Tüm zamanların en büyük salgını: Hukuksuzluk

featured

Av. Mihriban Ünal yazdı

Sevdiğim bir arkadaşımla telefonda konuşurken sözü ne yapıp edip hukuka getirdi ve

“Hukukun kaynağı ne, Tanrı mı, insan mı, doğa mı?” diye sordu, üstelik bizler gibi hukukçu da değil, ama bizlerden daha meraklı! Sorusuna şaka yollu “ Hukukun kaynağı hukuksuzluklar!” deyince bir müddet afallayıp, “Nasıl yani?” dedi. Ben de şakanın dozunu biraz daha artırıp “Mesela seninle hukukumuz Tanrı’nın bana zulmünden kaynaklanıyor, savaş olmadan savaş hukuku olur mu hiç, en iyisi aramızda harp çıkmadan telefonu kapatalım, yoksa harp hukuku tarihine geçeceğiz.”  diye karşılık verdim, gülüşerek telefonu kapattık.

Hukuk; tarih, felsefe, sosyoloji, sosyal psikoloji gibi birçok başka alanın konusu olabilir elbette ve bugüne kadar olduğu gibi şimdi de çok farklı açılardan ciltler dolusu incelemeler yapılarak ele alınabilir. Ancak onu hangi açıdan ele alırsak alalım iktidar, devlet, güç, itaat, meşruluk, rıza, özgürlük, irade, hâkimiyet gibi kavramlar ile ekonomik ve siyasi düzenden bağımsız incelemek zordur. Tarih boyu çok büyük tartışmalara neden olmuş, hukuk fakültelerindeki yarım yamalak ve zorlama tanımları bir kenara bırakırsak üzerinde uzlaşılmış bir tanımı dahi olmayan “hukuk” ile beraberindeki “hukuksuzluk”  kavramı, bugün tüm dünyada dolaşıp adından bahsettiren, ama varlığını bulaştığı zaman hatırlatıp hissettiren virüsten farksız.

Günlük hayatta ve haliyle filmlerde de çok rastlarız. Olağan zamanlarda, her şey yolundayken işlerini türlü hilelerle daima kendileri gibi insanlara gördüren, adil ve liyakatli insanları ise sürekli öteleyerek onlara acımasızca haksızlık eden her kademeden güç sahipleri, dürüst ve güvenilir birilerine yalnızca olağanüstü zamanlarda o da kendilerini zordan kurtarsınlar diye ihtiyaç duyarlar ve işleri bitince o insanları hatırlamazlar bile.  İşte tarihte hukuk (haklar) mücadelesine baktığımızda da aynı şeyi görüyoruz, bir yerde sıkışıp çaresiz kalan güç sahipleri, hukuku sadece bir “araç” olarak görüp onunla kısa süreliğine işlerini gördükten ve kendilerinden hak talep edenlere karşı başlarını beladan kurtardıktan sonra onu çabucak unutuveriyor ve elbette unutturuyor. Bu anlamda “adalet” in başına gelenlerle “adil insanlar”ın başına gelenler değişmiyor.

ÖLMEYECEK KADAR YAŞAMAK

Öyle ki, dünyayı bir anda adeta internet ağı gibi saran virüs salgını nedeniyle devletlerin, şirketlerin, değişik kuruluşların yaptıkları özellikle ekonomik yardımlara baktığımızda, tüm bu desteklerin, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye de dâhil olmak üzere Avrupa’daki devletlere “Ölmeyecek kadar yaşasınlar, aksi halde bizim sistemimiz de çökecek!” düşüncesiyle yapılan yardımlara benzediğini görüyoruz. Herkes şunu çok iyi biliyor, bir işsizden, bir açtan bir zengine virüs bulaşabilir, çalıştırılan virüslü bir işçi tüm fabrikanın batmasına neden olabilir, şimdi mecburen iş yapamayan fabrikalar en azından bir süreliğine maske, eldiven gibi şeyleri üretmek için kamu hizmetlerine tahsis edilmezse kısa sürede büyük zararlar görebilir, toprakları işgal edilen bir Iraklı, Suriyeliden virüs kapılabilir. İşte tüm bu nedenlerle iktidar sahipleri, sistemlerini tekrar fabrika ayarlarına döndürmek için bir süre daha adilmiş gibi görünüp dişimizi sıkacağız diye düşünüyor sadece hepsi bu! Hukuksuzluğun kurşunu kendine değene dek umursamıyor insan, kurşun beynine saplandığında ise çoğu zaman geç oluyor! Bu da maalesef hukukun herkes için bir “değer” olarak değil ekonomik ve siyasi güce sahip olanlar için bir “araç” olarak görülmesinden kaynaklanıyor.

Bugün olduğu gibi tarihte de bazı olağanüstü süreçler herkese eşitlik, bölüşüm, hukuk gibi değerleri zorla da olsa hatırlatmış, ancak hemen bu süreçlerin ardından eski düzen ve hatta biraz daha kötüsü yeniden hortlamış ve ne yazık ki “hukuksuzluklar” kural, “hukuk” ise ancak bu hukuksuzlukların sonucunda ve zor dönemlerde hatırlanan bir “araç” olarak ortaya çıkmıştır. Oysa bugün de tüm dünya için beklenen, umut edilen ve olması gereken bu değerlerin “kullan at” olarak görülmesi yerine kalıcı hale gelmesi ve eğer yeni bir       ekonomik-siyasi düzen kurulacak ve buna göre  kurallar konulacaksa bunun söz konusu değerler bir an olsun göz ardı edilmeden yapılmasıdır. Aksi halde içinde yaşadığımız çağa “bilim-uzay çağı” gibi yakıştırmalar yapmak bizleri tek başına “medeni iyi insanlar” yapmıyor, çünkü sicilimiz zaten bir hayli kabarık! Orta Doğu’da milyonlarca insan savaş, işgal, terör, göç, açlık gibi nedenlerle hayatını kaybederken çıt çıkarmayan, duyguları, vicdanı, aklı körelmiş “iflah olmaz vahşi bir çağın genetiği değiştirilmiş robotlarıyız” biz.

Bir örnekle ve başka bir açıdan hukuk kavramına şöyle bakalım, kaynakların sınırsız olduğu, hiçbir kural ve otoritenin bulunmadığı bir mekân ile birlikte bu mekânda yaşayan üç kişi olsun. Burada söz konusu kişiler, arzuladıkları her şeyi,  “bu son” kaygı ve korkusuna kapılmadan istedikleri kadar alabiliyor olsunlar. Böyle bir düzende yaşayan insanlardan herhangi birinin diğeriyle “sahiplenme(mülkiyet) güdüsü” ile birlikte “hak ettiğimden fazlası benim olsun (çıkar)” temelli bir çatışmaya girmesi beklenmez, ancak mekândaki kaynakların gün geçtikçe azaltıldığı ve bu anlamda kısıtlamaların getirildiği ihtimalde kişiler arasında çıkar temelli çatışma çıkma ihtimali yüksektir. İşte bu aşamaya kadar hukuk aslında ihtiyaç duyulmayan, varlığını hissettirmeyen, ancak bu aşamadan sonra yaratılan ve işlev yüklenen, hatta çoğunlukla “kullanılan” bir şeydir.

Bir an için hayal ettiğimiz bu mekânda kaynak olarak en son yüz tane elma kaldığını ve o üç kişiden her birinin daha fazla elmaya sahip olabilmek için birbiriyle yarıştığını, bu yarışın sonunda daha güçlü olan ve hile yapan bir kişinin doksan elmayı birden aldığını, diğerlerine yalnızca on elma kaldığını düşünelim.  Ancak on elma sahibi iki kişinin de doksan elmaya sahip diğerine karşı sürekli mücadele ettiğini ve onun korku içinde yaşamasına neden olduğunu varsayalım. Burada elinde çok elma olan kişi sahip olduklarının ve kendisinin güvenliğini sağlayamamaktan, elinde az elma olan diğer iki kişi ise yapılan haksızlıktan ve sürekli çatışma halinde bulunmaktan rahatsız olur. Bu durum bize Rousseau’nun “Savaşa sebep, insan münasebetleri değil, eşya münasebetleridir.” sözünü hatırlatır, çünkü eşya ve diğer şeyler üzerindeki sahiplenmenin ve bunun sağladığı ayrıcalık ile gücün, her zaman sahip olanın emek harcayarak hak ettiği bir şey olmadığı, aksine insanın işgal, işkence, yağma, sömürü, zorla çalıştırma, hile, tehdit, yönlendirme gibi nedenlerle bir başkasının rızasını sakatlama yönündeki eylemlerinin bunu ortadan kaldırdığı, tüm bu durumlarda dışarıdan bakıldığında ve şeklen bir mülkiyetten (haktan) bahsedilse de temelde çok büyük haksızlıkların olduğu görülür.

İşte yukarıda bahsettiğimiz örnekte çatışan iki tarafın da bu rahatsızlığı üzerine en azından o an için bir orta yol ve denge bulmak adına hukuk ve hukuk kuralı icat edilir ne kadar süre yürürlükte kalacağı bilinmeden… Bu sayede çok elmaya sahip olan, elmalarının bir kısmını diğerlerine vererek güvenlik satın almış olur, az elmaya sahip olanlar ise haklarına kavuşarak çatışmadan kurtulmuş olur. Bundan sonraki süreç ise, tarihin de öğrettiği üzere, değişen ekonomik ve siyasi şartlar ile yeni dengelere göre oluşturulan yeni bir hukuk veya hukuksuzluklar sistemi ve bunların açık ve/veya örtülü kuralları üzerinden sürer gider. Ancak bir haksızlığın sonucunda ve onu ortadan kaldırmak için yaratılmış yeni hukuk düzeni dahi çok geçmeden yozlaşmaya başlar ve Oscar Wilde’nin : “Moda, o kadar kötü bir şey ki, en fazla altı ay tahammül edebiliyoruz”. şeklinde moda için söylediği sözü hukuk için de geçerli hale getirerek bizlere “Öyle kötü bir hukuk sistemi yaratıyoruz ki en fazla altı ay dayanabiliyoruz!” dedirtir.

Aslında burada kötü yaratılan “efendi-köle, zengin-fakir” gibi çok sert ayrımlar yapan yeni ekonomik ve siyasi düzendir ve bu kötü düzenin sadece bir ürünü olan hukuk kuralları da kaçınılmaz olarak kötüdür. Yaşam önden, hukuk onun ardından gider çünkü. İnternet ve teknoloji ile onun yarattığı yeni ekonomik-siyasi düzen ortaya çıkmadan bilişim hukukundan bahsedebilir miyiz? Önce ilki ortaya çıkar, sonra hukuk arkasından sabitler ve çerçeve çizer, ancak hukuk bunu yaparken yaşam akmaya devam eder. Burada dikkat edilmesi gereken, hayatın içinde hareket halinde olan, üreten, ürettiğine isim veren, sonra onu kavramlaştıran, daha sonra bu kavramların toplamıyla kendi sistemini yaratan, yarattığı sisteme uymaları için insanları şeklen de olsa razı eden kimdir? Veya en azından tüm bu imkânlara bir başkasının da onun kadar sahip olma imkânı var mıdır, varsa bu nasıl olur?

Bilgisayarı üreten ona ve parçalarına isim verir, sonra bu isimler üzerinden yazılım, donanım gibi kavramlar geliştirir, daha sonra bu kavramlar üzerinden dijital çağ ve dijital yönetim (e-yönetişim) gibi siyasi sistemler yaratır ve yarattığı siyasi sistemleri benimsetme, onlara uyma konusunda insanlarda şeklen de olsa “rıza” oluşturma ve meşruiyet yaratmaya çalışır. Bu sayede modern dediğimiz çağımız hukuku, bugüne kadar olduğu gibi bugün de ekonomik ve siyasi iktidar tarafından yaratılıp şekillendirilir. Belki bugünün geçmişten tek farkı, yaratılan yeni sisteme uyma konusunda insanlarda şeklen de olsa yaratılacak “rıza”nın yaratılma biçimidir.

Al Pacino’nun başrolde oynağı ilk dönem filmlerden 1979 yapımı ve ABD yargı sistemi ve öznelerini sorgulayan  And Justice For All’ da Arthur rolünde başarılı bir ceza avukatı olan Al Pacino ile Baro disiplin komisyonu üyesi arkadaşı arasında şöyle bir diyalog geçer ve ilk başta arkadaşı ona komisyondan çıktığında ne hissettiğini sorar ve diyalog aşağıdaki şekilde ilerler :

“- Komisyondan çıktığın zaman ne hissettin? Sırtındaki bıçakları hissettin mi?

– Çok tehlikeli bir topluluk.

– Yine başladık, neden tehlikeli olduğumuzu düşünüyorsun?

– İnsanlar bir şeyler yaptığınızı sanıyor, ama bir şey yaptığınız yok.

– Bir şeyler yapıyoruz, insanları ahlaksız avukatlardan koruyoruz.

– Gözüken şeylerle uğraşıyorsunuz, gerçek güçlere dokunmuyorsunuz.

– Vay be bu çok korkunç, gerçek güçler de neymiş Arthur?

– Bilmiyor musun?

– Hayır, ama sen söyle!

– Artık onların gerçekten de güvende olduklarını biliyoruz.

– Her şeyi bildiğini zannetmene sebep olan şey ne?

– Çok şey bildiğim yok!

– Hayır söyle. Seni bir otorite yapan şey ne?

– Otoriteymiş gibi davranmıyorum. “

Al Pacino, 1979 tarihli filmdeki diyalogda otoritesi konusunda insanları razı etmesini  “otoriteymiş gibi davranmamasına” bağlar ve Baro Disiplin Komisyonu’nun                “gözüken şeylerle uğraştığını, gerçek güçlere dokunmadığını” ileri sürer. Bu diyalog,      Michel Foucault’un “büyük gözaltı” olarak nitelediği modern iktidarların daha iyi güdebilmek ve gücüne güç katabilmek için kendilerini gizleyip görünmez hale getirmelerinden bahsederken kullandığı “Panoptikon” metaforundan esinlenmiş gibidir sanki.                  Michel Foucault, Hapishane’nin Doğuşu isimli eserinde, 1785 yılında                                   mimar Samuel Bentham’dan tasarlanması istenen ve kardeşi Jeremy Bentham tarafından da düşünceleriyle destek verilip çok sayıda insanın gözetim ve kontrol altında tutulmasını amaçlayıp özünde gücünü pekiştirmek ve olası her türlü riski hesaplayarak birey birey yönetmek isteyen kapitalizmin ürünü yapıdan ilhamla bu metaforu kullanmıştır. Önceden her alanda gücünü daha görünür kılan iktidar, bugün ise gücünü, ustalıkla gizlemesinden ve “otoriteymiş gibi davranmamasından” alıyor.

Amaçlarını bizim özel amaçlarımız, rızasını bizim çarpıtılmamış özgür rızamız ve kurduğu düzeni doğal bir süreçmiş gibi yutturmaya çalışıp kanı, canı, duyguları, sesi olan insanı, yalnızca ama yalnızca istatistik bir malzeme olarak görüp sayıya indirgeyen ve muhatapsız bırakan mevcut vahşi düzenin “gözetim-hapis hayatını normalleştiren” reklamları, siyasetçileri, iş adamları, yargı mensuplarını gördükçe Michel Foucault’un hakkını teslim etmemiz gerekir. Dünya öyle bir hale geldi ki, savaşlara maruz kalan çocukların dahi yoksullukları, acıları, travmaları, çığlıkları kimsenin umurunda değil, sadece bir tek şey önemli, o da hemen her gün haberlere konu edilen ölüm sayıları!

Dünyanın bu kendini kaybetmiş çılgınlıklarına ülkemizde hukuk konusundaki en iyi örnek, Gladyo oyuncağı FETÖ’nün 2010 referandumu ile kumpas davalarının, seçim ve yargılama görünümlü vahşetleridir herhalde. Hatırlayalım, televizyonlarından, gazetelerinden “yetmez-ama evetçiler” de dahil olmak üzere ajanlarıyla propagandalar yaparak hepimiz nezdinde nasıl da  “rıza” ve “meşruiyet” üretmeye, gerçeği saptırmaya ve koca bir ülkeyi teslim almaya çalışıyorlardı.  Bu süreçte vatansever aydınların FETÖ tarafından devletin ele geçirilmesi tehlikesini görüp seslerini yükseltmeleri de kar etmeyince sadece bir anayasa değişikliği ile ve devamında daha da güçlü şekilde yürüttükleri kumpas davalarla topraklarımızın ciğeri söküldü. Tüm bu vahşetlerde de dışarıdan bakıldığında şeklen de olsa halkın “rızası” varmış gibi görünür, ancak “şeklen varmış gibi görünen bu irade ve rızanın düpedüz sakatlanıp saptırıldığı ve üretildiği” bizler için pahalıya da mal olsa bugün artık anlaşılmıştır. Dileğimiz “demokrasi” ve “insan hakları” perdesi ile ülkeleri etnik-mezhep savaştırarak ekonomik ve siyasi anlamda kendi hâkimiyetlerini pekiştiremeye çalışanlara karşı da bu yönde toplu bir bilincin yükselmesi ve gerekli itirazların yapılmasıdır.

Çağımızın aydınlanması, birçok konuda “rıza” mızın saptırıldığını ve aslında bize ait olmadığını, büyük bir gözaltında modern gönüllü köleler olarak yaşadığımızı anlamakla başlayacaktır diye düşünüyorum. Bunu anladıktan sonra da yeni bir ekonomik-siyasi-hukuki düzenin hayal olmadığını fark edeceğiz.  Bu düzeni kurmak içinse öncelikle kendini gizleyerek bizi muhatapsız bırakan, bu sayede tüm direnç ve itirazlarımızı ortadan kaldırmaya çalışan, rızamızı çarpıtan, çevremizi, kaynaklarımızı, toprağımızı sömüren, bize sabah akşam yumruk atmasına rağmen meşru savunmada bulunacağımız esnada kendini ustalıkla saklayan ve tıpkı bir virüs gibi tüm dünyayı saran hukuksuz yapıları gözler önüne sereceğiz ve onları itibarsızlaştıracağız. Ayrıca topyekûn ve büyük bir mücadeleye kendi gücümüze dayanarak girmeyi göze alacağız.

Sürekli haksızlığa uğrayan bir insanın verdiği tepki ile aynı muameleye maruz kalan doğanın verdiği tepki arasında bir fark yok aslında. Bu sebeple belki de şu an yaşadığımız bu büyük virüs salgını, bizlere az önce bahsettiğimiz farkındalığı kazandıracak ve sonrasında ortaya çıkacak ekonomik- siyasi düzen ve bu düzene bağlı olarak yaratılacak yeni hukuk sistemine dair sorular sorduracak.  Nasıl bir düzen istiyoruz, bu düzende çarpıtılmamış özgür irade ve rızamız olabilecek mi, bizleri insan yapan ve değerli kılan nedir, Cumhuriyet’in başarmaya çalıştığı gibi her alanda gerçekten fırsat eşitliğini sağlayabilecek miyiz, herkesin barınma, beslenme, eğitim, sağlık ve güvenlik sorunlarını insana yakışır şekilde çözebilecek miyiz, egemenlik gerçek manada ve kayıtsız-şartsız millete ait olacak mı gibi önemli sorular.  İşte bu sorular ve doğru cevapları sayesinde bugüne kadar eşitsizlik ve adaletsizlikleri perdelemek adına hukuku araç olarak kullanan ekonomik ve siyasi güç sahiplerinin, hukuku dahi sadece kağıt üstünde kalan ve dışarıdan bakıldığında özellikle herkes tarafından anlaşılmasın diye gayret sarf edilen ayrıntılı kurallardan ibaret bir sopaya dönüştürmesine son verilecektir.

Yoksa kağıt üstünde muhteşem sistemler kurabilir, demokrasi, insan hakları, hak, hukuku dilimizden düşürmeyebilir, hatta bugüne dek olduğu gibi bundan sonra da bu değerleri sadece araç olarak görüp haksızlıklarımızı perdelemek için kullanabiliriz, ama  Ernest Hemingway’in İspanya iç savaşını anlattığı Çanlar Kimin İçin Çalıyor isimli eserinde de söylediği gibi : “Kağıdın kanı akmaz!”

Bu vahşi iflah olmaz hukuksuz dünya düzeninde akan kanın insana, doğaya, toprağa ait olduğunu bir kez daha gösterdi virüs salgını. Hayır, virüs herkese eşit davranmıyor, aksine tüm zamanların en büyük salgını olan eşitsizlikleri ve hukuksuzlukları çok sert şekilde yüzümüze çarpıyor. Evsiz, gıdasız, sosyal güvencesiz, parasız pulsuz, işsiz veya ekonomik çıkmazları nedeniyle çalışmak zorunda olan insanlar istese de evde kalamıyor ve kendi sırtlarından geçinen şöhret budalaları gibi sosyal medyadan şımarık fotoğraf ve videolar paylaşamıyor. Oysa bugün daha çok paylaşılması gereken ekmek, su, samimiyet, sevgidir, çünkü bir çocuk açlıktan ölür, bir adam işsizim deyip kendini yakar, bir anne artık sıkmaktan dişini kırar… Bu zamanlarda işte her şey anlamını yitirir, bu anlamı yeniden bulabilecek miyiz? Nihat Genç, “veryansın” ettiği konuşmalardan birinde :   “…Kim yiyor, kim ölüyor? Bu soru şimdinin sorusu değil, bin yılın sorusu.” der.  Bugün tüm zamanların en büyük salgını hukuksuzluktan kurtulmak için bu soruyu bir daha ve güçlü şekilde sorma vakti gelmedi mi?

NOT : “Hak” mücadelesini, “efendi” tanımadan ve baş eğmeden yürüten tüm meslektaşlarımın Avukatlar Günü’nü kutlarım.

Tüm zamanların en büyük salgını: Hukuksuzluk

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. Adaletin beşiği; vahşi kapitalizmin kucağı olduktan ve bu beşiği körler, sağırlar ve açlar tıngır mıngır salladıktan sonra köleliğimiz yerini robotluğumuzla devşirecek! Tebrik ederim; Mihriban Hanım; sizi yüce erdeminizden dolayı kutluyorum zira adaletin olmadığı yerde avukatlık mesleği de anlamımı yitiriyor! Dilerim iyi insanların avukata ihtiyacı olmasın!

  2. Tebrik ederim.
    Değerlendirmelerinizin ölçeği ve hukuksuzluk meselesine bakış açınız itibariyle sizi saygıyla selamlıyorum.

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!