Mustafa Özgür Sancar yazdı…
Her roman yazarının hayatından izler taşır… ilk planda size basmakalıp bir söz olarak gelebilir; ancak derin bir anlama sahiptir.
Yazma eylemi, bir şeyi anlatma istenci, her şeyden önce kendini anlatma ihtiyacının sonucudur. Yazan, farklı karakter ve hayatları anlatırken bile, aslında kendini anlatır.
Kendi duyuş ve kavrayışından farklı değildir, yarattığı karakterlerin acısı ya da sevinci…
MUHÂKEME VE YORUM
Yazma işi bir pratikten ibaret olarak görülse bile, duyguyla başlar, düşünce ve bunun yazıya dökülmesiyle devam eder; dolayısıyla art yöresinde bir gerçek yaşam ve onun öğrettikleri vardır.
Bakmayın siz, “tamamen gördüğümü, gözlemlediğimi yazdım” diyenlere… roman ve hikâye nesnel bir bir metin değildir ki, yaşananı yazarının düşüncesinden bağımsız biçimde içersin.
Okuduklarından çıkardığı öykü ya da romanlar bile yazanın gerçek hayatından izler taşır; aslında bu türde yazmak bir yorum meselesidir. Roman, gördüğü, duyduğu ya da anlatılanı muhâkeme ve yorum gücüyle anlamlı bir metin hâline getirme işidir.
HAYATIN YANI BAŞINDA İKİ TÜR: ÖYKÜ VE ROMAN
Yazmaya giden süreç, toplumsal etki ve okumalar üzerinden de geçer; ama tüm bunlar son tahlilde yazanın kendi yaşam pratiğiyle buluştuğu ölçüde öykü ya da romanın içerisinde yer alır.
Yazarken tüm yazarlar aynı yolda yürüyor olmalarına karşın, yazdıkları roman ya da hikâye olunca birbirinden ayrılır; farklı farklı yaşamların ürünü olarak okurla buluşur.
Öykü ve romanı hayata en yakın edebî tür yapan özellik tam da budur.