Serkan Öz yazdı…
Bu yazımızda Cumhuriyet’in köyü, ilçesi, şehri ve bütün bu yerleşim alanlarının (vatan kavramının içerisini doldurarak) Cumhuriyet devrimi felsefesi doğrultusunda üretim ve bölüşüm ilişkilerini tartışacağız. Bu bağlamda yerleşim alanlarının imar planı, çarşı-pazar planlaması, tüm emekçilerin ücret politikası ve üretici güçleri nitelikli bir yetkinliğe getirecek siyasi ve sosyolojik örgütlenme modelini işleyeceğiz.
Tartışmamızın dayanağını, Atatürk’ün sınıfsız, imtiyazsız bir toplum tanımlamasından yola çıkarak Türk milletinin ortak kader birliğini yaratacak, Ziya Gökalp’in “Mesleki dayanışma” diye tarif ettiği “Solidarizm” ve “Korporatif devlet” anlayışı temelinde yapmaya çalışacağız.
KÖY HAYATI
2022 TÜİK verileri, bugün ülkemiz nüfus dağılımını, yoğun kent nüfusu %68, orta yoğun kent nüfusu %15, köy ve kır nüfusu %17 olarak vermektedir.
Verilerden hareket ettiğimizde temel gıda ve beslenmenin nüfusun beşte biri tarafından karşılanmaya çalışıldığını söyleyebiliriz. Aslında nüfus dağılımı bize, bire bir gıda ve beslenme kaynağını gösterme açısından sağlıklı bir veri oluşturmuyor. Günümüzde geniş yığınların beslenmesi, daha çok büyükşehir merkezlerine yakın endüstriyel üretim çiftliklerinde ve fabrikalarda gerçekleşiyor. Bugün köy nüfusunun bile etini, sütünü, yumurtasını, tereyağını, peynirini marketlerden temin ettiği bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bu, aynı zamanda bir milletin sağlıklı ve temiz gıdaya ulaşması açısından önemli bir sorunu da ortaya çıkarıyor.
Son süreçlerde gözlemlediğimiz kadarıyla büyük şehirlerde emekli olan önemli bir çoğunluğun geri kalan hayatlarını geçirmek üzere köylere dönüş yaptıklarını da belirtmek gerekiyor.
Bugün için köylerimizde gördüğümüz tabloyu, eksik değerlendirmelerimizi de belirterek resmetmeye çalışalım.
Birçok köyümüzde okulların kapatılmış olması, sağlık ocaklarının kapatılıp ebe, hemşire atamasının dahi yapılmaması, köyde kamu bürokrasisi yahut devlet görevlisi açısından cami imamlarının dışında kimsenin kalmadığı bir sosyoloji ortaya çıkarmıştır. Hatta köy niteliği taşıyan birçok yerleşimin, bazı seçim ve iktidar kaygılarıyla mahalleye çevrilmesi, köylerin bir yaşam ve üretim alanı olmasını her geçen gün daraltmakta olup yeni kuşakların şehirlere göçünün yolunu açmaktadır. Millet ve devlet bütünleşmesinin sadece cami imamı üzerinden yapılması sağlıklı bir Cumhuriyet sosyolojisinin oluşmasını engellemektedir.
Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinde “Köylü milletin efendisidir” tanımlaması bugün için içi boşaltılmış bir cümleden öteye geçememektedir. Köy Enstitülerinin bugün için de biricik kalkınma modelini oluşturacağı, aynı zamanda üretici köy kooperatifleriyle birlikte köy ihtiyar meclisinin süreci yönetip gerekli motivasyon ve örgütlenmeyi sağlayacağı, yukarıya doğru ilçe ve il planlama kurullarının oluşturulacağı ve aynı zamanda illerin de merkez planlama içerisinde yer alacağı bir üretim modelini inşa etmemiz gerekmektedir.
Bugün, vatan toprağının altındaki ve üstündeki zenginliklerle toprak yapısı, yerüstü ve yeraltı su kaynaklarının kullanımı, güneş ve rüzgâr gibi enerji kaynaklarının akılcı planlamasını yapacak liyakat sahibi yeterli birikim mevcuttur. Hayvancılık ve tarımın mı veya madenciliğin mi daha verimli olduğunu ve hangi ürünlerin en yüksek kalitede ve en verimli şekilde yetiştirilebileceğini tespit edebilecek yeterli uzmanımız, bilim insanımız ve teknolojimiz mevcuttur. İş; bu birikimin, tüm vatanın menfaati yani Türk milletini ortak gaye ve amaçta birleştirerek ortak zenginliğini çoğaltma amacıyla bir araya getirme, karar ve iradeyi bu birikime devretme meselesidir.
Bugün için köylerimizde ortalama 100 hane varsa en az 30-40 traktörün varlığını görmekteyiz. Tüm tarım ve iş ekipmanlarıyla düşündüğümüzde tarım-makine sanayisine ve bunun finansmanı için finans kapitale çalışan bir köylü sınıfı inşa edildiğini görmekteyiz. Bu bireysel üretim modeli ve onun getirmiş olduğu makine ve ekipman yatırımları, köylü halkta bile, bir zamanlar imece ruhuyla ortaklaşmış bir yaşam kültürünü, üretim ilişkisinin toplumsal ilişkiye yansıması olarak iğdiş edip, bir milleti millet yapan dayanışma ruhunu büyük oranda zedelemiştir. Bir köy arazisi planlaması içerisinde gereğinin çok daha üzerinde yapılmış olan tarım araç ekipman bütçesi, ortak üretim modeli içerisinde zaman ve verim açısından çok daha nitelikli bir kazanım sağlayacaktır.
Millet; ortak bir vatan savunması, savaşıyla “millet” olarak tarih sahnesine çıkar ve bunu Türk milleti, mazlum milletlere de örnek olacak bir tarihi zaferle taçlandırmıştır. Ancak bugün geldiğimiz nokta, bu ortak bedelin karşıtlığı olarak feodal ilişkileri geliştiren, kapitalist sermayeye köleleleştirilen emekçileri üretmiştir. Köylüyü, milletin temel direği ve ruhu olmaktan uzaklaştırmaya yönelik ve hatta kendi içerisinde bile birbirine yabancılaştırılan köy sosyolojisi yaratmış olup yeni nesillerin köylerinden kaçtığı bir iklimi doğurmuştur. Ve elbette bu tablo örgütlü, planlı bir devlet aklı olmaksızın yıkılıp tekrar Cumhuriyet’in köy modeline dönüştürülemez. Bu hedef için gerekli yapısal değişikliğin yasa, yönetmelik ve teşvik modelleri ile derhal hayata geçirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Hatta bu köy ve kent planlaması, ücret adaleti, üretim ve bölüşüm ilişkilerinin kurucu bir meclis ile anayasal statüde yer alması gerektiğini ve buna uygun bir şekilde yasa ve yönetmeliklerinin de bu paralelde mevzuat içerisinde tanımlanması gerektiğini söylüyoruz.
Köy ve kır yaşamına dair günümüzün kronik sorunlarından biri olan ve artık sömürge politikalarına terk edilen maden ve enerji politikalarının, merkezi planlama ve kamucu bilim kurullarının görüşleri doğrultusunda Devlet Planlama Teşkilatı’nın vereceği kararlarla, yine tüm maden ve enerji sektörünün kamu teşebbüsleri ile ve kamu personeli disipliniyle yapılacağını ifade etmek istiyoruz.
Yurdun tüm yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ile enerji kaynaklarının devlet tekelinde olup tüm Türk milletinin ortak menfaati doğrultusunda kullanılması Cumhuriyet yönetiminin gereğidir. Böylece tarım ve hayvancılığın yapılacağı kırsal bölgelerde üretim ilişkilerini ve bir beka meselesi olan gıda güvenliğini tehlikeye sokacak, yaşam kalitesini ve doğayı zedeleyecek herhangi bir girişimin önü tüm yerel ve yabancı sermaye gruplarına kapalı olacaktır.
Köy Enstitüleri vasıtasıyla, çağdaş ziraat insanlarının yetiştirilmesini sağlayacak atılımla, kooperatif modelleri ile köylerdeki tüm emekçileri birleştiren bir dayanışma modeli hayata geçirilecektir. Elbette tüm insanların ortak motivasyonu olan menfaat ve çıkar ilişkileri burada da motivasyon kaynağı olacak şekilde düzenlenecek ve bu da aşağıda ayrıntılarıyla işleyeceğimiz ücret ve sigorta politikasıyla pekiştirilecektir.
Kooperatif içerisinde yer alan tüm üretici emekçi vatandaşlar asgari ücretle maaşlandırılıp sosyal güvence ve emeklilikleri kamu görevlisi statüsünde düzenlenecektir. Kooperatiflerin yaratmış olduğu artı değerin bir kısmı yatırım ve üretim planlamasına ayrılırken geri kalan kârlılık kooperatif üyelerine ekstra gelir kaynağı oluşturacaktır. Köylü ve şehirli vatandaşlara, tüm siyasetin ve siyaset ile bileşke haline gelmiş olan tarikat ve cemaatlerin sürüleştirme-müritleştirme politikası olarak kullandığı sözde sosyal yardımlar kesilerek emek ve çalışmaya dayalı onurlu bir yaşam şeklini inşa eden cumhuriyetçi felsefe hayata geçirilecektir. Üretici güçten yoksun, beden ve zihinsel olarak bu güçten mahrum olmuş bireylere sosyal yardımlar, entelektüel hayatlarını geliştirici tüm araçlar ve tüm yapı devlet tarafından tesis edilecektir. Köyler hem imar ve yerleşim bakımından hem de doğanın yaratılıştan gelen dengesini korumak adına bir muhtarın yahut köy ağasının inisiyatifine terk edilmeyecek olup, yukarıda açıkladığımız yönetim ve örgütlenme modelleri, ortak faydayı sağlayacak merkezden yerele doğru örgütlenmiş kolektif aklın bir ürünü içerisinde planlanacaktır.
Bu yerel ve merkez ilişkisine dair somut bir örnek olması açısından köylerdeki tarım sulaması ve su yönetimine bakmak bize bir fikir verecektir. Son yıllarda, köylerde sulama suyu eksikliği sebebiyle açıkta olan su kaynaklarının borularla kapalı sisteme geçmesi dolayısıyla, bunun yeraltı sularına ve doğal yaşama uzun vadede ne etki yaratacağı bilim insanlarının görüşü alınmaksızın ilkel bir faydacı anlayışla, doğal denge bozulmaya başlanmıştır. Bu faydacılığı ev mimarisinden tutun da tarla ve yaylaların asfaltlarla kapanmasıyla örneklendirebiliriz.
Tüm köy ve kır üretim olanaklarını, içerisinde yer aldıkları illerin coğrafya ve iklim şartlarına bağlı olarak her şehrin en azından asgari kendi gıda üretimini karşılayabileceği üretim ve tüketim kooperatifleri üzerinden modellememiz gerekmektedir. Kooperatifler aracılığıyla oluşturulacak üretim ve tüketim ilişkisi, üretici ve tüketici tüm gruplar için öngörülebilir sağlıklı bir pazarı da oluşturmuş olacak. İkinci başlığımız olan şehir çarşı-pazar planlamasında bu konuyu açacağız.
Kooperatif modelleri ile tüm köylü, üretime ayırdıkları yahut daha doğru ifadeyle yaşamak için gerekli olan maddiyatı sağlamak için vermiş olduğu emek ve zamandan büyük tasarruf etmiş olacaktır. Çok daha verimli ve kaliteli şekilde, hayatlarına entelektüel zenginliği katacak olan Köy Enstitüleri, yurttaşların heves ve yetenekleri doğrultusunda yaşamlarını zenginleştirecektir. Çok daha az zaman ve emek ile çok daha kaliteli ve katma değeri yüksek ürünlerin ortaya çıkmasını sağlayacak olan kooperatif modelleri içerisinde yer almak, köylü yurttaşların gönüllü iradesini oluşturacaktır. Aynı zamanda Köy Enstitüsü mezunları ve kooperatif üreticilerine devletin sağlayacağı imkân, altyapı ve temel ihtiyaçlar ile ortak menfaat ve mutluluğu yükseltecektir.
Sümerlerden Hititlere, Frigya’dan Lidya’ya, Urartulardan İyonya’ya, Roma İmparatorluğu’na, Selçuklu’ya, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’ne tüm insanlık tarihine beşikler vermiş, medeniyet oluşturmuş coğrafyadayız. Nasıl oluyor da Kuzey Avrupa ülke standartlarının bile üzerinde bir yaşam kalitesi ‘oluşturulmamasına’ razı olan bir aydın sınıfı, siyaset, meslek odaları, sendikalar, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, muvazzaf ve emekli yüksek bürokrasi ve nihayetinde koca bir halk ortaya çıkmıştır? Evet, yaşam kalitesi veya sınırsız zenginlik anlamında ülkemizde de bir elit sınıf varlığı inkâr edilemez. Ancak sorun; tüm Türk milletinin yaşam kalitesinin yükseltilmesi yolunun bu elitler tarafından kapatılmasıdır. Türk burjuvazisi, Cumhuriyet’in yaratmış olduğu olanaklarla büyük birikim elde ederken Cumhuriyet’i koruyup, güçlendirip geliştirecek olan Türk milleti ile ortak kader anlayışını içselleştirmemiştir. Bu meseleyi uzunca bir tartışma konusu olarak bırakıyoruz.
Burada yeri gelmişken Türk tanımına dair bakış açımızı ifade etmeliyiz. “Türk” dediğimizde; kendini Türk milletinin bir ferdi olarak tanımlayan herkesle ortak kader anlayışını içselleştirmiş, kendi kaderini Türk milletinin kaderiyle bir gören bireylere “Türk” diyoruz. Elbette sosyolojik, felsefi tarihsel ortaklıklar, bir kültür yaratma, ortak dil, bir milletin olmazsa olmaz unsurlarıdır. Burada ifade etmeye çalıştığımız kimlik tanımlaması, bir milletin unsuru olan ve hayat kalitesini bir milletle beraber yükselteceğine inanan ve bu uğurda teori ve pratiğini ortaya koyana “Türk” diyoruz; “Bir Türk olarak ana babamızı, çocuğumuzu, eşimizi, kardeşimizi, akrabamızı, sevgilimizi, dostumuzu nasıl sevip ve kolluyor isek, onlar için düşlediğimiz güzel dünyayı tüm Türk milletinin evlatları için düşlemek ve bu hedef için çaba sarf etmek bir bireyi Türk tanımı içerisinde tarif eder” diyoruz.
Sistemi iyi ve doğru inşa ettiğimizde kötü ve ayrıksılar yalnızlaşarak zayıflayacaktır. Burada en önemli lokomotif Cumhuriyet devrimcilerinin fedakâr ve inançlı öncülükleri ile oluşacak bir ortak dava ve kararlı iradedir.
Köy hayatına ilişkin kabaca bir genel çerçeve çizmeye çalıştığımız bu değerlendirme ve bundan sonraki başlıklarımızın altındaki açıklamaların ve tartışmaların her birinin Türkiye’nin bilim insanları ve uzmanlarca geliştirilmeye muhtaç olduğunu belirtmek isteriz.
Köy ve kent ekonomisini ve buna bağlı olarak Türk Milleti’ni ortak kaderde ve ortak menfaatte birleştirme çalışmalarına dair yapmış olduğumuz bu tartışmanın en önemli koruyucu ve geliştirici unsurunun da gümrük politikası olduğunu da belirtmekte fayda var. Bir millet ve devlet, kendi gümrük politikalarını ulusal çıkarları doğrultusunda düzenlemek zorundadır. Bir milleti uluslararası tarım sanayisine teslim edecek politikalar milli devletin, Cumhuriyet rejiminin reddedeceği bir yaklaşımdır. Bu manada yapılan uluslararası ticari anlaşmaların her birinin tekrar gözden geçirilmesi ve yerli, milli üreticileri koruyup geliştirici politikaların Anayasa zeminde tanımlanması gerekmektedir.
KENT YAŞAMI
Kent dediğimizde öncelikle mimari yapı ve imar durumu ele alınması gerekmektedir. Bu anlamda üniversitelerimizin ve şehir planlamacı sivil toplum örgütlerinin çok zengin ve geniş külliyatı mevcut olup işin bilimsel olarak plan ve programlarının yetkin uzmanlarca birçok eserle ortaya koyulduğunu ve halen bu üretimlerin devam ettiğini belirtmek isteriz. Biz, daha önce belirttiğimiz gibi, işin ekonomi politikasını kurgularken köyden kente ve tüm köy, kent emekçileri ile mavi-beyaz yakalı, esnaf, tacir, sanayici tüm çeşitli sınıfsal kategoriler içerisinde yer alan Türk vatandaşlarının büyük Türk Milleti olarak ortaklaşacağı bir modeli ortaya koymaya çalışıyoruz.
Cumhuriyet’in başkenti olan Ankara’nın Cumhuriyet yıllarındaki şehir planlamacılığı ile bugünkü akla baktığımızda, tarihin ileriye doğru gittiğinden kuşku duymaktayız. Bu söylediğimiz, Ankara’nın özellikle Ulus bölgesinin ilk planlamasında ve binalarının mimari yapısında kendini göstermektedir. Atatürk’ün de kurucuları arasında yer aldığı Bahçelievler Kooperatifi, Ankara’nın ilk planlı mahallelerinden biri olarak Anıtkabir’in hemen yanı başında, adından da anlaşılacağı üzere bahçeli, iki katlı bir mimari yapı şeklinde kurulmuştur. Ancak belki de Cumhuriyet felsefesinin çökertildiğini söylediğimiz bu dönemde Bahçelievler Mahallesi’nde bahçeli bir ev kalmamıştır. Bugün ülkemizin bütün metropollerinin ve tüm taşra ilçelerinin hemen hemen birbirine benzer olduğunu söylemek çok da hatalı bir değerlendirme olmayacaktır.
İşin elbette mimari yapısına dair sağlıklı projelerin yüksek mühendis ve mimarların, Cumhuriyet ve Türk kültürünü içselleştirmiş, ortak faydayı esas alan bir bakışın yapacağı çalışmayla ortaya koyulacağı açıktır. Yapısal durumlarından ziyade şehrin neresinde ne faaliyet gösterileceği, şehir sokakları, mahalleleri, caddelerinde bir millet sosyolojisini inşa etmek adına neler yapılabileceğini tartışmak esas gayemizi oluşturmaktadır. Elbette bir şehrin doğal afetler karşısındaki yapılaşmasından güvenlik, sağlık ve eğitim hizmetlerine kadar bir bütünlük içerisinde ve birbirini besleyen yapılaşmayla bir Cumhuriyet şehri ne olmalıdır, il planlama kurullarıyla oluşturacak ortak akılla inşa edilebilir.
Şimdi, elimizde olan mevcut durumun çarpıklığını adım adım nasıl giderileceği ve tedavilerin hangi reçeteler doğrultusunda yapılacağına dair genel bir tartışma yapacağız. Biz burada, şehirlerin çarşı-pazar planlamasını esas alan ve şehirle kırsalı birbirine bağlayan bir örgüyü tartışacağız. “Cumhuriyet’in şehri nasıl olmalıdır ve bu şehir sosyolojisi, kültürü, bir millet bilinciyle nasıl planlanmalıdır?” tartışmasından önce, var olan gerçekliğin net bir fotoğrafını çekmek zorundayız.
Bugün için Cumhuriyet hemen hemen tüm kurum ve kurullarıyla çökertilmiş, şehirden kıra kadar Cumhuriyet’i temsil eden herhangi bir kurumsal ve sosyolojik yapı bırakılmamış durumdadır. Cumhuriyet’in var ettiği tüm elitler, başta burjuvazi olmak üzere yüksek bürokrasi, meslek örgütleri, barolar, üniversiteler, ticaret odaları vs. tüm STK’lar, Cumhuriyet’i hemen hemen sahipsiz bırakmışlardır. Elbette, aydın ve yazarçizerler olmak üzere bu genellemenin dışında kalan birey ve etki alanı çok daha dar olan küçük grupları tartışma konusu içerisine dâhil etmiyoruz. Anayasa’nın dahi hiç edildiği, yüksek yargının birbiriyle savaştığı , tüm kurumsal hizmetlerin millet menfaatinden öte organize çıkar ve menfaat örgütleri ile tarikat ve cemaatleri yükselttiği bir sistem haline dönüşen bu rant ve menfaat bileşkesinin adını koyamıyoruz. Ancak bunun adının Cumhuriyet olmadığını büyük harflerle söylemek zorundayız. Dolayısıyla Cumhuriyet’i salt merasim ve törenlerin içerisinde yahut Mustafa Kemal Atatürk portresi ile varmış gibi, yaşıyormuş gibi, ayaktaymış gibi anmak ve dillendirmenin Cumhuriyet’e şimdiye dek bir katkı sağlamadığını, aksine toplumsal sanrılar yarattığını söylemek zorundayız.
Türkiye’nin en güzel kıyılarına gidemeyen, denizlerine giremeyen, yaylalarına çıkamayan, sağlıklı ve temiz gıdaya erişemeyen, madenini ve enerjisini uluslararası şirketlere ve tekelci sermayelere devretmiş ve bu alanlarda Türk milletinin çocuklarını ücretli köle haline getirmiş olan, sağlık ve eğitimde, en temel meselelerde tüm Türk Milleti’ne eşit ve aynı imkânlarla gerekli hizmeti sunmayan, temel insani gereksinmeleri ve yurttaş haklarını piyasa konusu yapan bir sisteme “Cumhuriyet” diyemeyiz.
En başta Türk milletinin emekçi ve üreticilerinin faydalanması gereken memleketin en güzel tatil, dinlenme, spor alanları piyasa konusu yapıldığından, paranın sahibi milletlerin vatandaşlarına sunulmuştur. Türk milletinin çocukları buralarda çoğunlukla hizmet sınıfı içerisinde yaşam savaşı vermektedir. Büyük dedelerinin kan dökerek sahip olduğu toprakların üzerine kurulmuş olan bu işletmelerde ecnebilere mutluluk ve hizmet sağlatan, bu toprakların çocuklarına reva görülen bu sisteme “Cumhuriyet” demiyoruz.
Memleketin TSK ve Emniyet güçleri başta olmak üzere öğretmeninden mühendisine, işçisinden çiftçisine kadar tüm Türk milletinin varlığı ve güçlenmesi için çalışan Türk milletinin evlatlarına sunulmayan hizmet ve kalite, üçlü beşli çetelere, uluslararası ve yerel mafyatiklere, üçlü beşli tarikatlara, siyasi kimliklerle rant oluşturan kişi ve gruplara sunulurken bir milletten nasıl bahsedeceğiz?
Dolayısıyla bir millet ve bir devlet, bu sistem içerisinde yaşamaya ve güçlü bir şekilde yükselmeye devam edemez. Çünkü milleti millet yapan tüm değerler iğdiş edilmiş, menfaat ve çıkarlar bireycileştirilmiştir. Bu sistem acımasız, çarpık ve koca şehirlerde yapayalnız bırakılmış bireyler üretmekten öteye geçememektedir. Bu yalnızlık, sürüleşme ve güce, itaatlere yönelen geniş kitlelere sebep olmaktadır ve sistemin de istemiş olduğu pazar politikası aşağı yukarı budur. Yani uluslararası sermaye yapısıyla göbek bağı oluşturmuş sözde yerel rant sahipleri, şehir anarşisi ve imarı üzerinden ‘piyasaya’ uygun bir sosyoloji yaratmıştır.
Bir şehrin ana caddelerinde dahi, örneğin bir öğrenci yurdunun yanında bir gazinonun olması, yanı başında bir hırdavatçı, yanı başında bir kahvehane, yanı başında bir Kur’an kursu, yanı başında berber, yanı başında bir süpermarket, hemen yanında bir market daha, hemen yanında üç harfli market, yanında ayakkabıcı, hemen biraz ilerisinde kahveci, hemen yanında bir banka, biraz ilerisinde bir pastane, hemen ilerisinde bir otel, hemen yanında bir öğrenci kütüphanesi, hemen yanında bir masaj salonu, hemen yanında bir petshop, yanında avukatlık bürosu, yanında berber, yanında manav, yanında diş kliniği , yanında bir lokanta, yanında balıkçı, yanında züccaciye, hemen yanında da bir nargileci normalleştirilmiş durumdadır. İşin kötü yanlarından biri de devamlı doldur boşalt misali açılıp kapanan yeni ticari işletmeler; bir şehirde gelenek oluşturacak, kimlik oluşturacak markaların ve esnaflığın gelişememesini yaratan keşmekeş yapı. Tamamen plan ve programdan yoksun bir şekilde sermaye sahiplerinin şehrin istedikleri noktasında, istedikleri ticaretleri yapabilme özgürlüğünün yaşatıldığı bir kent yönetimi karmaşası. Finans kapitalin istediği, “Serbest piyasa” diye tanımladığı bu hikâye, bir avuç sermaye sahibinin tekelci bir pazara doğru güçlenmesini ve gelişmesini sağlamaktadır bu da çarpık kentleşme modelini ürettiği gibi sosyolojik yapıyı da darmadağın etmektedir.
Hemen hemen birçok şehrimizde çocukluk ve gençlik dönemlerimize ait anılarımızın da olduğu birçok ticari faaliyet veren mekânlar, ustalıklarıyla birlikte kapanıp bitmiştir. Öngörülemez ve bir istikrarı olmayan bu piyasa içerisinde, tarih sahnesinden silinen mekânların yerini alan, ardı ardına tamamen plansız ve programsız şekilde yapmış oldukları yeni ticari girişimlerin açılıp kapandığı kısır döngüden çıkamamaktayız. Âdeta milli sermayenin ve nitelikli iş gücünün tüketildiği bir çarşı-pazar karmaşasıyla karşı karşıyayız. Birçok Avrupa ülkesinde gördüğümüz üçüncü, dördüncü, beşinci nesillere kadar giden ustalık ve özel üretim, hizmet yapan esnaflar hemen hemen koca şehirlerde bir elin parmakları kadar azalmıştır. “İşini iyi yapan esnaf ayakta kalır” hikâyesi tamamen bir şehir efsanesinden ibarettir. İşini düzgün yapan, temiz ve sağlıklı, namuslu bir işletme yapmaya çalışan esnafın birçoğu, kamusal destek ve koruyuculuktan yoksun kaldığı için piyasa içerisinde eriyip gitmek zorunda kalmıştır. “Serbest piyasa” denilen bu sistemde, tereddüt etmeksizin sağlıklı ve temiz gıdaya ulaşmak, sağlıklı ve kaliteli ürüne ulaşmak her geçen gün ulaşılması daha zor bir hedef haline gelmiştir.
Bu bilinçli çökertme operasyonuyla uluslararası ve tekelci markalar yükseltilmiş ve bunun üzerinden bir AVM kültürü inşa edilmiştir. Önümüzdeki sürecin finans kapital tarafından çarşı-pazar planlaması, 150-200 markanın piyasayı tamamıyla kontrol edeceği ve diğer tacir esnaf unsurların bu mağazalarda ücretli işçi olarak istihdam edileceği bir pazar ekonomisinin inşasından ibarettir. Otuz, kırk yıl önceki metropol mahallelerinde mahallenin bakkalı, terzisi, berberi, kasabı, manavı, kahvehanesi, pastanesi gibi küçük esnafların oluşturduğu bir mahalle kültürü vardı. Koca mahallelerde birbirinden uzak gecekondularda ya da apartman dairelerinde insanların birbirleriyle iletişimleri bu dükkânlarda, kahvelerde pastanelerde, bakkallarda, manavlarda, kasaplarda gelişirdi. (Gerçi gecekondu mahallelerinde manav ve kasabı göremezdik, haftada bir kurulan pazar en önemli alışveriş merkezleriydi.) Mahallenin çocuklarının beraber top oynadıkları bir yerleri, yurtları, tornet bindikleri asfaltları, misket ve saklambaç oynadıkları sokakları vardı. Kısaca sokak her şeydi, sokakta hayat vardı. Aynı paralelde ebeveynlerin de komşuluk ilişkileri, oturmalar, kâğıt, okey oynamaları, beraber çay ve bisküvi partileri gibi küçük dünyaları zenginleştiren bir hikâyeleri vardı. Elbette nostaljinin yokluk ve fakirlik edebiyatı üzerinden bir romantizm yaratmak amaçlı bunları dile getirmiyoruz. Mahalleden başlayarak halkı bir araya getiren ve kendisini bir bütünün parçasını hissettiren duyguların şehir, pazar ve piyasa yapılanmalarıyla nasıl darmadağın edildiğini resmetmeye çalışıyoruz, çünkü bu sokak ve mahalle kültürünün öğrenci ve emek dünyasına yansımasını da hatırlamakta fayda var.
Bugünden çok daha sorgulayıcı ve mücadeleci birliktelikleri oluşturan bir sosyolojiden bahsediyoruz. Toplumun geniş kesimleri çok daha politik bir sorgulayıcılığın içerisinde, bugünden çok daha ilerici akademik yapı, sendikal faaliyet ve itiraz kültürünün çok daha yüksek olduğu meslek örgütleri ile yazılı ve görsel basının çok daha bağımsız eleştiri yapısı mevcuttu. Özellikle gençlik bakımından üniversitedeki dinamik bambaşkaydı çünkü insanlar birbirine güvenebileceklerini, insanların olduğunu, iyi ve doğru insanların olduğunu yaşadıkları yüz yüze ilişkilerde görüyorlar ve inanıyorlar ve bu anlamda yalnız olmadıklarını ve yarınlara dair umudu hayatın her alanında hissedebiliyorlardı. Elbette bu zamanlara ilişkin de birçok eleştiriler ve itirazlar gelecektir ama genel anlamda kabaca bir çerçeve çizmeye çalışıyoruz.
Mahalle kültürünün en önemli özelliği, toplumsal dayanışmanın yoğun olduğu bir yaşam şeklinin en önemli başlangıç noktasını oluşturmasıdır. Günümüzün yalnızlaşmasını ve yabancılaşmayı uzun uzun tarif etmeye çok gerek olmadığını düşünmekteyiz. Ancak bir bağlantı kurmak amacıyla, toplumsal ve siyasal mücadelenin çözülmesinin bir tarafını da bu vesileyle işaret etmiş olmaktayız. Ve elbette birçok siyasal, ekonomik, kültürel değişimler, üretim ve bölüşüm ilişkileri gibi sebep ve sonuçları entelektüel dünya tartışmaya devam etmektedir. Bir sokağın, bir caddenin, bir mahallenin ve giderek tüm şehri oluşturan üretim pazar ve yerleşim alanlarının bilimsel bir akılla planlanıp istikrarlı bir yaşam modelinin oluşturulması gerçekten zor bir mesele midir? Bunun modellerini, örneklerini çağdaş şehir anlayışında, dünyada çeşitli coğrafyalarda az çok görebilmekteyiz ama biz burada daha iddialı bir hedef koymamız gerektiğine inanıyoruz. Tüm bu modellerin üstüne çıkacak ve aynı zamanda yapısal olarak inşa ettiğimiz yaşam alanlarının, bir milletin ortak menfaatine hizmet edeceği ve model alınacağı sosyolojiyi amaç ediniyoruz.
SIĞINMACILAR
Şehrin makro planının, il planlama kurullarının içerisinde yer alacak tüm bakanlıkların, yüksek bürokratların ve üniversite ile sivil toplum örgütlerinin de katkı ve karar mekanizmasında yer alacağı kurallara bırakmak üzere, işin çarşı-pazar işleyişine dair düşüncelerimizi aktarmaya başlayalım. Öncelikle, bir şehrin büyüme sınırlarının kesin belirtildiği ve şehrin öncelikle güvenlik, sağlık, eğitim gibi temel gereksinimlerinin sağlıklı bir şekilde düzenlendiği bir yapı içerisinde, uygulanabilir ve hayata hızlı bir şekilde sokulabilir düzenlemeleri sıralamaya çalışalım. Günümüz şehirlerinin belki de en önemli meselelerinden biri haline gelmiş olan kaçak, kayıt dışı sığınmacı soruna ilişkin Cumhuriyetçi Vatanseverler hareketinin ortaya koymuş olduğu çözüm önerisini olduğu gibi aşağıya alıyoruz:
“Bugün, iktidarın sığınmacı politikasının iflas ettiği fikri, Türk milletinin büyük çoğunluğunun mutabık olduğu (%85 civarında) konuların başında yer almaktadır. Bu meselenin, Türk milletinin nezdinde bir beka konusu olduğunu, acil bir çözüm programının uygulanmasının hayatî bir beklenti olduğunu görmekteyiz. Bu beklenti öyle belirginleşmiştir ki Türk siyasetinde karşılığını bulmuş, neredeyse tüm siyasi parti ve oluşumlar konu hakkında kendi çözümlerini Türk Milleti’ne sunmaya başlamıştır.
Biz, Cumhuriyetçi Vatanseverler Hareketi olarak bu meseleyi, öncelikle, uluslararası güçlerin, dâhilî işbirlikçileriyle birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’ni çökertip çözmek için yaptığı operasyonlardan biri olarak görmekteyiz. Konuyla ilgili vuku bulan acı örnekler, hemen hemen her gün yazılı ve görsel medyada yer almaktadır. Milletimizin gözleri önünde cereyan eden bu olaylar, hareketimizin meseleye bakışına ve çözüm önerilerimize hukukî ve siyasi zemin oluşturacak yoğunluktadır.
Cumhuriyetçi Vatanseverler Hareketi olarak diyoruz ki;
1- Geri kabul anlaşması derhâl Meclis tarafından kaldırılmalıdır. Başta Suriye olmak üzere, sığınmacıların geldiği, geçiş yaptığı ülkeler ve bölge üzerinde söz sahibi ülkeler ile derhâl geri dönüş programına yönelik ortak görüşmeler başlatılmalıdır.
2- Sınırlarımızda tüm güvenlik tedbirleri (sınırların mayınlanması, duvar, dikenli tel, güvenlik kameraları, nöbetçi emniyet kuvvetleri vb.) Genelkurmay Başkanlığı emir komutasında ivedilikle alınmalı ve gereken uygulamalar hayata geçirilmelidir.
3- Ülkemize hukuk dışı giriş yapmış olan yabancı menşeli şahıslar derhâl sınır dışı edilmelidir.
4- Yurtiçinde bulunan yabancıların tümü (sonradan vatandaşlık kazanmış olanlar dâhil) ikametgâh, gelir durumları ve istihbarî bilgilere dayalı veri çalışmaları yapılarak kayıt altına alınmalıdır.
5- Mülkiyet kullanım hakkı, uluslararası karşılıklı sözleşmeler ve milli güvenlik statüsünde değerlendirilerek Türk vatandaşları dışındaki yabancıların (yabancı şirketler dâhil olmak üzere, hangi statüde ve hangi unvana sahip olurlarsa olsun) toprak üzerindeki mülkiyeti bugünkü değerlendirme ile kamulaştırılarak hazineye kaydı yapılmalıdır.
6- Sonradan vatandaşlık almış olanların vatandaşlık sürecindeki tüm işlemleri iç hukuka göre incelenmeli; eksik ve hatası olanların vatandaşlıkları iptal edilmeli, süreçte kastı olan kişiler cezalandırılmalıdır.
7- Sığınmacıların, ülkemizdeki demografik yapıyı, milli güvenliği tehdit edecek şekilde yoğunlaşmasının önüne geçmek için ülkemizin ihtiyaçları da dikkate alınarak, meslek ve uzmanlıklarına göre yeniden planlama, ikamet ve çalışma ruhsatları düzenlenmelidir. Bu yeni düzenleme karşısında konuya ilişkin sözleşmeli irade beyannamesi imzalamayanların geldikleri ülkelere geri dönüşü sağlanmalıdır.
8- Yeni planlama ve yerleştirme politikasından sonra tüm yabancı menşeli çalışanların temel insani hakları Türk vatandaşları düzeyinde korunmalı, kişilerin entegrasyonunun sağlanabilmesi için gereken tedbirler devlet tarafından alınmalıdır.”
Yukarıdaki çözüm politikasının, bir bütünlük içerisinde en net ve somut bir şekilde sığınmacı sorununa dair ele alınan yegâne bir metin olduğunu düşünmekteyiz. Bu ulusal politikayı ilgilendiren meseleyi, konumuzu ilgilendirmesi açısından ele almış bulunmaktayız. Şimdi kaldığımız yerden devam edelim.
RUHSAT VE ÇARŞI-PAZAR PLANLAMASI
Şehrin neresinde ticaret, neresinde turizm, neresinde üretim, neresinde tarım yapılacağına dair genel çerçeve il yüksek planlama kurulunda oluşturulduktan sonra her sokağın, mahallenin, semtin nüfus yoğunluğundan trafik akışına kadar olan veriler öncelikle kayıt altına alınmalıdır. Bir mahallede, sağlıklı bir şekilde tüm veriler girildikten sonra kaç berber dükkânı, kaç market, kaç lokanta, kaç fırın vs. olacağı, ihtiyaç ve planlama doğrultusunda tüm altyapı ve ulaşım olanakları göze alınarak bir pazar planlaması ve peyzaj çalışması yapılmalıdır. Buna ruhsat planlaması diyoruz.
Yerel seçimlerde mahalle temsil heyetinin de oluşturulacağı ve bu temsil heyetinin kendi içerisinden yetkilendirme yapacağı mahalle heyet başkanlığıyla il, ilçe ve il planlama kurullarının temsilcileri ile birlikte oluşturacakları kurulla ruhsat planlaması ve sınırlaması yapılacaktır. Bölgenin ihtiyaç ve gelişim süreci göz önüne alınarak, güncelleme ve ilgili ticari işletmelerin denetim kurullarında yer alarak, ruhsat iptal kararları dâhil idari yaptırımları kamusal denetim raporları sonucunda karara bağlayacak idari yapı oluşturulacaktır. Burada kısaca, piyasa fiyatlarının nasıl tekelci bir elit tarafından oluşturulduğunu örnekleme açısından, halk tabiriyle söylenen “Üç harfli marketler zinciri”nin nasıl bir rol aldığını açıklayalım.
Genelde geniş kesimlerin ucuz ve kaliteli alışveriş yaptığını düşündüğü bu marketler zinciri, üreticiden tüketiciye kadar olan bütün zincirin sahibi olmuş olup, tarla ve fabrikalarla yapmış oldukları yıllık sözleşmelerle istedikleri ürünün fiyatını, istedikleri fiyatta tutabilme kabiliyetine erişmiş durumdadırlar. Pazarın fiyat tayin edici ağırlığını elde etmiş olan bu tekelci yapılar artık siyasal iktidarın bile terbiye edemediği ve ulusal ekonomik planlama içerisinde istedikleri pozisyonu kendilerinin tayin edebildikleri bir güç haline gelmiştir. Öyle ki, aslında tüm küçük esnafları da öldüren, yok eden bu sınır tanımaz büyümenin yapmış olduğu ticari faaliyet, ürün satış bakımından da imtiyazlı bir hale gelmiştir. Uluslararası marketler zinciri ile ortaklık yapısı içerisinde büyüyen tekelci marketlerin kazanmış olduğu ürün satış imtiyazları, bu üç harfli marketler zinciri tarafından sonsuz ve sınırsız şekilde kullanılarak küçük-orta sanayii dahi tek elde toplama ve kendi bünyesinde eritme kabiliyetine eriştirmiştir.
İmtiyazı şöyle bir örnekle somutlaştırmak istiyoruz: Normalde hiçbir ayakkabıcıda buzdolabı satışı göremeyiz ya da hiçbir beyaz eşya satıcısında döner satışı göremeyiz ya da bir dönercide tekel ürünleri satışı göremeyiz ya da tekel ürünleri satan yerde çiçek satışı göremeyiz ya da çiçekçide et satışı göremeyiz vs. Söylemeye çalıştığımız; genelde meslek örgütleri kendi uzmanlık ve ustalık alanlarında ticari faaliyetlerini gösterir, bir pastanede mobilya satışı ne kadar akla yatmaz bir durumdur ancak marketlerde hemen hemen satılmayan bir ürün yoktur. Bu, fabrikasından tarlasına kadar dizayn etmiş olan finans kapital yabancı sermayeye devri ile birlikte milli tarım ve milli üretim alanlarının bile el değiştirmesine sebep olacaktır. Bunun bir günde oluşup uluslararası hukuk zemininde Londra mahkemelerinin yetkili olduğu korumaya girerek “Beka meselesi” dediğimiz milli ekonomiyi kontrol altına alması uzak bir hikâye değildir. Bu marketlere tüm üretimlerini teslim etmiş olan fabrika ve tarım alanları bu bağımlılıktan artık çıkamaz durumdadırlar. Tüm işletme plan ve programları bu marketler zincirine tam kapasiteyle çalışmak üzere kurgulandırılmıştır. Kökenlerinde tekelci sermayenin ve siyasal İslam’ın da olduğu ve bugün siyasal iktidar tarafından da büyük desteklerle güçlendirilen, aynı zamanda tarikat ve cemaatlerin bir ilişkisi ile ortaya çıkan bu yapıların, yine bağrından çıktıkları bu ilişkilere hizmet ettiğini düşünmemek makul bir aklın işi olmasa gerekir.
Bu üç harfli marketler zincirleri bugün itibari ile istedikleri beyaz eşya markasını, istedikleri süt ürünleri fabrikasını, yani istedikleri markayı kısa zaman içerisinde çökertme gücüne sahiptir. Tüm basın yayın, medya alanlarını reklam harcamaları ile finanse eden bu örgütsel güç karşısında anlamlı eleştiri hemen hemen hiçbir mecradan gelmemektedir. Oluşturmuş oldukları şube sayısıyla ticaret odalarında istedikleri temsilciyi seçme ve bu manada yasa ve yönetmelikler oluşurken kendi lehlerinde istedikleri operasyonları yapacak sivil toplum kuruluşları ve siyasetten bürokrasiye kadar eleman bulmakta hiçbir zorluk yaşamamaktadırlar. O halde öncelikle marketlerin satış politikasına dair ürün sınırlaması yapılmasını ilk adım olarak kayda geçiriyoruz. Bu bize, kaybetmek üzere olduğumuz Ahilikten gelen ustalık ve esnaf kültürünü, yani mesleki uzmanlaşmaları tekrar diriltmeye yardımcı olacağı gibi güvenlik ve istikrar bakımından mal ve hizmetlerin sağlıklı ve istikrarlı bir üretim tüketim zincirini yaratmada çok önemli bir düzenleme olarak başlangıç noktasını oluşturacaktır.
Ruhsat planlamasıyla dizayn ettiğimiz çarşı-pazarda önümüze ikinci sorun olarak “Sağlıklı ürün ve fiyat istikrarı nasıl sağlanacaktır?” sorusu gelmektedir. Çarşı-pazar planlamasını üç sacayağının üzerine oturtuyoruz:
1- Ruhsat planlaması,
2- Ürün reçetelendirilmesi ve taban fiyat uygulaması,
3- Kooperatifleşme.
ÜRÜN REÇETELENDİRİLMESİ VE TABAN FİYAT UYGULAMASI
Ruhsat planlamasını yaptığımız bölgede ticari faaliyet gösterecek tüm meslek örgütleri ve esnafın bağlı kalacağı, temel madde ve temel ürün ile hizmetlerin niteliği, içeriği ve niceliği, açık ve net ölçülebilir bir sistemle ilgili uzmanlarla oluşturulacak ve tüm yurt çapında çıkartılacak ürün reçetelendirilmesi, süreç içerisinde tüm ürün ve hizmetleri kapsayacak şekilde tanımlanacaktır.
Kısaca şunu söylemeye çalışıyoruz: Son kullanıcı tarafından sağlıklı ve temiz gıda ile sağlıklı temiz ürüne ulaşabilmenin seçenek değil zorunlu bir hale getirilmesinin ilkelerini ve mevzuatını ortaya koyuyoruz. Aslında ticaret ve esnaf odalarının asgari düzeyde yapmış oldukları ama bunun ne denetimi ne de eşit ölçütlerinin olmadığı aksak, çarpık sistemi zorunlu ve kapsayıcı hale getirerek ürün reçetelendirilmesi yapılmamış hiçbir ürünün üretim ve satış şansının olmayacağı bir sistemi kurguluyoruz.
Peki, şimdi sahte ya da korsan üretimin, sağlıksız ve merdiven altı ürün ve hizmetin önüne nasıl geçeceğiz? Denetleme ve yaptırım politikaları ile yaptırım ve denetlemeyi kimlerin ne kadar yapabileceğini, bu denetimler sırasında oluşabilecek usulsüzlükleri önleyici temel aracımız ne olacaktır? Burada, taban fiyat politikasını getiriyoruz. Her ürün ve hizmetin coğrafya olarak farklılıkları olsa da bunların ulusal bir politika içerisinde ortak fiyat politikası oluşturabilmek için tüm ürün ve hizmetin maliyet hesaplamaları ve “Makul kârlılık” denilen bir ticari oranla taban fiyatının oluşturulması gerekmektedir. Bu, üretici ve tüketici açısından kafaların berrak olduğu, makul, istikrarlı ve güvenli bir alışverişin en önemli kararlarından biridir. Biz burada milletin sağlıklı nesiller yetiştirmesi ve sağlıklı, kaliteli bir yaşam hedefi doğrultusunda sözde serbest piyasa denilen finans kapitalin anarşisi altında ezilen bir milletin, temel vatandaşlık hakkı içerisinde tanıyacağımız hayat standartlarını yükseltmek amaçlı alınacak iradeyi ortaya koyuyoruz. Bu yüzden kamu gücünü piyasa dengelerini oluşturmak amaçlı oyun kurucu durumuna getiriyoruz. İradeyi, sözde ‘piyasa’ denilen uluslararası finans kapital elinden alarak milletin ortak menfaatine hizmet eden karma ekonomik yapı üzerinden çözüm önerisi üretiyoruz.
Taban fiyat uygulanması, tüm üretici ve son tüketiciye gitmeden önceki satış ve pazarlama esnaflarını kendiliğinden denetim mekanizmasının içine sokacaktır. Üreticiden satıcıya kadar giden zincir içerisinde olan her türlü esnaf ve tacir, işin korsan ve merdiven altı üretim ve satışının ihbarını ve takibini kendi ekmeği ve kendi ticareti için öncelikle amaç edinecektir. Eşit rekabet koşullarının oluşturulduğu bu sistemde ürün hizmet satışını yapan esnaf, ürün ve hizmet sunumunda ve sonrasına dair vermiş olduğu hizmetle müşteri memnuniyetini en üste çıkarmak adına bir gayretin içerisinde olacaktır. Kaldı ki tüketicinin de bu manada bedelini kamusal gücün tayin ettiği ürün ve hizmette denetim ve inceleme refleksi çok daha yüksek düzeyde olacaktır. Öncelikle kaliteli, sağlıklı, temiz ürün ve hizmet talebi olan tüketici açısından bu ürünler tercih meselesi olurken, taban fiyatın altına inemeyecek olan korsan ya da sağlıksız ürün ve hizmet tüketicinin tercihi de olmayacaktır. Tüketici olarak ne yediğimizi, ne içtiğimizi, ne kullandığımızı bildiğimiz ve güvendiğimiz bir ürün ve hizmet alımının yolu açılacaktır.
Aslında şu örnekler bunun uygulanabilirliği açısından çok daha açıklayıcı olacaktır: Nasıl ki benzin ve motorin fiyatları hemen hemen tüm Türkiye’de aynı fiyatlardaysa, TEKEL ürünleri bir fiyat sınırı içerisindeyse, ekmek fiyatları son düzenlemeyle (gerçi simiti de eklediler) Ticaret Bakanlığı’nın yetkisine verildiyse, büyük illerde okul servis ücretleri valilik tarafından tespit ediliyorsa ve hatta son iki yıldır kira artış oranı bile siyasal iktidar tarafından tayin ediliyorsa, “Serbest piyasa” dedikleri kutsalları, ekonomik sıkışmada, bu kapitalist liberal sistemde dahi devletin müdahale etmek zorunda kaldığı alanlara nasıl bir fiyat politikası uygulamak zorunda kalıyorsa, bu taban fiyatı elbette uygulanabilir gerçekliktedir.
Şimdi, üretici ve tüketiciyi, köy ve kenti kader birliğine sokacak ortak menfaati oluşturacak en önemli adıma geçiyoruz: Üçüncü başlık altında söylemiş olduğumuz kooperatifleşme.
KOOPERATİFLEŞME
Mesleki dayanışma dediğimiz imtiyazsız, sınıfsız bir millet oluşturma gayemizin temeli olan ortak vatan ve bir milletin ferdi olarak, toplumsal fayda doğrultusunda çalışırken aynı zamanda bireysel fayda ve menfaatimizi yükseltmenin örgütsel bağlarını kurmak zorundayız.
Öncelikle her sektörün ve meslek örgütünü bir kooperatif modeli ile ortaklaştırmak zorundayız. Çarşı-pazar planlamasında üç sacayağı dediğimiz ilk iki madde, isteğe bağlı olmaksızın hayata geçirilirken “Kooperatifleşme” dediğimiz üçüncü ayak, oluşturacağımız kamu gücü desteği ve pozitif ayrımcılığıyla tercihen karar verilecek bir uygulama olacaktır. İsteyen tacir ya da girişimci kooperatif dışında da ticaretini yapmakta özgür olacaktır.
Köyden kente bu zinciri, açıklama açısından bir örnek kurgu yapalım: Birçok belediyenin ekonomik ve sosyal olarak yöre halkını desteklemek ve sağlıklı temel gıda sunmak amacıyla Halk Ekmek fabrikaları oluşturduğunu biliyoruz. Şehirlerde ekmek ve unlu mamuller yapan birçok esnafı, un ve unlu mamulleri temel satış ürünü olarak kullanan ya da bunu katma değerini yükselterek yeni bir ürün ve hizmet olarak sunan tüm işletmeleri bir kooperatif altında toplayalım. Kullanım alanlarına göre en kaliteli ve sağlıklı ürünü en iyi fiyattan alıp, en iyi fiyattan pazara sunabilmek için bu kooperatif yapısıyla Halk Ekmek’i ortaklaştıralım. Tüm şehir esnafının ortak olduğu bu modelde, hammaddenin oluştuğu coğrafyalara ilişkin ticari ağı örmek adına kooperatife gerekli olan temel maddeleri yine üretici kooperatiflerinden almak üzere, bir ticari birlikteliği oluşturmaya başlayalım. Bu satış ve pazarlama kooperatifi Ankara şehrinde olsun. Ankara’nın un ve unlu mamuller işi yapan tüm esnafının ortaklaşa kurduğu ve Halk Ekmek’in de ortak edildiği kooperatif, öncelikle yine kendi şehrinin köy kooperatiflerinden ürünün niteliği ve miktarı doğrultusunda, ihtiyaç olan diğer illerin üretim ve köy kooperatiflerinden un çeşitleri ve kalitesini ve miktarını bildirerek ve hatta ekim dikim maliyetlerini önden ödemek koşuluyla yıllık planlamasını yapacaktır. Ankara’daki bu kooperatife, yine mal ve hizmet ihtiyacı olan baklava için Antep fıstığını Antep’in köy kooperatiflerinden, tereyağını ülkenin çeşitli bölgelerindeki ve kullanım amacına göre kalite standartlarının ve istikrarın oluşturulduğu köy üretim kooperatiflerinden alarak ticari bir birlikteliği ve bir kader birliğini de yaratmış oluyoruz. Yani üç, dört markanın tekeline teslim edilmiş tüm üretim ve sanayi birlikleri kendi içerisinde kooperatifleşerek herkesin birbirini desteklediği, standartların oluşturulduğu, istikrarın korunduğu, öngörülebilir ve devamlı surette gelişen bir ticaretin önü açılırken tüm vatan ortaklığının da omurgaları oluşturulmuş oluyor; zenginlik ve refah millete yayılıyor.
Bu kooperatifler sayesinde yatırım imkânları çok daha güçlü bir yapıya mali yönden kavuşurken, teknik uzmanlık açısından da çok daha geniş kabiliyetlere imkân tanıyacak bir kalkınma modelini oluşturuyoruz.
Tüm ulusal ve uluslararası ticaretin markalaşmasını da bu kooperatifler aracılığıyla hayata geçirerek, küresel anlamda milli markalar oluşturup tüm milletin ortak zenginliği ve ortak menfaatini yükseltmiş oluyoruz. Birbirleriyle rekabet etme adı altında çökertme ve ayak oyunları yerine birbirlerine destek olan, bir bütün olan sektörleri uluslararası markalar haline getirecek bir kader birliği ortaya çıkarıyoruz. Buraya namuslu, düzgün, makul hiçbir tacir, esnaf, üretici ve tüketicinin itirazı olacağını düşünemiyoruz, daha doğrusu Cumhuriyetçi bir bakış açısının gereğini ortaya koyuyoruz. Tekelci sermaye üzerinden, siyasi rant üzerinden, tefeci finans kapital üzerinden zenginleşme ve gelişme modeline kapatıyoruz.
Vatana ve Türk milletinin ortak faydasına olan tüm girişimcilerin sanayicisi, fabrikacısı, tarımcısı, devlet bankalarıyla ve idari kadrolarla desteklenmesi ve geliştirilmesi Cumhuriyet politikalarının gereğidir. Meslek ve zanaat kooperatifleri kendi alanlarında kurulmuş olan diğer kooperatiflerle birlikte ticari işbirliğini yaparken mesleki dayanışmanın ekonomi politikasını da hayata geçirmiş olacaklardır.
Yukarıda tarif etmeye çalıştığımız üretici, tüketici, esnaf, sanayici, ortak vatan duygusunda ve vatandaşlık ölçüsünde birleştirici ve yükseltici bir üretim ve bölüşüm ilişkisini sağılıklı bir istikrara sokarak ekonomik dalgalanma ya da öngörülemeyen enflasyonist iklimlerin de minimum düzeyde kalmasını sağlayacaktır. Şimdi, bu yapıyı güçlendirecek çeşitli tali yollarında tarif edilmesi gerekiyor.
BELEDİYECİLİK VE KENT ENSTİTÜSÜ
Öncelikle Cumhuriyet belediyeciliğinin de ortak yarara dönük bilimsel ve liyakatli kadrolar eliyle sunulması gerekmektedir. Belediyenin tüm ürün ve hizmetlerinde taşeron sisteminin terk edilerek kamu personeli eliyle yapılmasını temel ilke olarak savunuyoruz. Belediye hizmetleri piyasa konusu olmaktan çıkartılıp kamu hizmeti prensibi gereğince hizmete sunulacaktır.
Belediyeler, hizmet verecek personelin üniversitelerle iş birliği içerisinde, mahalli idareler ve mesleki uzmanlıklar doğrultusunda, gerekli teori ve pratik eğitimlerin tamamlanmasıyla örgün öğretimlerden mezun olan vatandaşların yer alacağı kurumsal bir yapıya dönüştürülecektir. Bu anlamda her büyükşehir belediye yönetiminin, belediye üniversitesi oluşturarak gerekli personeli kendi bünyesinde sürekli geliştireceği bir sistemi kurması öncelikli görevidir. Bunu “Kent enstitüsü” adı altında modellemek mümkündür. Diğer şehir ve il, ilçe yönetimlerine de kent enstitüsü mezunlarından görevlendirme yapmak zorunlu hale getirilecektir. Böylece belediyeler siyasetin rant alanı ve liyakatsiz personellerin siyasi geçim alanı olmaktan çıkarılacaktır.
Bir şehirde önemli sorunlardan biri de konaklama ve ticaret için gerekli olan daire ve dükkân ihtiyacıdır. Ürün reçetelendirilmesi ve taban fiyat uygulaması doğrultusunda, coğrafya ve içinde bulunduğu yere göre tespit edilecek olan satış fiyatlarının yanında, özellikle belki de çok daha önemli olan bölgeye, mahalleye, sokak ve caddeye göre yine il, ilçe ve mahalle komisyonlarının oluşturmuş olduğu planlama kurulunun kararlarıyla kiralama metrekare fiyatları tespit edilecektir. Burada taban fiyatlar konulmuş olup üst sınırlar yine açık bırakılacaktır. Ancak modeli bir çerçeve içerisine almak amacıyla buradaki taban fiyat uygulamasının üzerine konulacak rakamları, vergi oranlama dilimleriyle, bölgesel olarak fahiş fiyat uygulamalarının önüne geçilmesi sağlanacaktır. Bu konuda her bölge öznel ve uzun soluklu çalışmalar gerektirecektir.
Taban fiyatları çıkartılan ikamet ve ticaret alanlarından üç aylık süre içerisinde satışı yapılamamış yahut kiraya verilememiş olan bu yapıların belediyeler tarafından satışı alınabileceği gibi, kiralamalarının da yapılabileceği bir kamu iktisadi teşebbüsünü oluşturacağız. Bu düzenleme, ihtiyaç sahibi ve istihdam yaratmak amaçlı birçok vatandaşın yer, yurt aradığı bir ortamda boşta kalan daire ve dükkânların kamu yararına kullanılmasını sağlayacak bir işlemi tesis edecektir.
Sistemi üretim ekonomisi üzerinden kurguladığımızdan sadece kira gelirine dayalı zenginleşme ve mülkiyet biriktirmenin önünü kapatacağız. Sadece kira amaçlı kullanılmak üzere edinilmiş, yahut mal biriktirme amaçlı edinilmiş araç ve gayrimenkulleri orantılı bir şekilde vergi artırımları ile cazip halden çıkartacağız. Üretim ve istihdam amaçlı kullanılmayan her türlü menkul ve gayrimenkul, lüks mal vergilendirmesi içerisinde yer alacaktır.
Şehirlerde çirkin bir görüntüye sebep veren, yıllardır bitmeyen, yarım kalan her türlü inşaata belediyelerin güncel maliyet ve değerleme oranlarıyla tespit edeceği tazminatlar ödenerek kamu iradesine geçişi sağlanacaktır. Bu yapıların her birinin yine kamu yararı adına ilgili kurum, kuruluş ya da kooperatiflere tahsisi sağlanacaktır.
Belediyelerin kent enstitüleri ile şehrin sanat, kültür, tarım, üretim ve tüketim kooperatiflerini örgütlemesi, yaşatması ve geliştirmesi anayasal zorunluluk olarak tanımlanacaktır. Belediyeler her mahalleye sanat, kültür, spor merkezleri, kütüphaneler, tiyatro, sinema vs. kurmakla görevlidir.
Köykent bağlamında ve tüm Türk Milleti’ni ortaklaştırıcı bir kooperatif modeli olarak Borsa’nın da devlet garantisi altında yüksek planlama kurulunun tespit edeceği sektörler içerisinde yer alan kooperatif ve şirketlerin veya kamu iktisadi teşebbüslerinin ortaklık hisse senetleri, kâr dağıtım hisse senetleri gibi modellerle Türk milletinin birikimlerini garantili ve planlı şekilde ortaklaştıracağımız bir yatırım modeline dönüştürülmesi gerekir. Bugün sıcak para ve tefecilik sistemine açık olan Borsa yapısı, tamamıyla milli menfaatlere ve üretim ekonomisine dayalı olarak istihdam yaratan sektör ve girişimcilerin önünü açacak ve güçlendirecek bir yapıya dönüştürülecektir.
Son olarak bütün Türk milletinin çocuklarını ortak kadere bağlayıcı ve ortak menfaati, yaşam kalitesini, refahı yükseltme çabasını bireysel tercihin dışarısına çıkarıp zorunlu hale getirecek en önemli politika olan ücret politikasını anlatacağız.
ÜCRET POLİTİKASI
Cumhuriyet’i ve Cumhuriyet’in ayakta kalmasını iyi niyetli, romantik duygularla iyi insanların iktidar mekanizmasında olduğunu ve olacağını düşleyerek kurgulamamız çok önemli bir hataya düşmemize sebep olacaktır.
Devrim, duygusal ve romantik duygularla değil, sert radikal yasa ve yönetmeliklerle ve bu yasa ve yönetmelikleri uygulayacak kararlı ve güçlü kadrolarla sürdürülebilir. Özü itibari ile devrim, sürekli olduğu süreçte devrim olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda devrimci Cumhuriyet’i kurarken radikal anayasal ilkeleri koymak zorundayız. Ücret politikası, askerlik hizmeti ve kamu personel istihdamı, köy, çarşı-pazar planlaması ve de ücret politikası o anayasal ilkelerimizden olacaktır.
Tüm ücret politikasının temelini asgari ücret üzerinden oluşturuyoruz. Kamu personeli asgari ücretin en fazla %20 fazlasıyla göreve başlatılacaktır. Mezuniyet, hizmet yılı, makam, mevkiye dayalı olarak ücretler yükseltilecektir. Makam, mevki, kurum ve kuruluş başkanlıkları dâhil tüm seçilmiş ve atanmış kamu hizmeti yapan görevler, ünvan ve makamlar dâhil hiçbir surette, hiçbir kamu hizmeti niteliği veren hiçbir kurum ve kuruluşta asgari ücretin %50 fazlasının üzerinde maaş alınamaz.
Belediye meclis üyelerinden milletvekillerine kadar başbakan ve cumhurbaşkanı dâhil tüm bakanlar ve tüm bakanlıkların en üst düzeydeki ünvanları dâhil hiçbir surette asgari ücretin iki katından fazlası, hiçbir ad ve yan ödeme adı altında maaş ve ücret olarak verilemeyecektir.
Barınması, beslenmesi, eğitimi, sağlığı, yarını güvence altına alınmış; spor, sanat ve entelektüel gelişiminin tüm yapısı inşa edilmiş bir Cumhuriyet rejiminde olması gereken ücret politikasını tarif ediyoruz. Bu ücret politikası, asgari ücretin yaşam standartlarının, yaşam kalitesinin en yüksek seviyede olması için tüm maaş ve ücretli vatandaşların, asgari ücret refahını yükseltme gayesini zorunlu irade olarak düzenleyecektir. Bölünmüş, parçalanmış, imtiyazlarla birbirinden koparılmış kamu personelini önlemek ve emek gücünü ortak bir gayede bütünleştirme için bu ücret politikası en gerekli anayasal zorunluluktur.
Aynı zamanda emekli maaşları asgari ücretin altında olamayacağı gibi, çalışılan zamanda alınan ücret en fazla %10’dan fazla kesintiye uğratılamaz. Çalışırken aldığı son maaşın %90’ı altında maaş bağlanamaz.
Cumhuriyet devrim politikalarının bir kısmını işlediğimiz bu yazının, elbette daha önce de söylediğimiz gibi, uzman ve bilim adamlarının, aydın yazarçizerlerin katkı ve eleştirilerine açık olarak bizim öznel değerlendirmelerimiz olduğunu tekrar ifade etme gereğini duyuyoruz.
Umarız yeniden Cumhuriyet devrimi için bir katkı niteliği taşıdığını düşündüğümüz bu yazımız Türk gençlerine, kadınlarına ve tüm Türk milletinin çocuklarına bir tartışma alanı yaratmasında vesile olur.
teşekkürler serkan bey harika akıcılıkta bir yazı, mutlaka devamını bekliyoruz
Serkan Öz’ün kalemine sağlık. Manifesto niteliğinde bir yazı olmuş. Cumhuriyetçi Vatanseverler’e yol gösterici bir kılavuz olması açısından muhakkak kitap olarak yayımlanması gerek. Benim diyen ‘aydın’ bu manifestoyu yazamaz.
Değerli paylaşım ve çalışmanız için teşekkür ediyorum 🙏