1. Haberler
  2. Analiz
  3. Sermaye düzeninin ekonomi politiği: Sömürge ekonomisi

Sermaye düzeninin ekonomi politiği: Sömürge ekonomisi

featured

Barış Tekin yazdı…

İçtiğimiz sudan yediğimiz gıdalara, eğitim ve sağlık hizmetlerinden barınma imkanlarına, genel toplumsal refahtan sosyal haklara kadar yaşadığımız hayatta birey ve toplumla ilgili olan her şey politiktir. Politik olan her şey de en temelde ekonomik bölüşüm ilişkisinin doğal bir sonucudur. İnsanlık tarihindeki tüm mücadeleler, ekonomik aktivitenin belirleyicisi olan sermayeyi ve dolayısıyla politik olanı tekele alma mücadelesinden ibarettir desek yanlış olmaz. Bu bağlamda 18. yy’da İngiltere’de ortaya çıkan ve günümüze kadar tüm ülke ve coğrafyalara çeşitli biçimlerde yayılan kapitalist üretim sürecinde; üretim araçları sermayedarın elinde bulunurken, işçi ise belli bir ücret karşılığındaki emeği ile bu üretim sürecinin en temel bileşenini oluşturuyordu. Özellikle bu üretim sürecinin ilk ortaya çıktığı 18. ve 19. yy İngiltere’sinde çok büyük bir emek sömürüsü söz konusuydu. Çocuk işçilik had safhadaydı, hamile kadınlar bile günde 16 saate varan insanlık dışı ağır çalışma koşullarında çalışmak zorunda kalıyordu, hafta sonu tatili yoktu. 20 yy. ortalarına kadar ortalama yaşam süresi 40 yıl iken, insanların çoğu hastalıklar nedeniyle erken yaşta ölüyordu. İşçi sınıfı örgütsüzdü, sendikal haklar yoktu.

Sanayileşme temelindeki kapitalist üretim süreci yoğun hammadde ihtiyacına ve kömür, petrol gibi yer altı kaynaklara ihtiyaç duyuyordu.  20. yüzyıla kadar güneş batmayan imparatorluk haline gelen İngiltere, Doğu Hindistan Kumpanyası (East India Company) ile Hindistan’ı ve Güneydoğu Asya’yı kontrol altında tutarken, Afrika’dan Çin’e ve Avustralya kıtasına kadar olan coğrafyanın tüm kaynaklarını sömürüyordu. Böyle bir ortamda 1789 Fransız Devrimi’nin sonucu ortaya çıkan uluslaşma kavramı, dağınık bir görünüm sergileyen Avrupa’daki şehir devletlerinin bir araya gelmesine zemin oluşturdu. Fransa’dan sonra Almanya ve ardından İtalya siyasi birliklerini sağlayıp ulus devlet haline geldi ve sanayileşme yarışına dahil oldular. Bu sanayileşme yarışı ve dünyadaki kaynakları ele geçirme isteği birinci paylaşım savaşının ortaya çıkmasına neden oldu. İngiltere ve Fransa öncülüğündeki İtilaf devletleri Çanakkale’yi geçip Rus Çarına yardım götüremeyince 1917 yılında Bolşevikler Rusya’da komünist devrimi gerçekleştirdi. Savaş sonrası devam eden yıllarda kendi ülkelerinde de sosyalist bir devrim olacağı endişesine kapılan Kıta Avrupası’ndaki hükümetler ile kapitalist sınıf, işçi sınıfına birtakım sosyal haklar vermek zorunda kaldı. Bu tarihten sonra emek sömürüsüne dayalı üretim süreci yerini emeklilik, sosyal sigorta, işsizlik fonu, kıdem tazminatı, hafta sonu tatili gibi sosyal hakları içeren daha insani çalışma şartlarına bıraktı. Bu yıllarda Marx’ın “artı değer” olarak ifade ettiği karlar, emekçi kesimlerden sermaye sınıfına daha ölçülü bir şekilde aktarıldı. 1945’te sonuçlanan ikinci paylaşım savaşından 1980’lere kadar uzanan dönem, emek kesiminin refahının artarak dünya tarihinde işçi haklarının ve sosyal hakların zirveye çıktığı yegane dönem olarak tarihe geçmiştir. Bu dönemde genel olarak sermayenin karlılığı yerine halkın genel faydası ve kamu yararının gözetildiği söylenebilir.

1980 yılına gelindiğinde ABD’de Reagan, İngiltere’de demir leydi lakaplı Thatcher öncülüğünde başlayan ve kamusal olan her şeyi tasfiye edip sermayenin mülkiyetine geçirmeyi merkeze koyan neoliberalleşme ve küreselleşme furyası adım adım dünyaya yayıldı. Bu dönemden sonra kamu yararını ve ortak iyiyi gözeten sosyal devlet terkedildi. Bunun yerine sermayenin kar maksimizasyonu için kanunlar oluşturan, sendikal faaliyetleri yasaklayan, doğal kaynakların ve madenlerin kullanımını dahi sermayeye tahsis eden, sermayenin eşlikçisi bir devlet modeline geçildi. Ülkemizde ise neoliberalleşme Turgut Özal’ın hazırlayıcısı olduğu 24 Ocak (1980) Kararları ile 12 Eylül askeri darbesinden sonra uygulamaya koyuldu. Turgut Özal darbe hükümetinde ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı görevinde bulunurken, 1983 yılında başbakan seçilerek bu neoliberal reçeteyi harfiyen uyguladı ve kendisinden sonra gelecek emek düşmanı, sermaye dostu hükümetler için gereken iktisadi altyapıyı oluşturdu. Sermayenin sınırsız serbestisi, kamuya ait işletmelerin özel sermayeye satılması, devletin ekonomi üzerindeki etkinliğinin sınırlandırılması, tarımsal desteklerin kaldırılması gibi bir dizi neoliberal politika setinden oluşan bu programla birlikte yabancı sermayenin ülkeye nüfuz edebilmesi ve kar transferi yapabilmesinin de önü ardına kadar açılmış oldu.

Disk-Ar’a ait aşağıdaki grafik kıdem tazminatlarında sermaye lehine, emekçiler aleyhine yaşanan 45 yıllık dönüşümü 3 dönem halinde açıklamaktadır. Kıdem Tazminatları 12 Eylül 1980 öncesinde asgari ücretin 7.5 katıyken; uygulanan neoliberal politikalar ile Akp’nin iktidara geldiği 2002 yılına kadar önce 4.8 düşürülmüş; ardından Akp iktidara geldikten sonra günümüze dek asgari ücretin 1.8 katına kadar radikal bir boyutta düşürülerek adeta yok edilmiştir.

1991 yılında sosyalist bloğun (SSCB) da dağıtılmasıyla IMF gibi küresel kuruluşlar öncülüğündeki sermaye yanlısı neoliberal politikalar zaferini ilan etmiş oldu. Soğuk savaşın sona erip çift kutuplu dünya düzeninin ortadan kalktığı bu tarih itibariyle, küresel sermaye Türkiye’nin ulus devlet yapısını ve Cumhuriyet devrimlerinin dayandığı kamusal birikimi açıktan hedef almaya başladı. Bu birikimi savunacak Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Necip Hablemitoğlu gibi Kemalist aydınlar bir bir suikastle katlediliyor ve ortam emperyalizmin işbirlikçisi tarikatlara ve kamu kaynaklarından beslenen asalak sermayeye hazırlanıyordu. Sermaye 1990’lı yıllarla birlikte iyiden iyiye küresel bir kimlik kazanmıştı. Dini, dili, ırkı ve coğrafyası yoktu. Devletlerin ve halk kesimlerinin ise sermaye üzerinde herhangi bir kontrol yetkisi kalmamıştı. Küresel sermaye bir taraftan reel ücretlerin baskılandığı, sosyal hakların törpülendiği ülkelere doğrudan sermaye yatırımları ile fabrika ve tesisler kurarak yatırım yapıyor, ucuz işgücü ve emek sömürüsü ile elde ettiği karları ise istediği gibi ülke dışına transfer edebilir hale geliyordu. Bu düzen içinde sermaye, kriz zamanlarında yatırımlarını reel ücretlerin baskılandığı diğer ülkelere kaydırırken; sermayenin tefeci faizine endeksli sıcak para hali ise IMF reçetesi ve direktifiyle devreye girip eğitim ve sağlığa ayrılan bütçe de dahil olmak üzere kamu harcamalarının sınırlandırılmasını, reel ücretlerin ve emeklilik maaşlarının düşürülmesini, halka ait kamu varlıklarının satılmasını salık veriyordu. Yabancı sermayenin döviz girişi karşılığında tefeci faizinden elde edeceği servet transferinin ardından kamu kaynaklarının haraç mezat satılıp talan edileceği tekelci sermaye diktatörlüğüne gidecek altyapı oluşuyor ve bu düzeni sağlamak üzere küresel sermayenin eşlikçisi hükümetlere yetki veriliyordu. Halk ise kendi geleceğini ipotek altına alan düzen aparatı siyasetçileri kurtarıcısı olarak görüyor, denize düşmüşken yılana sarıldığını bile fark edemeyecek suni gündemlerle meşgul ediliyordu.

Ne yazık ki yukarıda anlatılan senaryo geniş halk kesimlerinin yoksullaştırılması pahasına ve tüm kazançların sermayeye aktarılmasıyla eksiksiz bir şekilde ülkemizde ve dünyada 40 yılı aşkın bir süredir uygulandı. Bu süreçte reel ücretler düşürüldü, kıdem tazminatları yok edildi, Imf gibi küresel kuruluşların direktifiyle emeklilik yaşı 70’lere çıkarıldı. Eğitim ve sağlık hizmetleri de dahil olmak üzere her şey sermayenin karlılığı gözetilerek piyasada alınıp satılan bir meta haline getirildi. Ülkemizde de acı şekilde tecrübe ettiğimiz gibi kamuya ait tüm büyük ölçekli işletme ve kuruluşlar sermayeye haraç mezat, yok pahasına satıldı. Öyle ki Tüpraş, Petkim, Türk Telekom, Türkiye Elektrik Dağıtım AŞ gibi hiçbir sermaye grubunun özkaynaklarıyla temelini atıp tesis edemeyeceği ve ülkenin en büyük iktisadi işletmeleri halindeki doğal tekeller sermayeye yok pahasına devredildi. Örneğin kamu kuruluşu Tüpraş’ın 2005 yılındaki cirosu 20 milyar dolar iken, Imf – Derviş programının ödünsüz uygulayıcı olan Akp hükümeti yangından mal kaçırır gibi 4.1 dolar gibi komik bir rakama Tüpraş’ı Koç-Shell ortaklığına sattı. Özelleştirildikten sonra piyasada rakibi ve ikamesi bulunmayan bu işletmelerde aşırı karlar elde edilmeye başlandı. Oysa bu işletmeler kamu kuruluşu oldukları için hiçbir şekilde karlılık gibi maliyet arttırıcı bir motivasyona sahip değildi. Bu işletme ve tesislerde üretilen tüm zenginlik kamu hazinesine yani tüm halka aitti. Böylelikle kamuya ve halka ait olan bu üretim tesisleri ve buradan üretilen zenginlik bir avuç sermaye ve çıkar grubuna özelleştirme yoluyla aktarılmış oldu. Bununla beraber tekel karı elde etmek için fahiş ücret tarifeleri uygulayan bu firmalar piyasada fiyatların ve maliyetlerin genel olarak artmasına ve enflasyona neden oldu. Her koşulda karlılığı ön plana koyan özel sermaye, rakibi olmayan doğal tekel konumundaki büyük ölçekli bu işletmelere yatırım ve harcama yapmayı da gereksiz gördü. Ülkemizin internet kalitesinde ve altyapısında dünyada son sıralarda yer alması ve elektrik hatlarındaki kaçaklar nedeniyle sokak ortasında yaşamını yitiren vatandaşlarımız bu savı doğrular niteliktedir.

Gazeteci Çiğdem Toker’in konuyla ilgili olarak geçtiğimiz haftalarda kaleme aldığı yazısında Elektrik Mühendisleri Odası’nın (EMO) çalışmasını kaynak gösterdiği tablo, bu gerçekliği ortaya koymak açısından oldukça önemlidir. Aşağıdaki tablo son 4 yıla ait olsa da 2009 yılında özelleştirilen Elektrik altyapısından şirketlere aktarılan devasa tekel karlarını ve servet transferini net bir şekilde sergilemektedir. Faturalardaki enerji bedeli son 4 yılda %24.5 oranında artış gösterirken; elektrik altyapısını tekeline alan şirketler dağıtım bedeli adı altında %642’lik bir artışı faturalara yansıtmış ve aradaki bu farkı kendilerine kar transferi olarak aktarmıştır. Hiç kuşkusuz, elektrik faturalarında enerji bedelinin 3-4 katı üzerindeki bir artış, sanayiden ve hanelere kadar hayatın her alanında temel girdi olarak kullanılan elektrik maliyetinin radikal bir boyutta artışına, enflasyonu beslemesine ve hayat pahalılığına neden olmaktadır. Oysa bu şirketler yerine 2010 yılı öncesindeki gibi elektrik dağıtımı yeniden kamuya ait olsa %642’lik dağıtım bedeli artışı faturaya yansıtılmayacak, enerji maliyetleri önemli ölçüde ve en az yarıdan fazla düşecek ve elektrik hizmeti kamu yararı lehine kullanılmış olacaktır. Adına holding denilen birtakım çıkar gruplarının ve rant odaklarının sebepsiz zenginleşmesi Türk halkının yoksullaşmasına yol açmakta ve aynı zamanda enerji yönünden de ülkemizi dışa bağımlı kılmaktadır.

Alın Terimiz Holdinglere Akarken – Çiğdem Toker (09.04.2025)

Sömürge ekonomisinin kutsalına gelecek olursak; bu sistemin aktörlerinin dilinden düşürmediği sihirli sözcük “yabancı sermaye”dir. Ekranlarda “faiz artmalı yoksa enflasyon düşmez” diyerek sabah akşam faizin kaç olması gerektiğini konuşan, milleti faizle yatırıp faizle kaldıran ama bir kere bile kaynakların faize değil nitelikli üretime ayrılması gerektiğini, devlet öncülüğünde sanayi yatırımları yapılması gerektiğini dile getirmeyen, dış ticaretimizdeki açığı kapatmadığımız sürece faiz ödemeye ve bağımlı olmaya devam edeceğimizden bahsetmeyen ve tek görevi kamuoyuna rıza üretmek olan sistem ekonomistleri şeytanın (sermayenin) avukatlığını yapmaktadır. IMF gibi küresel kurumların ya da finans kapitalin müfettişi gibi hareket eden Kemal Derviş, Mehmet Şimşek, Daron Acemoğlu gibi isimlerin sömürülen ülkelere çizdiği çerçeve içine hapsedilen ülkelerde katma değerden uzak ve emek sömürüsüne dayalı niteliksiz üretim yapısı öne çıkmakta ve paradan para kazanmak dışında hiçbir alternatif sunulmamaktadır.

Carry trade olarak literatüre giren ve kısa vadede finans kapitalin yüksek faize dayalı kazançlarını garanti altına alan yabancı sermaye yatırımları, vur-kaç kapitalizminin en yalın ve açık örneğidir. Süreç genel olarak şu şekilde işlemektedir: ekonomisi dışa bağımlı ülkeler döviz krizine girdiğinde, yani döviz açığı nedeniyle döviz talebinin hızla artıp kur şokunun yaşandığı bir ortamda fiyatlar döviz kuru artışına bağlı olarak hızla artmaya başlar ki bunun adı enflasyondur. Yabancı sermaye için artık biçilmez kaftan niteliğindeki koşullar oluşmuştur. Öncelikle açık bir IMF programı üzerinden ya da zımni olarak IMF tedrisatından geçmiş eski küresel finans kurum çalışanı olan kişiler ekonomi yönetimi başına getirilir. Ülkeye döviz getirecek yabancı sermayenin iştahını kabartacak yüksek bir faiz oranının verileceği garanti edilir. Döviz kurunun istikrarlı hale getirilmesi sıcak para için oldukça önemlidir, çünkü yabancı sermaye ülkeye getirdiği dövizden daha yüksek bir kurda çıkmak zorunda kalırsa bir yıl içinde elde ettiği karı erimiş olur. Bu sebeple kur Merkez Bankası kontrolü altında tutulacak ve gerektiği zaman rezerv eritilerek baskılanacaktır. Döviz kurunun en tepeye çıktığı noktadan TL faize giren yabancı sermaye, içerideki yerleşiklerin de ellerindeki dövizi TL faize çevirmesi ve Merkez Bankası’nın döviz kurundaki artışlara rezerv yakarak müdahale edeceği güvencesiyle bir yılda net kazancını %50 kadar arttırır. Yani ülkeye 1 milyon dolar yatırım yaptıysa bir yıl sonunda kabaca 500 bin dolar kar elde eder.  Şüphesiz ki bunun adı tefeci faizidir. Ayrıca bu durum Türk Lirasının baskılanarak olması gereken reel değerinden daha değerli hale gelmesine neden olur ki bu da döviz bazında ucuz kalan yabancı ürün ithaline olan talebin artması anlamına gelir. Yurtiçindeki üretim maliyetleri, yüksek faiz nedeniyle radikal bir biçimde artar. Yüksek faize dayalı bu süreç enflasyonu azaltmadığı gibi işsizlik dalgasını ve yerli şirket iflaslarını beraberinde getirir. Baskılanmış döviz kuru, döviz bazında pahalılaşan Türk mallarının ihraç edilmesini güçleştirir ve dış ticaret açığı büyümeye devam eder.

Döviz krizinin yaşandığı ve enflasyonist dalganın yayıldığı bu ortamda finans kapitalin akademik ünvanlı ekran süsleri devreye girerek ücretlere zam yapılırsa enflasyonun artacağı yalanını yayma ritüelini yerine getirir. Orta ve uzun vadede reel ücretlerin sermaye lehine eritileceği ve sermayenin emek sömürüsüne dayalı karlılığını oluşturacak koşullar sağlanır. Yüksek faize dayalı bu süreç enflasyonu düşürmediği gibi üretim maliyetlerini arttırmakta ve enflasyonu körüklemektedir. Bu süreçte kazanan sadece sermayesini halkın yoksullaştırılması pahasına katlamış olan, paradan para kazanan asalak sermaye ve çıkar gruplarıdır.

Kamunun üretimden tasfiye edilmesi ve bu alanın tekelleşen şirketlerin yüksek kar güdüsüne bırakılması enflasyonun temel nedenidir. İçtiğimizin suyun bile metalaştırılması, elektrik ve internet dağıtım hatlarının özelleştirilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin şirketlerin kar güdüsüne bırakılması enflasyonun temel nedenidir. Birkaç zincir marketin, oligopol haline gelen birkaç telekomünikasyon şirketinin, doğal tekel konumundaki büyük ölçekli petrokimya tesislerinin piyasada fiyatları yüksek kar beklentisiyle belirliyor oluşu şüphesiz ki enflasyonun altında yatan kök nedenlerdir. Hiçbir katma değer üretmeyen, emek sömürüsünden beslenen, kontrolsüz göçü, denetimsiz bir ortamı savunan özel sermayeye verilen kamu ihaleleri ile verimsiz teşvikler sadece küçük bir azınlığın refahını ve zenginliğini arttırırken, toplumun geri kalanını ise yoksullukta eşitlemektedir. Kamu kaynaklarını ucube KÖİ (Kamu-Özel İşbirliği) modeli ile döviz garantisi alarak yağmalayan rantiye sınıfı ve çıkar odaklarına bütçeden aktarılan milyarlarca dolar milli servetimizdir. Paradan para kazanmayı marifet bilen küresel finans kapital ve yerli işbirlikçileri için %50’ye kadar yükseltilen faiz oranları ve nitelikli üretimden kopuk, katma değerden yoksun, emek sömürüsüne dayalı üretim modeli ile yılda ortalama 70-80 milyar dolarlık dış ticaret açığı iktisadi bağımsızlığımız önündeki en büyük prangalardır.

Demokrasi tiyatrosu içinde Türk milletinin hiçbir zaman vekili olamayan ama küresel sermayeye temsilci olmayı çok iyi bilen siyasetçilerin ağzından düşürmediği, öve öve bitiremediği ve ülkenin kaderini hiç çekinmeden bağlamakta beis görmedikleri yabancı sermaye bu ülkenin dağını taşını tarumar etmekte serbesttir. Memleketin suyunu, toprağını, havasını; kutsal ve dokunulmaz kılınan sermayesi için zehirlemekte serbesttir. İster doğrudan (tesis kurarak) ister dolaylı (sıcak para) olsun sermayenin hiçbir çeşidine sınırsız serbesti tanınmamalı, kişisel servetler ve tekelci şirketler kamu yararına sınırlandırılmalıdır. Ovalarımızın, yaylalarımızın, ormanlarımızın, derelerimizin, denizlerimizin değil ama sermayenin dokunulmaz kılındığı ve Türk halkının sınırsızca sömürüldüğü insanlık düşmanı bu neoliberal düzen ortadan kaldırılarak tarihin çöplüğündeki yerini almalıdır. Türkiye Cumhuriyeti bağımsızlığı karakteri olarak gören bir kurucu liderin ülkesidir. Türk milleti, kendisinden çalınan tüm zenginlikleri bir gün mutlaka geri alacak ve işgalcileri içerideki işbirlikçileriyle birlikte bir kez daha kovmasını bilecektir. Egemenlik şirketlere, holdinglere, tarikatlara, saraylara değil yeniden kamuya ve Türk ulusuna ait olacaktır.

 

 

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. 4 Mayıs 2025, 00:32

    eline kalemine saglık

    Cevapla
Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!