Türkiye’de devlet çökerken biz neyi konuşuyoruz

featured

Prof. Dr. Meltem Dikmen yazdı…

BİR DEVLETTE HUKUK VE ANAYASA ASLINDA NEDİR VE NE İÇİNDİR

1940’ların başında bir nazi hukukçusu şöyle yazmış: “Suçları önleme konusunda yargıç artık yalnızca adalet dağıtmıyor. Onun faaliyeti bir idare memurununkine yaklaşıyor. Yalnız adalete önem vermekle kalmıyor, zaruretlere göre de hareket ediyor. Artık yargıç ve idareci, yargı organları ve polis çoğunlukla aynı amaçlar peşindeler.”

Totaliter sistemlerin devlet yapısı ve anayasası üzerine durmaya gerek yoktur, çünkü totaliter sistemlerde bu yapıların fazla bir önemi yoktur. Bunlar sürekli değişir, karar verme yetkisi tek bir kişide veya tek bir ekipte toplanmıştır ve bu gücün hukuka verdiği şekil, devlet yapısını ve anayasasını da belirler. Böyle bir yönetim anlayışı içinde anayasanın göstermelik bir araç olmaktan başka bir işlevi yoktur. Veya daha cüretkar bir güç için anayasa, nasıl yöneteceğine dair bir bildiriden başka bir şey değildir.

Oysa bir devlet, yasama, yürütme ve yargı işlevleri ile kavranır. Devlet faaliyetinin sürdürülmesi ve kamusal hizmetin icrası için gerekli ve vazgeçilmez olan bu işlevler içinde, doğrudan doğruya adaletin gerçekleştirilmesine yönelik fonksiyon yargıya aittir, çünkü devlet aynı zamanda bir hukuk düzenidir ve devlet adına gerçekleştirilen tüm eylem ve işlemlerin nihai amacı adaleti gerçekleştirmektir.

Adaletin nasıl sağlanacağı, devlet organları arasındaki ilişki ve dengeleri de etkileyen bir sorundur. Hukuki uyuşmazlıkları kesin olarak çözme gücüne sahip yargı organının odaklandığı tek amaç vardır ki o da hukuk düzeninin adalet temelinde kurulması ve korunmasıdır. Bu nedenle, tercih edilen hükümet sistemi ne olursa olsun, gerçek demokrasiler yargı organını, siyasi işlev üstlenmiş yasama ve yürütme organları karşısında ayrı ve üstün bir konumda tutarlar.

Demokratik anayasalar, yargı bağımsızlığının tüm ilkesel ve kurumsal güvencelerini yaratmıştır.

Demokratik anayasalar, kesinleşmiş yargı kararlarının tüm devlet organları, gerçek ve tüzel kişiler için bağlayıcı olduğu konusunda yoruma kapalı bir kesinlik taşır.

Demokratik anayasalar, yasama ve yürütme organlarının tüm eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğunu denetleme ve devlet organlarını hukuk çerçevesinde tutma görevini yargıya vermiş, yargı organına bu görevi gerektiği biçimde yerine getirebilecek yetki ile donatmıştır.

Esasen çağdaş anayasalar, “siyasetin hukukla dizginlenmesinin mutlak bir zorunluluk olduğu” düşüncesinin ürettiği metinlerdir ve bu zorunluluğun doğurduğu kurum bağımsız yargı; anayasaya hak ve özgürlüklerin siyasal iktidarın keyfi otoritesine karşı korunduğu üstün ve bağlayıcı norm karakteri kazandıran da bağımsız yargının özel ve tartışılmaz konumudur.

Altını çizerek ve tekraren; hukukun temeli, bağımsız yargıdır. Bir devlette gerçekleşen tüm eylem ve işlemlerin adalete uygun bir şekilde gerçekleştirilmesi ve ihtilafların adalete uygun sonuçlanmasının aracı da bağımsız yargı organıdır.

Mahkeme kararlarını kişisel veya siyasi eğilimler değil, hukuka uygun yasalar biçimlendirir. Yargı bağımsızlığı, yargının tarafsızlığı ile anlam kazanır. Tarafsızlık, yargıcın ve yargısal süreçlerin özellikle siyasi iradenin emri ve talimatına mecbur ve mahkûm edilememesidir.

ÜLKEMİZDE HUKUK VE YARGI NEREDEDİR

Türkiye’de, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin vermiş olduğu bir kararla Anayasa Mahkemesine yönelttiği suçlamalar, yüksek yargı kurumları arasında çıkan, cumhurbaşkanının hakemliği ile çözülebilecek basit bir krizmiş gibi gösterilemez.

Ne mi oldu?

Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Türkiye İşçi Partisi Hatay Milletvekili Can Atalay hakkında hak ihlali kararı veren Anayasa Mahkemesi (AYM) üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu.

Bu karar, hukuk tarihine “bir hukuk devletine, parti devletinin yargısı eliyle nasıl darbe yapılır” başlığı ile geçecek ve ibretle hatırlanıp anlatılacak bir karar olacaktır.

Konu, en sade özetiyle, Türk Anayasa Mahkemesi’nin, Anayasanın ilgili maddesi çerçevesinde hak ihlali başvurusu ile önüne gelmiş bir davada vermiş olduğu karar nedeniyle uğradığı bir saldırıdır.

Mahkemede aleyhine verilmiş bir karara öfkelenip hakime kurşun veya hakaret yağdıran bir gerçek kişi ne yapmış ise, Yargıtay 3. Ceza Dairesi de Anayasa Mahkemesi’ne onu yapmıştır.

Sokaktaki bir vatandaşın olaya böyle bakması ve bu sonucu çıkarması için gerekli algı operasyonu yürütülmekte. Olaya, yüksek mahkemeler arasındaki bir rekabet ve karşılıklı güç gösterisi olarak bakmamız sağlanabilir ve böyle bir kamuoyu oluşturulabilirse hedefe ilk atışta isabet sağlanmış olacaktır. “Madem ki geçinemiyorlar, görev ve yetkilerine yapılacak anayasa değişikliği ile yeni bir şekil verilirse sorun çözülmüş olur.”

Memleketimin dahilinde iktidara sahip olanlar, belirledikleri nihai hedefe giden yolda gerekli temizliği yapmak için şimdi yeni sebepler üretmekteler.

Kalkın ey Ehli vatan diye haykırmak vakti geldi de geçiyor bile.

Hukuk devletinin duvarları senelerdir dövülmekte, duvarların yıkıldığını ilân etme zamanının geldiği düşünülüyor ki, yeni bir tiyatro oyunu sahnelendi. Malum ve meşhur aktörler senaryoda üzerlerine düşen rolleri oynamaya başladılar ancak çok başarısız oyuncular çok kötü yazılmış bir senaryo içindeler ve hiç inandırıcı değiller.

Ortada, hukukçu kimliği ve formasyonu gelişmemiş bir kısım yargıcın, tesadüfen yerleştiği bir üst yargı merciinden hukuka açtığı bir yaylım ateşi olmaktan daha vahim ve daha tehlikeli bir tablo var.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne çöreklenmiş iktidar, uzun yıllardır taş taş ördüğü anayasal duvarlar ve bu duvarlar berisinde işlettiği hukuk ile, bağımsız yargı güvencelerini, hem yargı mensupları, hem de hak arama savaşındaki yurttaşlar için aşama aşama ortadan kaldırmıştır.

Yürürlükteki anayasamız iyi kurulmuş cümlelerle son derece şık bir üslupla yargı bağımsızlığına ilişkin hükümler içeriyor; ancak bu hükümlere rağmen verilen yargı kararları, boy gösteren yargıç tablosu ve hak arama labirentlerinde yolunu kaybetmiş yurttaş tablosu, anayasaya rağmen, bağımsız yargı ile tahkim edilmiş bir hukuk devletinden ne kadar uzak olduğumuzu bize gösteriyor.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi, yapılan bir başvuruyu, anayasal görev ve yetkisi çerçevesinde değerlendirip hak ihlali tespiti kararı veren Anayasa Mahkemesi üyelerine karşı suç duyurusunda bulunmakla mesajını verdi. Yüksek yargının bir kanadı iktidarın memurudur. Danışmanlar danışmanı Mehmet Uçum’un ifadesiyle milli yargı safında yerini almıştır.

Böylece, memleketimin dahilinde iktidara sahip olanların hukuk devletine karşı başlattığı savaşta, bir cephe daha açılmıştır.

Ne ilgisi var denilebilir, Tansu Çillerin “böcek yiyen böcek” olarak tasvir ettiği “teröriste karşı köy korucusu” formülü geldi aklıma. Veya Süleyman Demirel’in sokakta vuruşan gençler için söylediği “iti ite kırdırıyoruz.” sözü.

Biz iflah olmaz vatanseverler, vatanımızı her şeyiyle severiz. Korucu olarak silahlandırıp teröristin karşısına diktiğimiz insanımız böcek değildir, soğuk savaşta emperyal güçlerin planlarına kurban ettiğimiz sağdaki ve soldaki gençlerimiz “it” değildirler, yargının yönetim mevkiindeki birilerinin   hırs ve keyfi otorite cinnetine alet kılmak istediği yargıçlarımız ve yargı kurumlarımız da, iktidarın yeni oyun planının birbirine kırdırılarak itibarsızlaştıracağı piyonlar değildir, olmamalıdır.

Soruna mevzuat açısından baktığımızda;

Madde 9 – Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır.

1982 AY m.11: Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.

Anayasa Madde 138: Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz. Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz. Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.

MADDE 148- Anayasa Mahkemesi, kanunların, Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler ve bireysel başvuruları karara bağlar.

(Ek fıkra: 7/5/2010-5982/18 md.) Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır.

(Ek fıkra: 7/5/2010-5982/18 md.) Bireysel başvuruda, kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamaz.

(Ek fıkra: 7/5/2010-5982/18 md.) Bireysel başvuruya ilişkin usul ve esaslar kanunla düzenlenir.

MADDE 153- Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir. İptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz.

Anayasa Mahkemesi bir kanun veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez.(1)

Görülüyor ki, mahkemelerin bağımsızlığı, Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetkileri açısından getirilen hükümler çerçevesinde, Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlalini tespit kararı veren üyelerine atfı kabil tek bir görev kusuru görülmez iken, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin suç duyurusunda bulunan üyelerinin Anayasayı çiğnedikleri, ağır ve açık bir görev kusuru işledikleri ortadadır.

Üstelik Anayasa Mahkemesi kararını yerine getirmemek şeklindeki suçu, ilk ihlal kararının gereğini yerine getirmedikleri tarihte işlemişlerdi, keşke Anayasa Mahkemesi, ilk ihlal kararının gereği olarak Can Atalayı tahliye etmeyen 13. Ağır Ceza mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunsa idi, mahkemeler aralarında top çevirirken, Yargıtay 3. Ceza Dairesi mahkumiyet kararını kesinleştirdi, ve şimdi kesinleşmiş mahkeme kararlarının bağlayıcılığı konusundaki Anayasal ilke ve kural, Yargıtay kararı için de geçerli hale gelmiştir.

Can Atalay üzerinden, mahkemeler arasında kurulan bir tiyatroyu biz seyrederken, bu hukuki mesele düğümlendi ve niyetlerine meşru zemin döşeyen fırsatçılar köşelerinden kalktı dilleri altındaki baklayı çıkardı, “bu mesele Anayasa değişikliği ile çözülür.”

Müsamere bitti, sıra elele tutuşarak sahneden milleti selamlamaya geldi, onu da yaptılar, yüksek mahkeme başkanlarını birbirine kırgın ve küstün görmedik, roldü, yerine getirdiler şimdi dağılma ve sahneyi oyun kuruculara bırakma vakti.

Oyunu gördük ama eşeğe kızıp semer yakmak bize yakışmaz. Hukuk devletinin himayesinde yaşamak kararlılığında isek, bağımsız yargımızı iktidara yem etme oyunlarında seyirci olmaya itirazımız vardır.

Bu durum karşısında yapılması gereken T.C. Devleti’nin asgari demokratik bilince sahip, anayasanın kendilerine emanet edildiği onurlu yurttaşlarının hep birlikte, Yargıtay 3. Ceza Dairesi üyeleri aleyhine yargı çevrelerinde suç duyurusunda bulunmalarıdır.

İktidar güçlerinden alınan talimat veya cesaretle, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin görevli iktidar ajanları eliyle, tamamen hukuka aykırı bir biçimde yapılan bu suç duyurusu, Anayasa Mahkemesi’ni kamuoyu nezdinde itibarsızlaştırmak, önümüzdeki aylarda masaya gelmesi muhtemel yeni anayasa değişiklikleri kapsamında Anayasa Mahkemesi’nin statüsünü değiştirmek, görev ve yetki çerçevesini tırpanlamak konusunda iktidar çevrelerine haklı bir meşruiyet zemini yaratmak için ortaya fırlatılmış yeni bir siyasi gündem konusu olabilir. Ne olursa olsun, ne maksatla yapılmış olursa olsun, Yargıtay 3. Ceza Dairesi üyeleri kendi mantık ve kendi bakış açıları içinde kalarak söylemeliyiz ki, anayasayı ihlal etmiş, suç işlemişlerdir.

Mevzuat açısından, Anayasa Mahkemesi üyelerinin 9’unun birden haklarında kovuşturma açılabilmesi için verili, uygulamaya müsait bir mevzuat hükmü yoktur, ancak Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin, bu suç duyurusu altında imzası olan bütün üyelerini yargılamak için hem prosedür elverişli, hem de suç açıktır.

SONUÇ

Kurumları çöken, hukuk devleti duvarları yıkılan, toplumsal ayrışma ve kamplaşmanın siyasi iktidar eliyle teşvik ve tahrik edildiği, kurucu değerleri aşınan, cumhuriyetinin temel nitelikleri anayasasında birer kelime olmak düzeyine indirgenen bir devlette, hayatta kalmaya, onurlu yurttaş kimliğini koruyarak vatanını elinde tutmaya çabalayan, ülkesinin geleceğinden kaygılı vatanseverlerin de yaşananlar karşısında söyleyecekleri olmalı.

Şunu belirtelim ve sonra da gerekçelendirelim: Sahte bir demokrasi dekoru içinde ülkeyi yönetmekte olan otoriter rejimimiz, totaliter kimliğine hukuki bir kılıf giydirmek zamanının geldiğine karar vererek harekete geçmiştir.

Hayalindeki evi, kıt imkanları ile yapmaya çabalayan bir yurttaşın para buldukça taş taş evini örmesi, kat kat yükseltmesi gibi, memleketimiz dahilinde iktidara sahip olanlar da, alıştırarak, uygun zemin ve fırsatları yaratarak adım adım Türk devletini dönüştürmekteler. Yaşadığımız her anayasa değişikliği hamlesi, yeni devlet projesinin hukuk duvarlarını örmek içindi, şimdi bu devletin iç işleyişinin planı için inşaat başlatılacaktır.

Demokrasi, özgür ve özgürlüğünü korumak konusunda bilinçli ve kararlı bireylerin hakettiği bir rejimdir.

Demokrasi aynı zamanda, tüm çatışmaların hukuk içinde ve hukukun hakemliğinde cereyan ettiği barışçı bir düzende yaşayan iyi bir toplumun ta kendisidir.

Ancak bir hukuk düzeni içinde demokrasi varlık ve işlev kazanır. Siyasi iktidarın kuklası bir yargı sisteminin olduğu yerde ne devlet vardır, ne demokrasi, ne de özgür bir toplum.

Türkiye Cumhuriyeti, Anayasasının teminat altına aldığı, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine dayalı laik, demokratik sosyal bir hukuk devleti olma niteliğini kaybetmiştir. Şimdi memleketin dahilinde iktidara sahip olanlarca kendisine kazandırılmaya çalışılan yeni niteliksizliklere uygun bir anayasal cendere içine girmeye zorlanmaktadır.

Toplumda “milli irade”, “temsil” kavramları ve bunların uzantısı olan kurum ve kuralların teorik alt yapısına ilişkin bir bilgisizlik ve bilinçsizlik vardır. Bu nedenle de “temsil”i seçime indirgemek ve seçim sonuçlarına dayanarak, “milli iradenin siyasi erke sağladığı tüm otoriteyi mutlak bir hakmış gibi görmek ve göstermek gibi yanlış bir algı ile uyutuluyoruz.

Özgürlüklerin, memleketin dahilinde iktidara sahip olanların zannettiği ve halka zorla kabul ettirdiği sahte bir milli irade ve milli egemenlik dayatmasıyla, iktidarın keyfi kararlarıyla daralıp genişleyebildiği, kimi gönendirip kimi süründüreceği konusunda mutlak yetki ve takdir sahibi olan bir iktidarın biçimlediği, anayasal denetim yol ve mekanizmalarının milli iradenin temsilciliği (hatta sahipliği) adına reddedildiği bir siyaset anlayışının boğduğu bir iklimde, demokrasinin göstermelik kalmış kurumlarına da veda zamanı gelmiş gibi görünüyor.

Tek adama yaslanmış bir demokratik yönetim olamaz. Kitle iletişim araçları üzerinde çeşitli yöntemlerle oluşturulan baskı ve kontrolün gölgesinde demokrasi yaşamaz.

Toplumun bu yolla sindirilmesi, düşünceyi açıklamanın önüne her türlü engelin acımasızca dikilmesi, kolluk gücünün, yargının, kamusal yetki kullanan tüm devlet birimlerinin yönetenin siyasi hırs ve beklentileri doğrultusunda görev yapmaya mecbur ve mahkûm hatta gönüllü olduğu bir siyasi iklimde demokrasi yoktur. Geleceğe ümitle yürüyen bir millet, o milletin evi bir vatan da böyle bir iklimde yaşamaz.

Esasen totaliter bir diktatörlüğün resmini çekmiş olduk. Bu diktatörlük, “bana bir anayasa lazım, o da hemen lazım” diyorsa, niyeti sorgulanmalıdır. Biliyoruz ki, veya artık bilmeliyiz, öğrenmeliyiz ki, totaliter yönetimler demokratik kurumsal mekanizmaları kendi lehlerine işletebilmek için halkı güzel sözlerle, vaadlerle, nabızlarına uygun şerbet vererek ikna eder, sonra da halktan aldıkları desteğe yaslanarak tüm anayasal kurumları püskürtürler. “Demokrasi bizim için gideceğimiz yere kadar bineceğimiz bir araçtır” sözü ve sahibi çok tanıdık.

Totaliter diktatörlük, demokrasi içinde ve demokrasi adına konuşur görünürken, aslında total iktidarını pekiştirecek olan kendi ideolojisini resmi plana taşıyacak bir zemin hazırlığı içindedir.

Anayasal bir devlette siyasi iktidar, anayasanın görev ve yetki sınırlarını çizdiği aktörlerden biridir. Bir otobüs şoförünün otobüsün fren ve motor sistemi ile oynama hakkı, yetkisi ve buna uygun bir bilgisi olmaması gibi, siyasi iktidarın da içinde varlık ve meşruiyet kazandığı anayasal sistemle oynama hakkı, bilgisi ve yetkisi yoktur. Arkasındaki halk desteği, siyasi iktidara “kaynağını anayasadan alan ve sınırları o anayasa ile çizilen devlet yetkisini kullanma hakkını verir.”

Memleketimin dahilinde iktidara sahip olanlar!

Hukuk devleti, anayasal değerlerin ihlalini hukukla denetleyen ve hukukla düzelten bir devlettir.

Anayasal bir hukuk devletinde, eylem ve işlemleri ile anayasal değerlerin potansiyel tehdit kaynağı yasama ve yürütme iktidarı, bu tehdide karşı anayasal değerlerin sınır koruma memuru ise yargıdır.

Yargıdan elinizi çekiniz.

Meşruiyetinizi, gücünüzü içerdiği ilke ve kurumsal güvencelerle denetleyen anayasaya bağlılıktan alıyorsunuz. 2017 değişikliği ile duvarlarını yükselttiğiniz totaliter yönetimi tahkim etmek için son hamle olarak yargıya da yeni bir anayasal statü kazandırmak istediğinizi görüyoruz. Memleketimin dahilinde iktidara sahip olanların has müttefiki Perinçek “hukuk, siyasetin köpeğidir” demiş idi, bu mantık, yargıyı iktidarın nesi yapmaya niyetlidir?

Anayasa Mahkemesi’ni ortadan kaldırmak, veya gücünü ve işlevini ciddi ölçüde budamak niyetinde olduğunuzun farkındayız. Böylece arsalaştırdığınız vatan coğrafyasının dağını taşını, ovasını börtü böceğini, insanını kafanıza göre yeniden şekillendirirken önünüzde hiçbir engel kalmaması için son temizliği de yapmış olacaksınız.

Hukuk devleti adı altında işleyen bir devlet çarkını nasıl döndüreceği konusunda dizginsiz davranmak isteyen bir siyasi iktidar, kendi siyaset yapma tarz ve niyetini hukuk devletine monte ederken anayasa mahkemesinden de kendisini onaylayıcı bir mekanizma olarak görev yapmasını bekleyebilir. Bu beklentisini, milli irade ve milli egemenlik kavramlarının popülist ve ham yorumlarına dayandırabilir. Türkiye bugün, hukuk devleti kavramının kendisi kullanılarak hukuk devletinin olmazsa olmaz kurumlarına karşı açılmış bir savaşla karşı karşıyadır.

Sandığı milli irade, milli iradeyi de kendisi sanan bir çarpık mantık, iktidarını yasaların ve yargının üzerine kurarak, kimsenin eleştiremeyeceği, denetleyemeyeceği ve yargılayamayacağı bir sınırsız iktidar vehmi ve cinnetinin depreme uğrattığı hukuk düzeninde, düzenle birlikte yok olmaya mahkûmdur. Kendi hukukuna tabi ve kendi yaptığı yasa ile yönetmeye kalkan erkin, çağdaş dünyada yeri yoktur.

Türkiye’de devlet çökerken biz neyi konuşuyoruz

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. Böyle güzel,açıklayıcı bir mütalaa görmedim. Bu ülkede son derece değerli hocalarımızın olması gurur verici..sonsuza kadar yaşasın Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti..

  2. 12 Kasım 2023, 19:40

    Ülkede olan bitene sessiz kalmayan gerçek profesörlerin olduğunu görmek umut verici.
    Teşekkürler.

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!