1. Haberler
  2. Analiz
  3. Taşköprü sahibini bekliyor

Taşköprü sahibini bekliyor

featured

Av. Göksel Kırar yazdı…

Kuru sıcağın gölgede bile rahat vermediği Haziran ayının ortaları, Üsküp’teyim. (Yazar yurtdışı gezileri yaptığını söyleyerek yazıya havalı bir giriş yapıyor.) 

Gündüzleri zamanımı daha çok Vardar Nehri’nin kuzeyinde kalan Türk tarafında geçiriyorum; Taşköprü’yü geçtiniz mi çarşı, bit pazarı, kahveler…Makedonya dediğin yanı başımızda; nüfusu ve yüzölçümü Konya’dan daha az.(Ben gittiğimde Yunanistan çıkıntılık yapıyordu ama henüz ‘Kuzey’ eklenmemişti adına.) 

Üsküp küçük, şirin bir başkent, özellikle Türk tarafının Bursa’nın falan kırk yıl önceki halinden farkı yok. Beş yüzyıl süren Osmanlı hâkimiyeti de olunca hanı, hamamı, camisi yerli yerinde. Hatırı sayılır Türk azınlık yaşıyor hala, ortalık Türk, Arnavut’tan geçilmiyor, Türk şirketleri de boş bırakmamış pazarı. (Yazarın bütün havası söndü; Paris, Zürih vs. dururken Üsküp ve Türkler mi? Okuyucunun bir kısmını kaybettin aslanım)

Gezi olayları devam ediyor, Türkiye yangın yeri. Hem soluklanmak hem de sohbet için kahvelerde iskemle çekiyorum. Herkes Türkiye’yle alakadar, haliyle gezi olayları da ana konumuz. Kahve ahalisi ‘muhafazakâr’ ağırlıklı; kimisi için ağırlıklı lafı hafif kalır, söylemleri büsbütün tutucu, ama her şeye rağmen bir “Balkan” sempatikliği ve nüktedanlığı var ifadelerinde.

Ahali Nuh diyor peygamber demiyor; Türkiye’de ülke çapına yayılmış protestoların Başbakan Erdoğan’ın yoluna taş koymak için gerçekleştiğine inanmışlar bir kere (O zaman başbakanlık vardı, mutlak monarşiye geçilmemişti henüz). “Siz” diyorlar, özetle “Buraları unutmayan, bizlere sahip çıkan iktidarı zayıflatmak isteyenlerin oyununa geliyorsunuz.” 

Ne on yıllık iktidarın adım adım yükselterek hissettirdiği baskı, ne toplumsal değerlerin sinir uçlarıyla oynama ne de FETÖ’yle işbirliğinin ülkeyi getirdiği yer umurlarında. (Gel de Almanların nokta vuruşu terimlerini hatırlama, ‘zeitgeist’ bu değil de nedir? AKP’nin ikinci on yılında yaşanan baskı ve ‘skandallar’ yanında ilk on yıl zemzem suyuyla yıkanmış kalır. Zamanın ruhunda toplum diri ve tepkiliydi, şimdiki gibi mızmız ve ilk fırsatta yurtdışına kaçma hayaliyle zaman öldürmüyordu.)

Kahvelerde sohbetler böyleyken, orada okuyan Türk öğrencilerinde de durum pek farklı değil. Tanıştıklarımın çoğu bir kısım ‘cemaatlerin’ ve ‘hatırlı’ vakıfların aracılığıyla üniversite eğitimi için gelmiş. Görünüş, hal ve tavır biraz inorganik; basbayağı gençlerde eğreti duran yapay bir ciddiyet. Bu göze sokulan ciddiyeti neden belirtiyorum; sohbetlerimiz mesafeli, Türkiye’deki toplumsal tepkiye soğuk yaklaşan, hatta kahvedeki ‘abi’lerinden farklı olmayan, Gezi’yi şahlanan Türkiye’ye, yani iddia edilen Müslüman-Demokrat (Daha sonra kabul edilen yaygın tanımıyla muhafazakâr-demokrat) politik anlayışa çelme olarak yorumluyorlar.

Güneş batınca Taşköprü’nün güneyindeyim, akşam serinliği başlamış. Ortalık cıvıl cıvıl, Türk tarafının aksine, Makedonya Meydanı’nı çevreleyen kafeler, restoranlar tıklım tıklım, barlardan taşan ama gelen geçeni rahatsız etmeyen müzik ve hareket.  Akşam yemeği için bulunduğum restoranda gözüm dış masalarına takıldı; gündüz kahvedeki sohbetimizde çarşının samimiyetinden, baskı altındaki Türk dayanışmasından, Makedonya hükümetinin ayrımcı politikalarından bahseden kahve tayfasından biri, turistik mekânda ailesiyle yemeğin tadını çıkarıyor. Selamlaştık.

Gecenin ilerleyen saatleri, içkili mekânlar gençlerle dolu (biz de genç sayılırdık o zamanlar),  müzik sesinin birbirine karıştığı parklar… Barın birinde içki kadehimin arkasında fark ettiğim manzara; gündüz efendice derslerine devam ettiklerini söyleyen bizim utangaç gençlerden bazıları karşımda Makedon kızlarına kur yapma peşinde…

Ertesi günlerde ‘çarşı’da tekrar karşılaştığım aynı kahve erbabı ve gençler,  köprünün karşı tarafındaki hayatın canlılığından ve herkesin o tarafa işlerinin düştüğünden bahsettiler ayaküstü. 

Hepinizin aklına geldiği gibi, biz bu ‘kenardan merkeze’ hikâyesini anavatanda, yani Türkiye’de yıllardır bilfiil yaşadık, yaşıyoruz. 

Neredeyse çeyrek asırdır iktidarda olan AKP’nin ve üç çeyrek asırdır bekleme odasındaki muhalefetin (gerçek solun) serencamıdır bu aynı zamanda. 

Köprünün diğer tarafına geçip üretime, pazara, sosyal hayata ulaşmak isteyen ama geleneksel bağlardan kopma ürkekliğini üzerinde taşıyan kitlelerin dönüşümüydü yaşanan. 

Bu dönüşüm hem ağrılı hem de eksik oldu. 

Üçüncü milenyumun başlangıcında, bu kitleleri fetih soslu bir ‘dava’yla aldatarak iktidara geldi AKP ve hala orada.

Ama artık ‘dava’sına inananların sayısı giderek azalıyor. …

Aslında Türkiye’nin çağdaşlaşma macerasında sadece muhafazakârlar değil, bir anlamda hepimiz Taşköprü’nün kuzey tarafındaki o dingin Türk mahallesinden çıktık.  Ama köprüyü geçip eski mahallemize uğramamız giderek seyrekleşti. 

Bu görmezden gelmeyi uzun yıllar affetmedi “çarşı” ahalisi. Cezayı da ona yalanlarla gelene kapısını açarak kesti.   

Birkaç nesil, tarihi camiye, yıkık hamama, eskimiş konağa, duvarları çatlak belediye binasına katlandı. Sonra da bu eski zamanların mimarisinin gölgesinden çıkarak köprünün diğer tarafına cüretkâr adımlarını attı. 

Köprünün diğer tarafındaki canlı üretim ilişkileri modern-muhafazakar, seküler-dindar ya da gelenekçi-yenilikçi fark etmeksizin herkes için bir çekim merkeziydi. Bu, tarihin her döneminde böyle olmuştur.

Büyük şehirlerdeki iş ve aş imkânları risk almaya mecbur etti ortalama Anadolu insanını. Tıpkı Anadolu’nun taşrasından kopanların gurbete, Almanya’ya akın etmesi gibi.

Çünkü kapitalizmin sunduğu modernite bu dönüşümü kaçınılmaz kılıyordu ve muhafazakâr kitle yeni tanıştığı bu dünyada girişimciliğe, üretim kanallarına katılmaya, servet sahibi olmaya yatkınlığını çabucak fark etti. 

Türkiye adamakıllı sanayileşiyor, kırsaldan kentlere milyonlar akın ediyorken, eksik kalan ulusal kültürel birikim ve etkileşimdi

Bu eksiklik, köprünün iki yakasındaki mahalleler arasındaki gerilimi yıllar içerisinde köpürttü. 

Toplumsal refahtan aldığı pay çok büyümese de, hatta Türkiye’nin kronik hastalığı olan yüksek enflasyon çarkında ezilmekten bir türlü kurtulamasa da, ‘modern’ kitle kültürel alanda aldığı gıdalarla hayatta kalıyordu. 

Nehrin öte tarafındaki sinemaya, konsere, tiyatroya, üniversiteye daha önce ulaşmış kitle ile girişimde cevval ama sosyal ilişkilerde ürkek olan kitle kaynaşamadı uzun yıllar. Dış dünyayla ilişki kuran mahalle ile içine kapanık mahalle yok saydı birbirini.

Farklı müzikler dinlendi, farklı filmlere gidildi, farklı şekilde eğlenildi, farklı müfredattaki okullarda eğitim görüldü, farklı bir edebiyat tercih edildi. Aslında gelenekçi taraf bunların çoğuna zaman ayırmasa da bildiği en iyi şeyi yapmayı hiç ihmal etmedi; iş sahibi olup para kazanmayı.

Cumhuriyet’in bu çapraşık toplumsal gelişmesine soğuk savaşın ve darbelerin katkısı da burada devreye girdi.

 Yüksek bürokrasi, uzun bir dönem Türkiye’yi dar bir cekete mecbur etti. Yıllarca ithal ikame ile servetini büyüten ‘köklü’ sanayicilerimize kol kanat gererek yönetmeye çalıştı ülkeyi. Sosyal adaleti ve laikliği yanlış yorumlayarak, büyük burjuvazinin işbirliğiyle, yeni ve eski mahallelerin birbirine olan mesafesini bilerek korudu. 

Üstelik bulduğu her fırsatta ülkenin sorunlarına en gerçekçi reçeteleri yazan ‘sol’u budamayı da ihmal etmeden. Çünkü Kemalizm’i en aklıbaşında ele alan sol olmuştu.

Sonra 2002’de gelenekten güç aldığı iddiasındaki AKP geldi iktidara. Toprak ağası Menderes’in girişimciliğini, mühendis Erbakan Hoca’nın ağır sanayi tutkusunu, Özal’ın fırsatçılığını miras almışlardı. “Barajlar kralı” Demirel’i de katarsak Türkiye’nin son elli yılındaki imarının arkasındaki ‘sağ’ damgaydı kartvizitlerindeki. Pek tabii dördünün de ortak noktası olan dini hassasiyetleri ve müthiş bir pragmatizmi sonuna kadar kullanmakta hepsinden mahirdi.

Başta herkes için her şey iyi gitti. Dışarıdaki küresel politikayla(sakın ABD olmasın bu) uyumlu Müslüman-Demokrat, içeride de bürokratik hantallığı ve arızalı kurumları ayağa kaldıran bir hükümet olarak işbaşı yaptı ilk yıllar. 

Aslında ‘Sistem’in komiseri Kemal Derviş yol haritasını çizmiş, benzini doldurmuş ve arabanın anahtarlarını Akp’ye teslim edip gitmişti 2002’de, görevi gereği.(Kemal Derviş’i solcu sanan şaşkınlar vardı bir ara, tıpkı bugün vitrindeki bazı tosunları bize solcu diye yutturmaya çalışan bazı medya kaşarları olduğu gibi)

Yukarıda bahsedilen 50 yıllık mirasın üstüne gelmişti yeni iktidar.

Ancak AKP’nin ve lider kadrosunun öncekilerden ayrıştığı yer de tam olarak bu mirasın kullanımı. Söz konusu dini hassasiyetleri ve Anadolu gelenekçiliğini toplumsal uzlaşma yerine kültürel birikimden alınacak ‘intikam’a dönüştürdü AKP. Öncekilerden daha katı, daha insafsız, daha fütursuzca.

Bugün hergün sokakta, işyerimizde, sosyal medyada karşılaştığımız empatiye düşman, kurallara bağlı olandan, hayvana, doğaya sahip çıkandan, dayanışmadan yana, hakkını arayandan nefret eden bir taban yarattı kendine. 

Doktorların gerekirse dövülmesini normal bulan, asıl suçu şiddete, tacize maruz kalan kadında arayan, küçük çocukların yurtlardaki dramlarına sağır olan, ticari hayatın gereği olan her türlü ahlaki ve hukuki sınırlamayı yok sayan bir güruh çıktı ortaya. 

Kaçınılmaz olarak toplumsal riyakârlık da eklendi buna. Tıpkı Üsküp’te şahit olduğum, hava kararınca gece yaşamını merak edip gündüz vakti ‘cemaatlerinde’ mümin dayanışması baskısına sıkıştırılmış gençlerimiz gibi. 

Sosyal medyada her gün bir başka örneğine şahit olduğumuz, seküler hayatın sundukları karşısında, yıllardır idealize ettikleri hayatın kısa devre yapmasını doğrulayan videolar gibi.

Son dönemdeki şerbeti bol dizilerin reyting rekorları kırması boşuna değil.

Geziden sonraki son on yılın film şeridi tadındaki gerilim hikâyesi hepimizin hafızasında. 

Sonrası seçimlerde istediğini aldıkça baskısını artıran bir hükümet(almayınca sağda solda patlayan bombalar), yaşam tarzlarına aleni müdahaleler, Cumhuriyet’le intikamcı hislerle hesaplaşma, anayasal kurumların tasfiyesi, eğitim ve medya aracılığıyla bir ümmet bilinci yaratma seferberliği, muazzam bir servet yaratma ve bu servetin transferi… 

Yani istenen Neo-Osmanlıcılık için yolların asfaltlanıp temizlenmesi… 

Köprünün modern tarafına kendi yatırımlarını, servetlerini taşıyalı çok oldu bu küçük mutlu azınlığın.(Hatta daha başka yeni mahalleler buldular kendilerine; Amerika, Endonezya, İspanya, Brezilya gibi.)

Huqqa da oradan çıktı, Ağaoğlu da, son onbeş-yirmi yılda inanılmaz rakamlara ulaşan dünün isimsiz bugünün anlı şanlı holdingleri de. 

Hem modern hayatın sunduğu nimetlere ulaşma ve ondan yararlanma arzusu hem de  ‘kapitalist’ modelde iyi kötü tecrübe sahibi olmuş Türkiye’yi feodal ilişkilerle idare etme hevesi.(Bu Neo-Osmanlıcılık hayali de başka bir yazının konusu.) 

Geldiğimiz yer, yıllardır pompalanan sözde geleneksel değerlere bağlı “sağ liberal” kalkınma modelinin iflasıdır… (Paradigmanın iflası değil; o, kabahati hep yanlış yerde arayan histeri krizindeki aydınımızın işidir.)

Eşitsiz gelişme yasasının altın kuralı bizi yanıltmasın. 

Uzun bir sürecin meyvesi olan savunma sanayinde yapılan büyük atılımlar, Afrika’dan Güney Amerika’ya, Asya’ya yapılan açılımlar, Azerbaycan, Balkanlar gibi tarihsel coğrafyaya uzatılan geç kalınmış dost eli, bu iflası sadece belli bir dönem için görünmez kılar. 

Tıpkı Abdülhamit döneminde, bir yandan en baskıcı, gerici ve en çok toprak kaybedilen yıllar yaşanırken, diğer yandan imparatorlukta Cumhuriyet’in de faydalanacağı büyük bir imar ve eğitim seferberliğinin gerçekleşmesi gibi.(Sen Abdülhamid’i savundun esprisi yapacak ilk kişi bana kahve ısmarlar.) 

Artık saklanmaya gerek duyulmayan Goebbelsvari taktikleriyle ayakta kalmaya çalışan iktidar, köprünün diğer tarafındaki geleneksel mahallesini de memnun etmekten uzak. ‘Çarşı’ tüm karşı propagandaya rağmen aldatıldığını görüyor. Tarihi camiyle, bedestenle, hamamla avutulduğunu gördüğü gibi. 

Mutlu bir azınlığın kendi iktidarının devamı için bile isteye nefret dolu bir kitle yaratmaya çalıştığının farkında. Karşı mahalle de, ‘çarşı’yla olan tarihsel bağının farkına varıyor. 

İktidarın bu farkındalığı yaratan ve ulusal kültür birikimini savunan bir avuç aydını harcamaya çalışması nedensiz değil.

Ivo Andric’in “Drina Köprüsü”nü Makedonya gezim sırasında okumuştum. 

Gelenekten geleceğe giden “Vardar Köprüsü”yle dolu Türkiye.

Üçüncü Selim’le başlayan, Tanzimat’la bocalayan, Meşrutiyet’le çıkış arayan, sonunda da Cumhuriyet’e varan bir gelenek. 

Geleceğin yani Cumhuriyetimizin yol ayrımındayız bugün.

Dünya denen küçük mavi gezegenin güneşin etrafındaki sonsuz yolculuğu devam ediyorken ‘Taşköprü’ler orada duruyor…

Menderes’in, Fırat’ın, Kızılırmak’ın, Çoruh’un, Seyhan’ın, Meriç’in, Dicle’nin, Sakarya’nın, Asi’nin suları altından akıyor hala. 

Ona sahip çıkacak milyonlarını bekliyor. 

Ve su, ezelden beri yolunu buluyor. 

Biz boşuna mı veryansın ediyoruz? 

Not: Bu yazı Kuzey Makedonya’daki yangın faciasından önce yazılmıştır, geçmiş olsun.

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!