1. Haberler
  2. Analiz
  3. Hindistan-Pakistan: Kaçak atom bombası yapmak

Hindistan-Pakistan: Kaçak atom bombası yapmak

featured

Ergun Türkcan yazdı…

İslamcılar, “devlet dini İslam’dır” kaydını Anayasa taslaklarına sokma konusunda hemen bir başarı kazanamadılar, ama zamanla seslerini yükseltip hem ülkede hem de uluslararası
ortamdaki yeni gelişmelerden yararlandılar.

KISA BİR AÇIKLAMA

Sonda söyleyeceğimizi başa alalım: Pakistan 28-30 Mayıs 1998’de, Belucistan Eyaletinde Chagai tepelerinde 6 nükleer test gerçekleştirdi. Bunlar, Hindistan’ın iki hafta önce,11-13 Mayıs’ta gerçekleştirdiği 5 nükleer testlere karşılıktı. Bunu hiç kimse Pakistan’dan beklemiyordu. Pakistan’ın varlığı güvence altındaydı.

Aşağıdaki yazı dizisi, aslında yukarıdaki ana başlık altında tasarladığım 3 ülkenin, İran, Pakistan ve Kuzey Kore’nin, kaçak atom bombası[1] yapımlarına ilişkin bir bilim-teknoloji politikası girişiminin kuruluş ve işleyişini anlamaya çalışan akademik bir araştırma çalışmasının ilk kısmıdır. Pakistan için temel bir çalışmayı bulduğum ve diğer verilerle desteklediğim halde Kuzey Kore ile İran hakkında yeterli özgün kaynaklara erişemedim; daha doğrusu vaktim olmadı, başka olaylar devreye girince elimde sadece Pakistan kısmı kaldı. Bilgisayarın bir köşesinde unutulup kalmasın, belki bir meraklısı, benim gibi bu işin peşine düşer, diğerlerini de araştırır, diye değerli meslektaşım Ömer Faruk Çolak’ın da isteğiyle, metni biraz kısaltıp-düzeltip İktisat ve Toplum Dergisine verdim.

Tabii, önce Pakistan devletinin kuruluşu ve parçalanışı ile kendi askeri eliyle Şeriat yönetimine geçişini anlatmak gerekir diye düşündüm; bir anlamda ilk İslam atom bombasıdır. Türkler, 14. ve özellikle 15. Yüzyıllarda büyük topçuluğu geliştirip, İstanbul dahil, Avrupa feodal kalelerini nasıl teker teker aldılarsa, bu bomba da Pakistan’ı Hindistan istilasına karşı koruma görevi yapmıştır. Ancak dikkat edilirse bir icat değil, barut gibi, top gibi, gizli veya açık çok başarılı bir teknoloji transferi sürecidir; incelenmeğe değer.

HİNDİSTAN’IN PARÇALANMASINDAN PAKİSTAN’IN PARÇALANMASINA, 1947-1971[2]

Kuruluş Sancıları, 1947

Tarihçiler ve siyasi analistler Pakistan’ın ayrı bir devlet olarak kuruluşunu, tüm Hindistan Müslümanlarını temsil eden Tüm Hindistan Müslümanları Partisi’ne (All India Muslim League) ve onun Başkanı Muhammed Ali Cinnah’a (Jinnah) mal ederler. Oysa biraz daha geriye gidersek, 1930’larda, Dr. Muhammet İkbal ayrı bir Müslüman devleti (homeland) fikrini ortaya atıp 1940’da, Partisyon’dan 7 yıl önce da somut bir taleple ortaya çıkmıştı. Oysa, Hindistan’ın bağımsızlığı fikri çok daha öncesinde, Harbi Umumi’den de çok önce, Mahatma Gandhi’nin Kongre Partisi’nin programında yazılmıştı ama Partisyon-ayrılma amacı yoktu.

Bazı tarihçilere göre de, ne İngilizlerin ne de Cinnah ve partisinin de böyle bir isteği yoktu, sadece Hintlilere karşı bir pazarlık unsuruydu. Ben İngiliz tarihine baktığımda, emperyalist geleneği icabı, artık bu toprakları bırakacağını ilan etse bile yine bir yerden buraları yönetmek için bölmeden bırakmayacağını görürüm. Zaten, çok da inançlı olmayan Şii Cinnah’ın İngilizlerin adamı olduğu da genel kanaattir. Ayrı bir İslam devleti kurulması daha 1946’da belirgin hale gelmişti. Buna Kongre Partisi ve Gandi karşı olsa da, her iki taraf hangi toprakların kime kalacağını kavgasını yapmakta, kurumlardan ve idari yapıdan en iyi payı alma yarışı şimdiden başlamaktaydı. Buna Pencap eyaletinin bir İslam devletine karşı çekimser kalan Müslüman feodal ağaları da, 1946’dan itibaren katıldılar.

Sonunda, Hindistan’ın Batı’sında İngilizlerin Kuzey-Batı Sınırı dediği dağlık arazi ve Hayber geçidi, Pencap ve Belucistan çölleri ile Doğusundaki (büyük nehirlerin döküldüğü deltanın güneyindeki Bengal Körfezi etrafındaki alüvyal topraklar adı beş eyaletin harflerinden oluşan Pakistan’a verildi; aralarında 800 mil vardı. Pakistan’a kalan kurumsal ve idari yapı, bağımsız bir devlet yönetmek için değil, bir koloni yönetimi için uygundu. Üst düzey Hint yönetiminde pek az Müslüman Hintli görev almıştı. Altı etnik grubu birleştirip bir millet inşa edecek siyasi elit zayıftı.[3] Hareketin motoru, Cinnah, Partisyon’dan 13 ay sonra ölünce Parti başka yönetimin eline geçmişti. Başta bir Anayasa yapılmadığı için, 1935 tarihli İngiliz Hindistan Kanunu (India Act) geçici Anayasa kabul edilmişti. Tamamen merkezi idareyi güçlendiren bu hukuki araçla, parçaları idare etmek çok zordu.

Partisyon tarihin gördüğü en kanlı tehcirlerden birine yol açtı: Müslümanlarla Hintliler binlerce yıldır yaşadıkları yerleri değiştirirken, özellikle Müslüman ahali, daha örgütlü ve silahlı Hindu ve Sikhlerin saldırısına uğrayıp milyonlarca kayıp verdiler. Bunun ötesinde, Partisyon sırasında iki tarafın da Kral Naibi olan Lord Mountbatten da Müslümanlara sempatisi olmayan ve özellikle Cinnah ile perisi barışmamıştı, mal varlıklarının (assets) dağılımında büyük haksızlıklar yaşandı. Birçok kimse Pakistan’ın yaşayamayacağını düşünüyordu; alt-yapı ve mali kaynakları yok denecek kadar azdı ve temel hizmetleri yöneten Hindu ve Sikhler de Hindistan’a göç etmişler, ortada evsiz-barksız, aç milyonlarca insan göçmen olarak dışarıdan yardım bekliyordu.

Müslüman Türkler daha önce çeşitli akınlar yaptıkları Kuzey Hindistan’a temelli yerleşip devlet kurmak için 16. Yy başlarında Orta Asya’dan inip Büyük Moğol denen imparatorluğu kurdular; ilk hükümdarları da Babür Şah idi. Müslümanlar kitle halinde ihtida eden Hindulara ve dinlerine tolerans göstermelerine rağmen, hiçbir zaman çoğunluk olmasalar bile hakim sınıf olarak, İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyası Hindistan’ı parça parça zapt etmeye başlayıncaya kadar, 1757,[4] bu büyük ülkeyi yönetmeyi başardılar. İngilizler, daha savaşçı olan Müslümanları, kendilerine bağlı Hint ordusuna sipahi (sepoy) askeri olarak aldılar ve yaklaşık yüzyıl, Büyük Sepoy İsyanı’na 1857, kadar da istihdam ettiler. Bu isyan sonunda Büyük Moğol İmparatorluğu hukuken de ortadan kalktığı gibi,[5] Müslümanlara karşı bir ön yargı da oluştu.[6] Yine de Müslümanlar Hindularla birlikte yaşadılar.

Cinnah ve Pakistan hareketinin başlıca finansörleri “Ahmediye”[7] diye, Şii bir tarikata, Müslümanlar içinde bir azınlığa mensup oldukları için laik (secular) bir devlet yapısı, dini tolerans istiyorlardı. Aslında Müslüman Partisi de, laiklikten yana olsa da, Müslüman kitleler için dini kimlik öne geçiyordu. Kısa süre sonra yönetim seküler ideolojilerden kopup demokratik olmayan, tutucuların eline geçti; Cinnah da ölmüştü. Kısa sürede Pakistanlı kimliği İslam kimliğiyle eşit[8] sayılmaya, seküler partiler aşağılanıp, Pakistan’ın İslam devleti olarak kurulması düşüncesi ağırlık kazandı. Hintli korkusu bir yana, yeni ülkeyi birleştiren asıl unsur İslam’dı.

Ancak, İslamcılar, “devlet dini İslam’dır” kaydını Anayasa taslaklarına sokma konusunda hemen bir başarı kazanamadılar, ama zamanla seslerini yükseltip hem ülkede hem de uluslararası ortamdaki yeni gelişmelerden yararlandılar. Bu Soğuk Savaş döneminde anti-komünist akımlar da, komünist fikirler gibi her yerde yaygınlaşıyordu. BM Güvenli Konseyi’nin “çok gizli” 1951 raporuna göre Pakistan’da aydınlar, basın ve sendikalar arasında çok etkiliydi ve ABD’nin ulusal güvenliğini de tehdit edebilirdi. O zamanlar Müslüman partiler, genelde barışçı bir karakter sergiliyor, ABD’ye yakın görünüyordu. Böylece ABD hem Pakistan Hükümetine hem de İslami partilere para ve moral desteği artırdı.

Politik ortam değişince, 1953’de dini guruplar bazı siyasi guruplarla birleşerek şiddete başvurdular. Özellikle, Pencap’ta, Cemaat-i İslami Partisi’nin, (Jamaat e Islami, JI), Ahmedi tarikatına (bizdeki Sünnilerin Şii mahallere, Kızılbaş diye saldırması gibi) saldırmasını örgütleyenlerin başı J.I. lideri Madudi idi. Bu zat, o bölgede, Güney Asya’da, çok tanınan bir İslami siyasetçi olup, adını sonra çok duyuracaktır. Kurucu Parti İslam Ligi, bu 6 yılı, seçimleri erteleyerek, anayasayı yazamayarak, halk arasında ümitsizliği artırarak fırsatı kaçırdı. Aslında, Madudi geçmişte Pakistan fikrine şiddetle karşı çıkmışken şimdi, fırsatçılık yapıp İslami bir Pakistan’ı destekliyor, sadece Batı kültürünü reddetmekle kalmayıp dinci söylemi ana akım haline getiriyordu.

Bu kriz ordunun müdahalesiyle sona erdi. Başta JI ve diğer İslami partiler yasaklanıp, Madudi idama mahkum oldu; sonra karar bozuldu. Bu durumda İslamcılar strateji değiştirip, askerin ve istihbaratın içine girmeğe çalıştılar ve başardılar. Bu yıllarda, kendini karşıtı ile tanımlamak, bu kuralın gereği Hindu düşmanlığı ve tabii, karşılığında da aşırı Hint milliyetçiliği (jingoism) canlandı. Neyse ki, Hint din adamları bu akımların içine girmedi.

Keşmir Anlaşmazlığı

Dünyada yarım asrı geçen sınır ve nüfus ihtilaflarının başında gelen ve hala da süren, bitmesi de pek mümkün görünmeyen Cammu ve Keşmir, kısaca Keşmir Anlaşmazlığı, Pakistan-Hindistan komşuluğunun en büyük sorunu olmuştur. Bu yer aslında, Pakistan, Afganistan, Çin ve Hindistan arasındaki en stratejik toprak parçası olup, 1941 sayımına göre 4 milyon nüfuslu en büyük bağımsız feodal bir prenslikti (Hindistan kolonisinin Başbakanı durumundaki Lord Listowel, ülkede bu şekilde 565 devletçik olduğunu, bunların bağımsız devlet olamayacaklarını, ancak iki devletten birini seçmeleri gerektiğini belirtmişti. Bu nüfusun dağılımı şöyleydi: Toplamım % 77 si Müslüman; geleneksel Hindu toprağı Cammu’da % 55, fakat Keşmir vadisinde bu oran % 90 idi. Bu durumda Buranın Pakistan’a verilmesi gerekirken, İngiliz yönetimi ve o sırada bölgenin Hindu yöneticisi Maharaca Hari Singh, ‘pek tarafsız’ (!) Lord Mountbatten ‘rehberliğinde’ Pencap Sınır Komisyonu Başkanı Sir Cyril Radcliff nihai ve geri dönülmez bir kararla burayı Hindistan’a bağladılar.

Pakistan ilk Kuruluş savaşını, 1948’de, Yeni Hindistan’la yaptı ve doğal olarak hırpalandı. Her bakımdan zayıftı: Orduda bir tüm general, 2 tuğg. ve 53 albayı vardı. Tüm Sikh ve Hindu birlikler Hindistan’a verilmiş, 1857’den beri tümü Müslüman (sepoy) olan birlik kalmadığı için, birlikler parçalanarak Müslüman askerler Pakistan’a geçmişti. Askerlerin yeni bir düzende savaşabilir ordu haline gelmesi zaman alırdı, ancak başlarına her rütbeden özellikle alt kademede çavuş astsubay, subay koymak ve beklemek gerekirdi. İşte bu acınacak durumda 1948 savaşına girildi; iki taraf da kesin bir sonuca ulaşamadı, ama Pakistan zafiyetini anladı: Ordusunun silah gücü ve büyüklüğü Hindistan’la boy ölçmesine imkan vermiyordu; Partisyonda Britiş Hindistan Ordusunun üçte biri ve gelirlerinin % 17’si Pakistan’a kalmıştı. Bu anlaşmazlığın tarihi her insanı bıktıracak kadar, devletlerin, kabilelerin, BM Güvenlik Konseyi başta uluslararası kuruluşların karıştığı, karıştıkça da hiçbir şeyin çözülemeyip daha da karışıklaştığı bitmemiş bir süreçtir; girmiyorum.

Güvenlik Devleti

Cinnah’ın ölümünden sonra yerine gelen Başbakan Liyakat Ali Han’ın 1951’de bir suikastla öldürülmesiyle İngiltere’de eğitilmiş bürokratlar yönetime geçti ve ilk büyük hatalarını yaparak, Ordunun başı Genelkurmay Başkanı Eyüp Han’ı, Savunma Bakanı olarak Federal Kabineye soktular.[9] O da 1958’de bir darbeyle iktidarı ele geçirip, örfi idare ilan etti. Artık Pakistan da, diğer İslam devletleri gibi darbeler ve olağanüstü hallerle yönetilecek veya yönetilir görülecektir.

Hindistan sola yakın yönetimiyle Bağlantısız Devletler[10] grubuna katılmış, iki blok arasında tarafsız kalmağa çalışıyordu; aslında SSCB’ye yakındı; Dışişleri Bakanı Krişna Menon açıkça bir komünistti, sosyalist blokla işlerini yürütmeye çalışıyordu. Başbakan Nehru da açıkça, Gandhi yolunda giden anti-emperyalist bir devlet adamı ve planlı ekonomi taraftarıydı. Durum bu olunca Pakistan’ın ABD’ye yanaşması kaçınılmazdı. Önce askeri işbirliğiyle Ordunun durumunu sağlamlaştırdı. ABD’nin Sovyetlerin yayılmasına karşı İran’dan sonra bölgedeki en sağlam müttefiki Pakistan’dı. Onu Güney Doğu Asya İttifakı’na (SEATO) ve Bağdat Paktına (sonra CENTO) soktu ve askeri yardım akmağa başladı. Eyüp Han’ın ABD Dışişleri bakanına “Ordumuz, isterseniz sizin de ordunuz olur”, dediği bilinir. Ordu güçlendikçe de, Anayasa ve diğer kurumlar aşılarak kendi kurallarını koymağa, sivillerden gizli işler yapmaya başladı. Eyüp Han’ın, 1952 yılında Washington Askeri Ateşesine verdiği talimat şöyle: “Başlıca görevin Pentagon’dan silah almaktır. Bunun için Sefire ve Dışişlerine bilgi vermek durumunda değilsin. Çünkü milli güvenlik konularında sivillere güvenilmez.”

Eyüp Han’ın 1962 Anayasası[11] da otoriterliği, güvenlik devletini öne çıkarıyordu. Güvenlik devletini bir Amerikalı şöyle tanımlıyor: 1) Güvenlik devletinin ilk ve en önemli özelliği askerlerin en üst otorite olup, toplumun tüm alanlardaki yön ve şeklini belirleme hakkına sahip olması; 2) Demokratik kurumlara karşı derin bir kuşku beslenmesi ve gerekirse kukla kurumlarla demokratik bir görünümün sürdürülmesi; 3) Askeri ve ona bağlı kurumların siyasi ve iktisadi hayatta büyük bir otoritesi olması; 4) Devlet düşmanlarıyla yaygın bir savaşa girişilmesiyle çok farklı bir milli kimlik inşası; 5) Düşmanın çok acımasız ve kurnaz olduğu var sayımıyla aynı şekilde karşılık vermek ve gerekirse düşünce-basın özgürlüğüne sınır getirmek; 6) Kilisenin (din demek istiyor) bu amaçla görevlendirilmesi.[12]

Tekrar Keşmir

Bu konuda 1960-65 arasında sonuçsuz 6 görüşme de sonuçsuz kalınca, 1965 Nisan ayında, Sind Eyaletine Hint Ordusu girince (Rann of Kutch) Savaşı çıktı. Pakistan ordusu bu kez nispeten daha iyi savaştı. Sovyetlerin araya girmesiyle, Ocak 1966, Taşkent’te bir anlaşma imzalandı. Aslında Pakistan’ın amacı ateşkes hattını gizlice geçip Keşmir’de Müslüman halkı ayaklandırmak, sabotaj yapmak yani Hint idaresini zor duruma sokmaktı. Ordunun başında parlak bir komutan olan Ahtar Hüseyin Malik yerine muhteris Yahya Han atanınca savaş felakete dönüşüyordu. Bu hayal kırıklığını Eyüp Han kendini mareşal yaparak biraz teselli ettiyse de, iktisadi kalkınma için yapılanlar da bu 17 günlük savaş için harcandı; ülke daha fakirleşti.

Savaştan hemen sonra, Dışişleri Bakanı Zülfikar Ali Bhutto, 12 Mayıs 1965, Eyüp Han’a bir mektupla, Hindistan’a da (Sovyet etkisini azaltmak için) Batı ülkelerinin yardıma başladığı hatırlatılarak, en iyisi, stratejik denge sağlanıncaya kadar Hindistan ile müzakerelere girmek gerektiğini hatırlattı. Bu arada Çin ile yakın ilişkiler kurulmağa başlandı. Bir bakıma, Hindistan’ın SSCB yakınlaşması karşısında, artık bu sistemle soğuk temasa girmiş Çin’e yaklaşarak bir denge arayışı doğaldı. Çin ilerde bu dostluktan çok yararlanacaktır.

PAKİSTAN’IN BÖLÜNMESİ, 1971

Yahya Han’ın Kısa Süren İktidarı

Bu savaştan sonra Eyüp Han orduyu modernize edip, profesyonelleştirmeye ve ekonomiyi de biraz düzeltmeye çalıştıysa da, otoriter yönetimi ülkenin halklarını birleştirmekten çok bölünmeye, huzursuzluğu artırmaya yaradı; yürütemeyeceği anlaşılınca, 1969’da istifa etti ve yerine Yahya Han’ı geçirerek ülkesine son bir darbe daha indirdi. Çünkü yerini Meclis Başkanına bırakıp gitmesi gerekiyordu, yetkisi olmadan bu atamayı yaptı.

Eyüp Han’ın kötü yönetiminin etkisi ilk demokratik denemede kendini gösterdi: Yeni askeri diktatör Yahya Han, belki iyi bir başlangıç jesti olarak, ülkede ilk defa, 1970’de, açık ve özgür bir seçim yaptı. Doğu Pakistan’da Şeyh Mucib ül Rahman’ın Halk Partisi (Awami League) tüm sandalyeleri kazanırken Batı’da, Z. Ali Bhutto’nun, 1967’de kurduğu Pakistan Halk Partisi (Pakistan’s People Party, PPP) tüm yerleri kazandı. Hiçbir partinin ötekisinin bölgesinde tek bir sandalyesi yoktu; artık birleşik Pakistan’ın sonu gelmişti.

Bangladeş Doğuyor, Aralık 1971

Gerçekten de ayrı etnik gruplardan gelen Bengal halkının sefaleti daha büyüktü. Bengalilerin konuştuğu dil bile (İngilizce hariç) farklıydı, sadece dini bağ vardı. Tabii, her bakımdan ayrıma uğramışlar, Hintlilerin baskısına, Pencabî, Sindî grupların baskısı eklenmişti; bunlar ayrılıkçı cereyanlara hız vermişti. Sonunda Bengaliler isyan ettiler, Pakistan ordusu da isyanı en ağır biçimde bastırmağa çalıştı, ama Doğulular komşu Hindistan ordusunu yardıma çağırdılar. Pakistan Ordusu Batıdan ikmal yapamayınca 100 bin askeriyle teslim olmak zorunda kaldı, 16 Aralık 1971’de, Bangladeş Cumhuriyeti ilan edildi; önce Hindistan, sonra da diğer ülkeler tarafından tanındı.

Zülfikar Ali Bhutto İktidarı

Bu büyük bir şoktu; General Yahya Han ordu içinde ve her yerde muhalefetle karşılaşınca, Batı Pakistan’da Parlamentoda çoğunluğa sahip PPP’nin Başkanı Bhutto’ya, 1972 başında iktidarı devretti. İlk kez demokratik bir şekilde seçilmiş biri Başbakan oluyordu. Herkes bu işten Hindistan’ı sorumlu tutarken, trajedinin sorumlusu olan güvenlik devleti daha da güçlenerek, açık demokrasi görüntüsü altında daha da güçlenmiş olarak gözlerden saklandı. Zaten Bhutto, Hindistan’a karşı şahin tavırlarıyla ordu içinde saygı duyulan bir kişiydi. Şunu anlamıştı ki, ABD ve Çin’in dostluğu bir savaşta yeterli değildi. Yaşayabilmek için dışa değil kendi gücüne, önemli bir caydırıcılığa (deterrence) ihtiyaç vardır.

Pakistan’ın En Büyük ve En Talihsiz Siyasetçisi Z.A. Bhutto

Zülfikar Ali Bhutto, Sind’de, Şii bir ailenin 3. çocuğu olarak, 1928’de doğdu. Bombay’da İngiliz okullarında eğitim gördükten sonra, ABD’de, Un. of Southern California’da siyaset bilimleri okudu, Un. of Berkeley’de B.A yaptıktan sonra, Oxford (Christ College) hukuk tahsil etti ve avukat oldu; siyasete atılıp 1958’de, Enerji Bakanı; 1963’de Dışişleri Bakanı olduktan sonra Başkan Eyüp Han’la anlaşmazlığa düşüp, 1965’de ayrıldı. Bir mühendis olan Mübaşir Hasan, bengali bir Komünist Rahim ve diğerleriyle PPP, Pakistan Halk Partisini kurdular: Z. A. Bhutto politikasını şöyle özetliyordu: “İslam bizim inancımız, demokrasi siyasetimiz, sosyalizm iktisadımızdır.” PPP, Batı Pakistan’da 1970’de yapılan (ilk demokratik) seçimde çoğunluğu sağladı. Ülke ikiye bölünüp Bangladeş doğunca, Diktatör Yahya Han yerini, 4. Cumhurbaşkanı olarak, Bhutto 1971-73, aldı; sonra Başbakan olarak, 1973-77 görev yaptı.

5 Temmuz 1977’de, General Ziya ül Hak bir darbe yapıp İktidara geldi ve uzun bir muhakeme sürecinden sonra, saçma sapan cinayet ve benzeri kimsenin inanmadığı nedenlerle Bhutto idama mahkum oldu ve 4 Nisan 1979’da, idam edildi.[13] Kendisinden sonra, iki kez başbakan olacak büyük kızı Benazir Bhutto da, 2007’de, seçim kampanyası sırasında suikasta uğrayıp öldürüldü. Baba kızın A-bombası nedeniyle öldürüldükleri genelde kabul gören bir teoridir. Bhutto’dan sonra, programa devam eden ve 1979 Sovyetlerin Afganistan işgali yüzünden müsamaha edilen, Gen. Ziya ül Hak da, bir suikasta kurban gidecektir.[14] Acaba o da mı?

Bir ‘acaba’ daha

Benim bir ‘acabam’ daha var, o da Hindistan Başbakanları Indra Ganhdi (1917-84) ile annesi suikastta ölünce yerine geçen oğlu Rajiv Gandhi (1944-91) de acaba Hindistan A-bombasına katkılarından dolayı mı ödüllendirildiler? Çünkü, Indra Gandhi’nin başbakanlıkları (1966-77) ve (1980-84) ile Rajiv’in başbakanlığı (1984-91) yaklaşık 22 yıl sürer ki, Hindistan nükleer programının en önemli kısmını kapsar. Her ne kadar ilk büyük denemeyi, 1998, görmeseler de, bu alandaki hizmetleri ve Kongre Partisinin sol kanadında verdikleri mücadele (Indra’ya Lenin Barış Ödülü getirmiştir) ABD’nin gözünden kaçmamış ve ayrı iki suikastla arka arkaya ‘ödüllendirilmiş’ olabilirler mi? Benimki sadece bir şüphe, delilim yok…

Z. Ali Bhutto’nun Pakistan’da Eğitim Alanındaki Katkıları

Ancak Bhutto’nun Pakistan’ın gerçek demokratik lideri olarak sadece savunmasına değil, eğitimine verdiği katkılar da çok büyüktür. Bhutto Hükümeti çok sayıda okul, 6.500 ilkokul, 900 ortaokul, 407 yüksek okul (high schools), 51 intermediate ve 21 junior colleges kurup Batı yani İngiltere’nin eğitim sistemini terk etmeye çalışmış, bu nedenle kendi akademisyenlerini konularında kitaplar yazmağa özendirmiş, İslami ve milli tarih dersleri mecburi hale getirip, yaklaşık 400 bin adet kitap bastırılmış, dağıtılmıştır. Bhutto İslamabad’da ve diğer şehirlerde birçok üniversite, açık üniversite ve araştırma kurum ve enstitüsü kurdurmuştur: Dera İsmail Han Gomal Üni, 1973; Kaid-i Azam Ün. ile Allame İkbal Açık üniversiteleri, 1974; daha sonraki tarihlerde Multan, Bahawalpur, Khairpur’da yeni üniversiteler; Allame İkbal Tıp Fakültesi, 1975 kurulmuştur. Prof. Abdüsselam’ın (2. Bölümde hayatını vereceğiz) yardımıyla Teorik Fizik Enstitüsü; Mühendislik Konseyi ile Pakistan Edebiyat Akademisi ve Veziristan’da askeri okul, 1976 onun eseridir. Bugün de çalışan, Dünyanın her tarafından binlerce fizikçiyi çeken Natık Ali Çağdaş Fizik Yaz Okulu, INSC da onun bir girişimidir.

PAKİSTAN’IN YENİDEN “İSLAMİLEŞTİRİLMESİ”

Gen. Ziya ül Hak İktidarda

Bhutto’yu deviren ve idam eden Ziya ül Hak, sadece basit bir darbeci olarak, ABD’nin kendisine verdiği bu görevini ifa ettikten sonra, diğer görevlerini de başarıyla ifa etti; en önemlisi Pakistan’ın yeniden “İslamileştirilmesidir”. Bir İslam cumhuriyeti olarak kurulmuş bir devletin yeniden İslamileşmesi biraz tuhaf kaçsa da, biz Türkler için çok da garip değildir; çünkü bu süreci yaşadık ve yaşıyoruz. Aradaki fark bizde Ordunun laikliği getirmesi, Pakistan’da ise ülkeyi en ağır biçimde İslami kalıplara sokmasıdır. Doğal olarak bu ABD’den destekli darbeci bir generalin kişisel tercihinden çok ABD-Pakistan-Suudi Arabistan ortak projesidir, her ülkenin kendine göre amaçları vardır: Pakistan ABD’den silah ve ekonomik yardım alırken, Suudilerden döviz temin ediyor; ABD ise bir üs elde edip Afganistan ve İran’la komşu oluyordu; Suudiler de biraz para-döviz harcayıp İslam’ın en primitif formu Vahabizmi Pakistan ve Afganistan’a yayıp bölgede büyük bir nüfuz kazanıyordu. Bölgeyi biraz genişletirseniz bu proje Türkiye’ye de ulaşıyordu; 12 Eylül 1980 Darbesi yapılıp Gen. Kenan Evren başa geçmiş, İslami eğitime ve İslami sermayeye yeşil ışık yakılmıştı.

Şimdi, Türkiye’den 3 yıl önce darbe yapıp, demokratik idareyi deviren, liderini astıran, “İslam yerine laikliği getirirseniz devlet çöker” deyip, Pakistan’ı saf ve temiz bir hale getirmek isteyen, “İslam’ın askeri’ Gen. Ziya ül Hak’ın iktidarda kalmak ve pekiştirmek için İslami ‘fundementalizme’ ve otoriterliğe yönelmesi doğaldı. Hem onu hem de Afgan mücahitlerini destekleyen ABD ve Suudilerin istediği de buydu. Daha sonraları Taliban (Öğrenciler, talebeler) diye bilinecek Leşker-i Taibe’nin kurucusu Hafız Said “Samuel Huntington’un Medeniyetler çatışmasına inanıyoruz ve İslam’ın hakim din haline gelmesine kadar da bize dinlenme yok,” diyordu.

Abbas,[15] Ziya’nın iktidara gelmesinden sonra, 1977, hızlanan ve kökleşen dini yapılanmanın, 2003 kesitindeki bilançosunu çıkarmış kısa bir özetini veriyorum: Ziya’dan sonra, 2003 civarında, Pakistan’da 24 silahlı, aşırı dinci örgüt vardı, çoğu daha önce yasaklanmış olsa da başka adlar altında yaşıyorlardı. Bunların faaliyeti 1990’larda sonra Pakistan Talibanı doğup, bombalı eylemlere girişince engellenmek istendi. Bunların bir kısmı Keşmir’de sürekli anarşi yaratmak için, diğerleri Pakistan’ı güç kullanarak teokratik Suudi modeli bir devlet, yapmak için çalışıyordu. Aralarında üye toplamak veya finans bulmak amacıyla sürekli çekişmeler, bazen ittifaklar görülmektedir.

Tarikatlar

Bu örgütlerin hepsinin bağlı olduğu Suudi tarafından desteklenen medreseleri vardır. Öğrencilerin çoğu Afgan savaşı sırasında ailesini yitirmiş, savaşıp sınırı geçmiş mücahidin takımıdır. Ziya Pakistan-Afgan sınırında, cihadı destekleyen dini bir kuşak-duvar örmek için din okulları kurmuştu. Özellikle Sovyetlerin, 1989, Afgan’dan çekildikten sonra işsiz kalan mücahidin buralarda bir sığınak bulmuş ve daha da militanlaşmıştır. Bu okullarda Ahli Hadis denen, Vahabizmin Güney-Doğu Asya versiyonu ile yerli Deobandi’ler ülkedeki Sünni nüfusun % 30’nu oluşturuyorlar ve en büyük yardım payını alıyorlar. Ülke kurulduğunda sadece 136 olan medrese sayısı 2002’de, 30 bin civarındadır. Başka ve daha gerçekçi bir tahmin, kuruluş sırasında bugünkü Pakistan’da (Bangladeş ayrı bir olgudur), sadece 245 medrese varken, Ziya zamanında, 1988’e kadar 2.881 olmuş, bundan sonra, 2000’e kadar % 136 daha artmıştır.

Deobandi Tarikatı[16]

Siyasi yazarlar, Müslüman Kardeşler (İhvanı Müslim), İŞİD, Vahabizm gibi, kimi seçimlerle, kimi kanla ve zorla iktidara gelmeyi amaçlayan güncel siyaset elemanları tarikatlarla meşgul olurken, belki de adını bir medreseden alan, en önemli Güney Asya tarikatını unutuyorlar. Bu tarikat adını, 1857’deki Büyük Sepoy İsyanından sonra, 1866’da, Delhi’nin kuzeyindeki ücra Deobandi kasabasında kurulan bir medreseden almaktadır. Oysa, genelde tarikatlar, Hıristiyan dininde olduğu gibi, kurucusunun ismini alır. Vahabiler, günümüzde, Suudilere dayandıkları için paralarıyla öne çıkarken bu tarikat mürit sayısıyla en öndedir. Tarikatın önde gelen bir yetkilisi, Mulana Abdül Halik, dünyada yaklaşık 100 bin kadar medrese çalıştırdıklarını ifade ediyor. Kuşkusuz hepsi yükseköğrenim türü değil, belki çoğu Kuran kursudur. Deobandiler de Vahabiler gibi kanlı Cihadizm hareketlerinden sorumlu tutulurlar. Afgan ve Pakistan Taliban hareketlerinin kaynağı Deobandi medreseleridir. Pakistan polisi 1990-2009 arası gerçekleşen terör hareketlerinden sorumlu 2.344 kişiden % 90.5’nin Deobandi olduğunu ifade etmiştir.

İngilizlerin gözü önünde bir medrese kuran Müslümanlar gibi, Deobandi de, 1857 felaketinin, Allah tarafından, dinden kopulduğu için bir ceza olduğunu ve İslam’ın iki şekilde kendine gelmesi gerektiğini savunuyorlardı: Modern hayata uymamak ve İslam’ın temel ilkelerine dönmek. (Osmanlı ve sonraki Müslümanlar da aynı sorunla karşılaşıp iki yoldan birini tercihle karşı karşıya kalmışlar ve çoğunluk modernleşmeyi tercih etmişse de, her zaman çok eskiye dönmek isteyen etkili bir Selefi grup var olmuştur.) Deobandiler her zaman dini saflıklarıyla öğünürler.

Bu örgüt, 1916’da, belki ilk kez siyasete karışıp, Osmanlı ve Almanya yanında savaşmak için bir ordu kurmağa teşebbüs etmiş, İpek Mektup İhaneti diye bilinen bu olay, Pencab polisinin İngiliz düşmanı Afganlı bir imamın, bu ülkeden Deobandi Başöğretmeni Şeyh Mahmut el Hasan’a, bir ipekli kumaş üzerine yazılmış mektubunu ele geçirmesiyle ortaya çıkmıştır. İngilizler bu komployu çok ciddiye alıp, Şeyh Hasan’ı ve diğer Deobandi liderlerini Harp sürecinde Malta’ya sürgüne göndermişlerdir. (Sanırım bizim tarihçiler bunu bilmiyorlar.)

Doğal olarak İngiliz kolonyalizmine karşı çıkıp Hindistan’ın bağımsızlığına çalışan Kongre Partisini desteklemişlerdir. Bir kısım Deobandi, 1919’da Kongre Partisi paralelinde Cemaat-i Ulemay-ı Hint, JUH, Partisini kurdular; ayrı bir İslam cumhuriyeti kurulmasına karşıydılar.
Bu tavır, bir şekilde, Hindistan’ı bir arada tutmağa çalışmış Büyük Moğol İmparatorluğunun mirasını korumak ve bekli bir gün de bunu canlandırmak içgüdüsüyle açıklanabilir. Ancak 1945’de, mücadele şiddetlenirken bazı Deobandiler JUH’dan ayrılıp, ayrı bir Pakistan devleti kurulmasını isteyen İslam Ligi, ML, programını benimseyen, Cemaat-i Ulemay-ı İslam’ı, CUI, kurdular. Bu dinci partiler seküler partiler karşısında varlık gösteremeyince (halkın çoğunluğu tarikata mensup olsa da, seçimde dünyevilere oy veriyor), bazı deobandiler siyasi seçimlerle uğraşmanın boşuna olduğunu görüp, misyoner ruhlu, Tebliğ-i Cemaat’i kurdular.

Taliban Hareketinin iki ülkede de hızla gelişip kalıcı olması, bu hareketin JUI Lideri Fazıl ül Rahman’ı defalarca öldürmeye teşebbüs etmesi ve Pakistan dışına taşıp dünyaya yayılmanın cazibesi Tebligat Hareketini çok güçlendirdi; iddialarına göre 150 ülkede 80 milyondan fazla mensubu mevcuttur. Bir örnek vermek gerekirse, Bugün İngiltere’deki 1695 camiin yarısına yakını Deobandi olup, 30 da medreseleri vardır.[17] Doğal olarak buradaki Müslümanların yarısı da Deobandidir. Ancak ne kadarı katı sadece dini gereklerini yerine getiriyor, ne kadarı siyasi sorunlar ve terörle ilişkili, bir şey söylemek zordur.

Seminerlerin çoğunu, 3/2, Deobandi tarikatı yönetmektedir. Sünni Müslümanlar içinde Sufi anlayışlı Berevî ¼ ve Ahli Hadis ise % 6 pay almaktadır. Ancak, son tarikat, Suudilerin büyük desteğiyle, 1888’de 134 olan medrese sayılarını, 2000 yılında 310 a çıkarmıştır. Suudiler bundan başka pek çok caminin yapımını,[18] hac paralarını, imamların eğitimiyle pek çok dini, sekteryan kitabın da basımını üstlendiler. İran da Şiilere yardım ediyordu.

Suudilerin General Ziya Zekat Vakfına, Faysalabad’daki Ahli Hadis merkezine yardım şartıyla verdikleri büyük fonları da hatırlatmak gerekir. Ordu yönetimi, daha doğrusu, Gen Aslan Bey bu medreseleri ön cephe savunması olarak Pencap ve Afgan sınırındaki şehirlere yerleştirdiler. Ancak, 1999 Ekim’inde Müşerref siyaset sahnesine çıkınca ve özellikle, 9/11. 2001’den sonra işler değişti.

Ordu, El Kaide’yi hedefe aldı ama Taliban ve diğer İslami örgütlerin, Keşmir, Kuzey Sınırı gibi hassas yerlerde çalışmasına göz yumdu; en ucuz savunma veya sınır tacizleri için bu örgütler kullanılıyordu. Bunların doğrudan Pakistan nükleer bombasına karşı bir tavırları olmadığı gibi, “İslam bombası” diyerek AQ Han’a övgüler yağdırıyorlardı. Tabii bunları Müşerref görmezden gelip ABD’ye terör gruplarıyla mücadele mesajları gönderiyordu. Bunların genel kontrolü Askeri İstihbarat Örgütü ISI’nın elindeydi. Tabii, bu örgüt de Ordunun elinde olduğu için, bir tür Molla-Asker İttifakı, (Mullah-Military Alliance, MMA) denilen bir siyasi alt yapıda işler görülüyordu.

Dini Siyaset Yapan Partiler

Abbas’ın kayıtlarına göre, 2003 yılında, Pakistan’da kayıtlı 250 kadar dini parti vardı. Bunların 215’nin kendi okulu-medresesi olduğuna göre partiden çok bir parti kurmuş tarikat gibi düşünmek doğrudur. Bu partilerin sadece 28’i doğrudan siyasete karışmış, 104’ünün hedefi cihat, 82’si çok katı dini ajandalar peşinde, 20’si de tebligatçı idi; bunların içinde az sayıda hiç politikaya karışmamış, saf dini amaçları olan gruplar da vardı. Bu partiler bu kadar büyük seçmen tabanına otursalar bile seçimlerde bir varlık gösteremiyor, 342 koltuklu Meclis’te her zaman 3-5 yer kazanıyorlardı. Benazir Bhutto Hükümetiyle JI ve JUI, 2002 seçiminde diğer 4 dini parti ile bir ittifak kurmalarına rağmen, oyların sadece % 11’ni alıp 68 sandalye kazanabildiler.

Tabii ki, konumuz Pakistan iç siyaseti ve partiler değildir. Anlatılmak istenen bu kadar karışık siyasi-dini ortamın Pakistan’ın nükleer programlarını aksatamamış olması, İslami cereyanların her şeye karışırken, bu projeye hayırhah davranması veya kayıtsız kalmasıdır. Zaten askerlerin, özellikle Gen. Aslan Bey’in projesi Pakistan-İran-Afganistan Birliği, tarih boyunca sınırları bir türlü kesin biçimde ortaya çıkmamış, aynı kültür ve medeniyet çevresindeki bu toplumların ABD’ye karşı bir blok oluşturması amacını güdüyordu. Ancak Afganistan’ın bir devlet olma vasfı 1980’lerde ortadan kalkınca, Şii İran’a siyaseten yaklaşmak yerine, ticari-teknik bir işbirliği ile yetinilmiş, bu arada Çin ve K. Kore ile siyasi-teknik bağlar geliştirilmiştir.

Pakistan tarihini, bundan sonra, İkinci Bölümde A-Bombası yapma veya ülkenin nükleer enerji programı ekseninde ele alıp iç siyasete konunun gerektirdiği kadar değinmeye çalışacağız. Çünkü nükleer bomba yapımı bir iç siyaset meselesinden çok bir uluslararası sorundur; iç ve dışın çok iyi dengelenmesi gerekir.

SON NOTLAR

1. Kaçak ya da uluslararası hukuka aykırı yapılan veya yapılmaya çalışılan nükleer bombalar bu 3 devletle sınırlı değildir: Çin, SSCB yardımıyla 1960’larda, İsrail ise ABD’nin yardım ve/veya göz yummasıyla yine 1970’lerde nükleer bombalara kavuştular. Ancak, İsrail bunu hep inkar eder. Hindistan
elindeki çok sayıda bilim adamı ve mühendisle, bir şekilde, belki SSCB yardımıyla ama ABD’nin de tarafsız kalmasıyla bunu gerçekleştirdi. İran ise ne ABD ne de tam olarak Rusya desteği almadığı için nükleer bomba çalışmalarını gizlemek, hesap vermek durumunda kalıyor. ABD Sünni İslam ile Hindulara göz yumsa da, Şiilere, Şah’tan sonra göz açtırmıyor. Legal olarak her türlüsünden binlercesine, Rusya, ABD ve yüzlercesine sahip olan, İngiltere, Fransa ve Çin ise BMGK üyesi olarak, ortada kendilerine pek
rakip istemezler.

2. Bu bilgileri Hassan Abbas, Pakistan’s Nuclear Bomb: A Story of Defiance, Deterrence and Deviance, Hurst, 2018, kitabına dayandırıyorum, İlk Bölüm, passim.

3. Bu guruplar: %55 Pencabi, %20 Sindi, %10 Peştuni, %5 Beluci, %10 Muhacirler ve Pakistan’dan
ayrılan Bangladeş’teki Bengali Müslümanlar ve Hindular.

4. Bu tarih, Plessey savaşı olup kumpanyanın adamı Robert Clive’ın Hint-Fransız güçlerini yenip Hindistan’da İngiliz (Kumpanyasını) hakimiyetini başlattığı yıldır. Hindistan yönetimi yüz yıl sonra Londra’ya bağlanacaktır.

5. Bu büyük isyan sonunda, 1866’da, Delhi’nin kuzeyindeki ücra Deoband kasabasında kurulan medrese modern çağ Sünni İslam tarihindeki en etkili olan tarikatın, Deobandilerin doğduğu yer olacaktır. Bu tarikat
hakkında metindeki Kutu’da bilgi verilmiştir.

6. Bu isyanın görünür sebebi, İngilizlerin orduya getirdiği Lee Enfield tüfeklerinin, yağlanmasında domuz yağının kullanılmasıydı. Hindular ölü hayvanın bir parçasına el değdirmiyor, Müslümanlar da domuzu mekruh sayıyordu Başka birikimler nedeniyle de birçok birlikte patlayan isyan, Kırım Savaşına gitmiş esas İngiliz ordusunun da yokluğunda tüm kuzey şehirlerini sardı ve İngiliz ailelerinin ve yöneticilerinin öldürülmesine yol açtı ve sonunda çok kanlı biçimde bastırıldı. Bu tarih aynı zamanda Büyük Türk-Moğol
İmparatorluğunun sonudur.

7. Ahmediye Şii tarikatı, 19. yy’da, Pencap’ta, Allah’tan kendisine vahiy geldiğini yani peygamberlik iddia eden İmam Mirza Gulam Ahmet’in kurduğu, bu nedenle Sünnilerin nefret ettiği bir gruptur.

8. Türkiye Cumhuriyeti de laik olmakla birlikte, sonunda, Atatürk’ten hemen sonra “Türk= Sünni Müslüman” formülünde karar kıldı. Devletin “milli devlet” olmaktan çıkıp “Sünni devlet” olması ise 21. yy başında hızla gerçekleşiyor; geleceğiz.

9. Bu büyük hatayı, RTE, 2019’da yapıp Akar’ın emekli olmasıyla Savunma Bakanlığına geçmesini
sağladı ve Genelkurmay Başkanlığını fiilen işlevsiz bıraktı.

10. Bağlantısızlar (non-aligned) Tito’nun Yugoslavya’sı başta iki kamp arasında yer alan, sosyalizmi de reddetmeyen bir gurup devlet. Türkiye NATO üyesi olarak katılmadı.

11. Türkiye’de 1961’de, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra bir Anayasa yapmıştı,1961 bu ülkenin gördüğü en demokratik parlamenter anayasaydı; zamanla eriyip gitti ve tek adam yönetiminde içinde yazılı olan
hiçbir şeyin değeri kalmadı, boş bir metin oldu.

12. J.N. Pallmeyer, Brave New World Order: Must wePledge Allegiance, Orbis Books, 1972.

13. Bir bilgi notu olarak, Şubat 1979’da İran’da Humeyni darbesiyle Mollaların iktidara geldiğini ve Şahın da kaçtığını ekleyelim. ABD başından itibaren Şii Müslüman İran rejimini düşman kabul etti. Bhutto da Şii idi.

14. Bhutto, 1979’da, ölüm hücresinde yazdığı If I am Assassinated başlıklı hatıratında, ona verilen ölüm cezasının sebebi olarak nükleer silah yapmayı sürdürmesi olduğunu, Dışişleri Bakanı Kissenger ile yaptığı bir görüşmeyi hatırlayarak kanaatini destekliyor. Kissenger ona bu nükleer programı durdurmazsa bunun vahim sonuçlarına katlanacağını ifade ediyor. Ayrıca, meclis ve TV’lerde yaptığı konuşmalarda (sonradan
iktidardan düşmesine yol açan) büyük kargaşanın CIA tarafından bu yüzden çıkarıldığını da ifade
etmişti. Abbas, ibid., 7. Bl. 15. İbid.,Bl. 7. Pakistan’daki dini yapılanmayı ve dini partileri inceliyor.

16. Bu kutudaki bilgileri, Owen Bennett-Jones’un bu konudaki makalesinden alıyorum: The Overlooked, London Review of Books, 8 September 2016.

17. Bir bilgi notu olarak Londra Belediye Başkanının üç dönemdir bir Müslüman Paki olduğunu da kaydedelim.

18. Bu camiler arasında 1970’lerde başkent İslamabad’da inşa edilen, kendi klasında bir şaheser sayılan, Mimar Vedat Dalokay’ın tasarladığı ve yapımını denetlediği Büyük Cami’yi de sayabiliriz. Aslında bu cami Kocatepe Camii olarak inşa edilecekti. Bizdeki Deobandi takımı, çadır biçimindeki modern cami tasarımını beğenmeyip Selimiye Camii’nin beton replikasını isteyince, atılmış olan temeller dinamitlenip, tasarım Suudi finansmanıyla Pakistan’a yolculuk yaptı. Acaba bizim kravatlı yobazlar mı daha gerici, Deobani Tarikatı mı? Tüm mimari literatüründe, modern İslam mimarisi örneği olarak bu cami gösterilir.

 

İKTİSAT VE TOPLUM 165 / TEMMUZ 2024 • SAYI: 165 Yayınlanmıştır.

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!