor.

Kendini dışarda tutup, Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan bütün bir millet yeknesak Orta Asya steplerinden gelmiş gibi “dışlayıcı ve şovenist” tavır takınan sensin. Çünkü işine gelen bu.

Kimin Orta Asya bozkırlarında ne kadar izi var ilgilenmiyoruz ama İç Anadolu’nun bozkırında, Ege’nin ovalarında, Doğu Anadolu’nun buzlu dağlarında, Trakya’nın ayçiçek tarlalarında, Akdeniz’in tuzlu sahillerinde, Güneydoğu’nun kahverengi toprağında, Karadeniz’in serin yaylalarında hepimizin, bütün bir milletin izi var.

Ticaretin, kültürel alışverişin geliştiği yerde silahlar olmaz, şiddetin, önyargının yerini yaşama ve yaşatma isteği alır. Bu bakımdan, tarihsel bağlardan dolayı herkesin bir şekilde komşu bir ülkeyle ama uzak ama yakın akrabalık ilişkilerinin olduğu Türkiye gerçekliğinde, komşularla yakın ilişki, hepimizin yüzünü güldürür.

Sahip olunan etnik kimlik, kişinin şerefidir. Kimse, bu ülkenin esas sorunlarının yerini etnik bölücülüğe bırakmasın.

Anayasa’nın keyfiyetle delinmediği, hukukun üstünlüğünün olduğu, herkesin din, dil, ırk ayrımı olmadan eşit haklarla yaşamı paylaştığı cumhuriyet özlemimiz hala devam ediyor.

Uygulanan ucube bir yağma kapitalizminin bu ülkenin yarınlarını çaldığı ortamda, biz sistemi değiştirelim, şu devrilmesine ramak kalmış treni düzleyelim, yeni bir raya sokalım derken, sen trenden vagonları ayırmak istersen işler değişir.  

Belki senin gençliğin yanmıyor, ölecek olan sen değilsin diye rahatsın.

Ama bu ülkenin hiçbir vatandaşı, sizin politik hesaplarınız uğruna, kendi geleceğiyle beraber Türkiye’nin geleceğini meze etmek istemiyor.

Nerden mi biliyorum?

Bırakın da bin yıldır beraber halaya kalkan koca bir millet birbirini bu kadarcık tanısın.

 

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

3 Yorum

  1. Resmen saçmalamışsınız. Sanki bu güne kadar ben Türküm dediğimde dışlanmadım bu ülkede!
    burs isterim, ilk soru doğum yerim ve yanıt veririm, duyduğum söz: batı illerindeki öğrencilere burs vermiyoruz.

    Büyük şehire giderim ilana başvururum, görüşmede siz türksünüz değil mi sorusuyla karşılaşırım, sonradan öğrendim ki bana bu soruyu soran ermeni kökenli bir işverenmiş.

    Yetmedi mi sayayım: başka bir işe giderim yine aynı soru. nerede oluyor bu istanbul bayrampaşa.
    orada kimler oturuyor acaba ve ben neden bu soruyla karşılaşıyorum. “Siz türksünüz değil mi”

    bu soruya evet türküm dediğimde anında teşekkür lafını ve biz sizi arayacağız diyerek gönderilmemi hatırlıyorum örneğin.

    Arkadaş git sor Banu avara örneğin, neden gazeteciliğe devam edememiş, işten atılmasına kim veya hangi elçilik(ler) neden olmuş. Bunların hepsi açık bilgi kendi ağzından yazısı ve vidyosu var.

    Lafın özü Yazınızda resmen Türk’ü kendi ülkesinde ötekileştirmişsiniz! Ayıp, Ayıp.

  2. 17 Mayıs 2025, 00:57

    teşekkür ederim agzina kalwminw saglık

  3. İçinde yanlışta var ama çoğu doğru.

Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!