1. Haberler
  2. Analiz
  3. Kısa bir Cumhuriyet tarihi… Onuncu bölüm: Darbenin artçı dalgaları ve Demirel iktidarı

Kısa bir Cumhuriyet tarihi… Onuncu bölüm: Darbenin artçı dalgaları ve Demirel iktidarı

featured

Ergun Türkcan yazdı…

ŞU 1961 YILI…

MBK’nin bir an önce iktidarı sivil siyasi güçlere bırakma iradesinin göstergeleri 13 Aralık 1960’da çıkardığı kanunlarla önce iktidarı bir Temsilciler Meclisi ile paylaşmak, bir anayasa hazırlamak için Kurucu Meclis oluşturmaktı; İktidar en geç 29 Ekim 1961’de yeni seçilen TBMM’ye devredilecekti. Böylece Cumhuriyetin sürekliliği vurgulanmış olacaktı. Kurucu Meclis, Yeni Meclis binasında 6 Ocak 1961’de açıldı, böylece bu bina da faaliyete geçmiş oldu, Ankara’daki üçüncü Meclis binasıdır.

Milli Birlik Komitesi

Kurucu Meclis “boşlukta” çalışmağa başlamadı, elde iki tane taslak mevcuttu: İstanbul Hukuk Fakültesi’nin daha çok hukukçu ağırlıklı ekibinin ile Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin daha çok siyasal bilimciler ve iktisatçılar tarafından hazırlanan Mülkiye Taslağı. Kuşkusuz Kurucu Meclis üyeleri de çeşitli parti ve düşüncelerden geldikleri gibi, kamuoyu yani gazete, dergi vb pek çok baskı grubunun da etkisiyle 27 Mayıs’ta 1961 Anayasası diye bilinecek bir metni kabul etti. Bu anayasa ilk kez halkoyuna yani referanduma sunulan bir metin olacak ve bundan sonraki büyük değişikliklere model oluşturacaktır.

Referandum 9 Temmuz’da yapıldı, % 38,5 e karşı % 61,5 oyla kabul edildi. Bu oylama eski rejim taraftarlarının genelde üçte bir ölçeğinde olduğunu göstermişti. 15 Ekim 1961’deki genel seçimde ortaya çıkan XII. Dönem TBMM 25 Ekim’de toplandı, böylece askeri rejim 1,5 yıl sonra yönetimi sivillere devrediyordu. Seçimlere eski muhalefet partileri, CHP ile CKMP ve DP yerine kurulan Adalet Partisi, AP ile Yeni Türkiye Partisi, YTP katıldı; 450 sandalyelik Mecliste oyların % 36,7’sini alan CHP 173; % 34,8 0y alan AP 158, YTP %13,7 ile 65 ve % 14 oy alan CKMP ise 54 milletvekili çıkardı. Yeni Anayasa ile kurulmuş olan Cumhuriyet Senatosu’na da AP, çoğunluk sisteminden yararlanıp 71; CHP 36; YTP 27 ve CKMP 16 senatör çıkardı. Bunlara Tabii Senatörler olarak 19 MBK eski üyesini ve bir hak olarak eski cumhurbaşkanlarının da Tabii Senatör sayıldığını eklememiz gerekir.

İşte bu tablo içinde ancak bir koalisyon hükümeti ortaya çıkabilirdi ve İnönü başkanlığında AP ile Türkiye’nin ilk koalisyon hükümeti kuruldu ve 2 Aralık’ta güvenoyu aldı. Em. Org. Ragıp Gümüşpala[2] yeni kurulan AP’nin 11 Şubat 1961’de ilk Genel Başkanı olmuş, fakat koalisyon hükümetinde görev almamıştı. 6 Haziran 1964’de ölünce AP Başkanı S. Demirel olacaktır. Yeni Meclis Gürsel’i Cumhurbaşkanı, Suat Hayri Ürgüplü’yü Senato ve Fuat Sirmen’i de Meclis Başkanlığına seçecektir.

İsmet İnönü ve Ragıp Gümüşpala

Seçimlerden önce Yassıada’da kurulan Yüksek Adalet Divanı, 14 Ekim 1960’da başladığı yargılamaların sonucunu 15 Eylül 1961’de açıkladı: C. Bayar, A. Menderes, F. R. Zorlu ve H. Polatkan oybirliğiyle idama; 31 sanık ömür boyu hapse; 418 sanık da çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. Ancak Bayar’ın cezası, yaşı dolayısıyla, diğer oy çokluğu ile idama çarptırılan 11 sanık gibi, ömür boyu hapse dönüşecek, idamlar 16-17 Eylül’de infaz edilecektir.[3]

Bu idamlara, başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batılı hükümetlerin karşı çıktığı, mektuplar yazıldığı ve hatta Kraliçe Elizabethle eşi Philip ve Dışişleri Bakanı Lord Home ile Türkiye üzerinden geçerken, 6 Mart günü özellikle, Esenboğa’ya inerek, Cemal Gürsel’le idamlar konusunu 40 dakika görüştüğü ve idamların önlenmesini istediği daha sonra açığa çıkmıştır. Bu tazyikler belki idamların sayısını, en az 50 kadardı, azaltmışsa da, bu üç kişiyi kurtarmak mümkün olamamıştır. Zaten gerisi, AP iktidara gelince affedilecektir. (A. Menderes intihara teşebbüs ettiği için idamı bir gün sonrasına ertelenmiştir.)

1961 ANAYASASI VE GETİRDİĞİ KURUMLAR

Bizi Avrupa demokrasilerine en çok yaklaştıran bu anayasadır; pek çok yeni ve hala yaşayan anayasal kurumlar yaratmış, ama iktidarlara dar geldiği için on yılı bitirmeden değişiklikler başlayarak, 1980 Darbesiyle de bir yenisi gelmişti. Bundan sonra çok daha sık değişikliklerle neredeyse anayasal düzen ortadan kalkıp, 21. Yüzyıl’da tek-adam modeline geçilecektir. Şimdilik ilk 4 temel maddeye dokunulmadı, ama tartışmalar başladı. Aşağıda temel maddeler görülüyor:

MADDE 1.- Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

MADDE 2.- Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, millî, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.

MADDE 3.- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Resmî dil Türkçedir. Başkent Ankara’dır.

MADDE 4.- Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir suretle belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.

MADDE 5.- Yasama yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.

MADDE 6.- Yürütme görevi, kanunlar çerçevesinde, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından yerine getirilir.

MADDE 7.- Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.

MADDE 8.- Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz. Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.

MADDE 9.- Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

Anayasada öngörülen Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hakimler Kurulu ile Milli Güvenlik Kurulu yasaları 1962 yılında kabul edilerek yürürlüğe girdi. Zaten yasal olarak mevcut olan DPT de, anayasal bir kurum olarak 41. ve 129. Maddeleriyle metne dahil olmuştu. Anayasa ilk kez sol düşüncelerin de yayınlanacağı ve partileşeceği kanaatini oluşturduğu için başta YÖN dergisi, 20 Aralık 1961’de 531 aydının imzaladığı bir bildiriyle yayına başladı; 1963’de yasaklanacaktır. Bu arada yasaklı olan Nazım Hikmet’in eserleri, ilki Şu 1941 Yılı yayınlandı. Sadece Anayasadaki yeni kurumlar değil, 1963 başında yürürlüğe giren Birinci Planda yer alan kurumlar da sırasıyla ortaya çıkmağa başlamıştı: 17 Temmuz 1963’de 278 sayılı Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu, TÜBİTAK kanunu kabul edildi; bu kurum 1964 yılı sonunda fiilen kurulacak, daha sonra bazı değişikliklerle günümüze kadar gelecektir.

1961 Anayasa’sının 46. – 47. Maddeleri sendika kurma, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkını tanıdığı halde bu kanunlar hazır değildi. İstinye’deki ünlü Kavel Kablo Fabrikası işçilerinin, 170 kişi, 28 Ocak 1963’de yaptıkları grev bu süreci hızlandırdı: 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt kanunu 24 Ağustos 1963’de yürürlüğe girdi. Sendikalar artık Dernekler Kanununa bağlı kalmayacaktı.

Sol yayınlarda büyük bir patlama yaşanacak, fakat bu süreç ilk fırsatta durdurulacak; tekrar izin verilse de, bir başka yöntemle yine önlenecektir. Türkiye İşçi Partisi, TİP gibi solda (sosyalist, ama Sovyet türü komünist olmayan ilk legal parti) 13 Şubat 1961’de kuruldu. İlk genel seçime 1965 yılında katılıp, Meclis’te temsil edilecektir. Bundan sonraki yıllarda sadece sol partiler değil, Sosyalist Kültür Derneği gibi dernekler, radikal işçi sendikaları vb siyasi kuruluş yelpazesi de genişleyecektir. İşçi hareketlerindeki bu süreç 1970’de ileri bir noktaya ulaşınca, 1971’de kısmi bir darbe ile önlenecektir; geleceğiz. Tabi, sol hareketler ve yayınlar karşısında Komünizmle Mücadele Dernekleri başta birçok sağcı ve anti-komünist örgütler, yayın organları ve polis tedbirleri ortaya çıkacaktır.

Bu noktaya gelmeden önce de darbe teşebbüsleri görülecektir. Darbeler denizdeki fırtınalar gibidir; rüzgar dursa da, ölü dalgalar kıyıya vurur. Alb. Talat Aydemir’in 22 Şubat 1962 ve 20/21 Mayıs 1963 darbe teşebbüsleri bu çerçevede görülmelidir. Bunlar geniş bir halk desteği ve makul gerekçelere sahip olmadığı için başarısızlığa mahkumdur. Üstelik İsmet İnönü gibi eski bir siyaset kurdunun başbakanlığı döneminde yapılınca. Birincisinde affa uğradı, fakat son girişiminde affedilmeyip, arkadaşlarıyla birlikte asıldı.

Fidel Castro

Dünya’nın Hiroşima ve Nagazaki’den sonraki en önemli nükleer savaş tehlikesi Ekim 1962 Küba Krizinde yaşandı. Küba’da 1959’da ortaya çıkan sol devrimi engellemek, Castro’yu devirmek için Nisan 1961’de CIA’nın tertiplediği Domuzlar Körfezi çıkartması başarısızlıkla sonuçlanınca Sovyetler adaya orta menzilli nükleer füzeler yerleştirmeğe başladı. ABD, U2 casus uçaklarıyla bu füze rampalarını tespit edince 24 Ekim 1962’de Küba’yı ablukaya aldı. Bir Sovyet savaş ve şilep filosunun adaya yaklaşması karşısında BM araya girip bir anlaşma temin etti: ABD’nin Küba’yı istila etmeyeceği garantisi ve adadan Rus füzelerinin çekilmesi karşılığında Türkiye’de 1961’de kurulan nükleer Jupiter ve Thor füze rampalarının sökülmesi, NATO’nun Türkiye’ye danışmaksızın Rusya ile anlaşabileceğini gösterdi.[4] Anlaşmanın bir saldırı anında örgütün anında harekete geçeceği şeklindeki 5. Maddesi havada kalıyordu. İşte böyle bir durumda, Türkiye’de NATO ve tabii, ABD’nin güvenilirliği hakkında ilk kuşkular doğdu. Bundan sonra pek çok olay bu kuşkuları derinleştirdi; yeri gelince anlatacağız.

John F. Kennedy

Bu krizden bir yıl sonra 22 Kasım 1963’te Başkan Kennedy Dallas’ta öldürüldü; niçin kim nasıl öldürdü soruları 60 yıl sonra bile sorulur. İşte İnönü, ilk kez ABD’ye Başkanın cenazesi için gidip yeni Başkan Johnson’la tanıştı, bir yıl sonra ondan ünlü mektubu alacaktır. Ancak o yurda dönmeden önce, YTP ve CKMP’nin koalisyondan çekildiği duyuruldu. Çünkü o yıl 17 Kasım yerel seçimlerinde AP oylarının % 46’ya çıkarmıştı, ancak Gümüşpala hemen hükümet kurmayacak kadar tedbirliydi. İnönü de Üçüncü koalisyon hükümetini bağımsızlarla kurarak, YTP’nin de katılımıyla güvenoyu aldı ve hayatının en kötü tecrübelerinden birini yaşadı. Bütün savaşlardan yara almadan çıkan İnönü, ilk kez bir suikastla karşılaştı: Kayserili bir elektrik teknisyeni 21 Şubat 1964 sabahı Başbakanlıktan çıkıp arabasına binerken 3 el ateş etti ama tutturamadı. İnönü’ye daha iyi bir araba ve koruma verildi.

KIBRIS’TA İLK ÇATIŞMA, 1964

Zürich’te 11 Şubat 1959’da İngiltere, Yunanistan ve Türkiye tarafından imzalanan anlaşma ile Kıbrıs Cumhuriyeti doğuyor ve bu 3 devlet de garantör oluyordu. Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios 3 Nisan 1963’de, anlaşmanın belediyelerle ilgili maddelerini uygulamayacağını açıkladı, Kasım’da da Anayasanın değişmesini önerdi. Bunun ötesinde Makarios anlaşmaları feshettiğini bildirmesi, askerliği zorunlu hale getirip ağır silahlar satın almasıyla durum daha da gerginleşti; Türk Dışişleri Bakanı Türkiye’nin garantör olarak duruma müdahale edeceğini bildirdi. Planlanan çıkartma tarihi 7 Haziran’dı fakat 5 Haziran’da, “Johnson Mektubu” diye bilinen ABD diplomatik müdahalesi nedeniyle bu çıkartma gerçekleşmedi. Buna rağmen Türk jetleri 8-9 Ağustos’ta Erenköy ve Mansura’yı bombalayarak sınırlı bir müdahale yapabildi.

Kanlı Noel Saldırıları, 1963

Türkiye, artık ABD’nin “derin müttefik” mi yoksa “Yunanistan’ın sadık koruyucusu” mu olduğunu tartışmaya başlayacaktır; bu tartışmalar 60 yıl sonra, 2024’de daha da anlamlı hale gelecektir. Çünkü bu arada başka bir Başkan Trump, Başkan Erdoğan’a çok daha kaba ve çok daha önemsiz bir konuda, bir rahibin hapisten çıkarılması, bir mektup yazacaktır; geleceğiz. Johnson Mektubunun ana unsurları nelerdi? Diplomatik bir kaynaktan nakledelim[5]:

  1. ABD yıllar boyunca Türkiye’nin en sağlam müttefiki olmuştur. Türkiye ABD’ye danışmadan böyle bir karar almamalı ve uygulamamalıdır.
  2. Türkiye Garanti Anlaşmasına dayanarak Kıbrıs’a bir müdahalede bulunabileceğine inanmaktadır. Fakat bu, garanti anlaşması tarafından menedilen bir yöntem olan taksimin gerçekleşmesine yol açacaktır. Türkiye Anlaşmaya taraf olan devletlerle görüşme imkanları tükenmeden müdahalede bulunmamalıdır.
  3. Müdahale iki NATO ülkesi olan Türkiye ve Yunanistan arasında bir çatışmaya yol açacaktır. Böyle bir çatışma NATO tarafından hiç istenmemektedir.
  4. Türkiye tarafından Kıbrıs’a yapılacak bir müdahale SSCB’nin soruna doğrudan doğruya karışmasına neden olabilir. Vb. devam ediyor.

YENİ BİR KIBRIS KRİZİ, 1967

Buna rağmen, Yunanistan’da Albaylar Cuntası’nın 21 Nisan 1967’de yaptığı darbeyle 150 yıllık Krallık rejimi sona erdi ve yeni askeri yönetim de meşruiyetini sağlamak için Kıbrıs sorununu kaşımağa başladı. 1964 den sonra Adaya geri dönen Alb. Grivas yönetimindeki Rum Milli Muhafız Kuvvetleri Türklerin yoğun olduğu Boğaziçi ve Geçitkale köylerine saldırarak katliam yaptı. Bunun üzerine Meclis Hükümete Kıbrıs’a müdahale yetkisi verdi ve Donanma Akdeniz’e açıldı. Türkiye Grivas’ın ve 12.000 Yunan askerinin Adadan ayrılması koşuluyla müdahaleden vazgeçeceğini Başkan Johnson’un özel temsilcisi Cyrus Vance’a bildirdi. Sonuçta, 2 Aralık 1967 anlaşmasıyla Yunanistan asker çekmeyi kabul edince Türkiye de müdahaleden vazgeçti. Kıbrıs Türkleri de Kıbrıs Geçici Türk Yönetimini kurarak federal bir devletin ilk adımını atmış oldular. Artık Türkiye de, Kıbrıs Türk halkı da 1964’deki acı tecrübeden başlayıp, hatalarını eksiklerini görmeğe başladı. En büyük eksikliği de iyi bir çıkartma filosu ve destek kuvvetiydi.

Türkiye 1964 yenilgisinden sonra ilk dersini almış olarak donanmaya ağırlık verdi: çıkartma gemileri yanında kendi fırkateynlerini, kendi tersanelerinde yapmaya başladı. İlki 9 Mart 1967 Gölcük tersanesinde Berk tezgaha kondu, 1971’de denize inecektir. İkincisi Peyk 1975’de, donanmaya katılacaktır. Dörder Fiat dizel motoru ile saatte 25 mil hız yapabiliyordu. Üçer kovanlı iki 32.4 cm çapında 6 torpido ile donatılmıştı; arkası gelecekti. Bu arada 23 Kasım 1964’de, Türkiye’nin karasularını 6 milden 12 mile çıkardığını kaydedelim.

Süleyman Demirel

DEMİREL ADALET PARTİSİ GENEL BAŞKANI OLUYOR

AP Genel Başkanı Gümüşpala’nın 5 Haziran’da öldüğünü yazmıştık. Bunun üzerine 27-29 Kasım 1964’da toplanan AP Büyük Kongresi Demirel’i 1072 oyla başkan seçerken, en yakın “İslamcı” rakibi Dr. Sadettin Bilgiç 552 oy alabildi. Fakat 7 Haziran 1964’deki kısmi Senato Seçimlerinde AP 50 senatörlükten 31’ni, CHP 19’nu kazanabilmişti. Bu nedenle CHP üzerine gidip baskı kuran AP, 13 Şubat 1965’de bütçeyi reddederek İnönü koalisyonunu düşürdü.

Gürsel, Hükümeti kurma görevini AP listesinden senatör olan Suat Hayri Ürgüplü’ye verdi. Bu koalisyonda AKP 10, YTP, CKMP ve MP dörder bakanlık aldı; Demirel Başbakan Yrd.sı  olarak ilk kez siyasete fiilen atıldı. Zaten 10 Ekim 1965’de yapılan genel seçimde oyların % 52,9’unu alarak 240 milletvekili çıkardı. Artık Demirel’in altı kere gidip yedi kere geldiği iktidar dönemi başlamıştı. Onunla birlikte, siyaset sahnesine, 30 Temmuz’da CKMP’nin Genel Başkanı seçilen 27 Mayıs’ın önemli figürü, 14’lerle tasfiye edilen Em. Alb. Alpaslan Türkeş ile 15 milletvekiliyle Meclis’te temsi edilen ilk sosyalist grup olan TİP de girmişti.

27 Mayıs Darbe Bildirisi’ni okuyan Alparslan Türkeş

YENİ BİR CUMHURBAŞKANI: CEVDET SUNAY VE SİYASİ AF

Böylece İnönü’nün ölümüne kadar sürecek yeni bir muhalefet dönemi de başlamıştı. Sadece AP’nin iktidar olması değil, 27 Mayıs’tan beri Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Cemal Gürsel ki, zaten felçliydi, artan hastalığı nedeniyle ABD’de tedaviye götürüldüyse de durumu daha da kötüleştiği için “müşterek sıhhi kurul” kararıyla görev yapamayacağına karar verilip bu görevden 28 Mart 1966’da alındı ve yerine kontenjan senatörü eski Genkur. Bşk. Cevdet Sunay Türkiye’nin 5. Cumhurbaşkanı oldu ve 8 Temmuz’da Celal Bayar’ı Anayasanın 97. Maddesinin kendine verdiği yetkiye dayanarak affetti. Bu karar, Yassıada mahkumlarının tamamını ve 21 Mayısçıların bir kısmını affa uğratan yasanın geçmesini kolaylaştırdı.

5. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay

Demirel Başbakan olarak 11 Kasım 1965’de göreve gelerek nasıl uzun bir döneme damgasını vurmuşsa, kimsenin fazla tanımadığı eski Çalışma Bakanı Bülent Ecevit de 18-21 Ekim 1966 tarihleri arasında toplanan Kurultay’da, “Ortanın Solu” görüşlerini benimseterek CHP’nin yeni Genel Sekreteri oldu. Bu iki isim bazen iktidarda bazen muhalefette, ama 12 Eylül 1980 Darbesine kadar siyasette baş aktör rolü oynayıp, 20. Yy. sonuna kadar da Türkiye’nin siyaset sahnesinde hep kalacaklardır. Önce Demirel Türk siyasi hayatına damgasını vuracaktır.

DEMİREL’İN İL BAŞBAKANLIK DÖNEMİ

Yaklaşık 5 yıl kadar Türkiye içine dönerek, planlı kamu ağırlıklı ve özel sektörü destekleyen iktisat politikalarıyla kalkınma çabalarına yoğunlaşacaktır. Kalkınma planları çerçevesinde, sanki 1930’lu yıllar gibi, SSCB’den teknik ve mali yardımlar alarak birçok kritik yatırım gerçekleştirecektir. Bu yakınlaşmada, ABD’nin kayıtsızlığı, Johnson Mektubu yanı sıra, Sovyetlerin Kıbrıs konusunda, Yunanistan’ın savunduğu “Enosis” tezine karşı olduğunu açıklaması da önemli bir rol oynamıştı; sürekli düşmanlık iki tarafa da yaramıyordu. Stalin öleli, 1953 on yılı geçmiş, Rusya’da daha ılımlı yönetimler ortaya çıkmıştı.

Önce 4-13 Ocak 1965 tarihlerinde SSCB Yüksek Sovyeti Başkanı Podgorni başkanlığında bir Parlamento heyeti, sonra Dışişleri Bakanı Gromiko Türkiye’yi ziyaret etti. Yeni iktidara gelmiş AP Hükümeti ile bazı ön protokoller yapıldıktan sonra, 20-27 Aralık 1966 tarihlerinde Türkiye’yi ziyaret eden Başbakan Kosigin arasındaki mutabakat doğrultusunda 25 Mart 1967 tarihinde 7 fabrika için teknik yardım yapılmasını öngören Ekonomik Yardım Anlaşması; 19-29 Eylül 1967 tarihlerinde Sovyetler Birliğini ziyaret eden Demirel ile de 1968-9 yıllarında gerçekleşecek Arpaçay Barajı, İskenderun Demir-Çelik tesisleri, İzmir Ali Ağa Rafinerisi ile Seydişehir Alüminyum Tesislerinin yapım anlaşmaları imzalandı. Normal komşuluk ilişkileri gelişiyordu.

Bunları gerçekleştiren Demirel iktidarını da güçlendiriyordu: Ekim 1969 genel seçimlerinde hem seçim sistemi değişmiş hem de rekor sayıda 8 parti katılmıştı; partiler kendi içlerinde bölünüyordu. Daha önce uygulanan milli bakiye sistemi kaldırılmış, nispi temsil uygulanmıştı Böylece % 46,5 oyla 256 sandalye kazanan AP ile % 27,3 oyla 143 sandalye kazanan CHP’ye karşın 1965’deki oyunu muhafaza eden TİP bu kez sadece 2 milletvekili çıkarabilmişti. Sola karşı her şekilde setler, engeller konmağa başlanmıştı; faşizm de ağır aksak geliyordu.

İlgi çekici bir gelişme de, 23 Kasım 1970’de Avrupa Ekonomik Topluluğu AET-Türkiye katma protokolünün imzalanmasıdır. AET Türkiye’den gelen sanayi mallarında gümrükleri sıfırlıyor, 22 yıl sonra da aynı şeyi Türkiye’den bekliyordu.  Türkiye’nin 1963’de imzaladığı Ortak Pazar protokolünden 9 yıl sonraki bu gelişme Avrupa Birliği, AB kurulduktan sonra buraya üyelik bitmeyip yılan hikayesine dönecek, tüm Avrupa buraya katıldığı halde, Türkiye şartları yerine getirmediği için ebedi olarak üyelik kuyruğunda bekletilecektir. Daha ne kadar?

GECEKONDULAŞMA ŞEHİRLEŞME MİDİR?

Sanayileşme ve tarımda kapitalizm yani büyük ölçekli, piyasa için üretim yapan mekanize tarım büyük ölçekli şehirleşmenin temel dinamiklerini oluşturur. Aslında Marshall yardımıyla gelen tarım makineleri ve yol inşa makineleri şehirlerin yolunu on yıl önce açmıştı: 16. – 18. Yy.’lar İngiltere’sinin yaşadıkları 200-300 yıl sonra gerçekleşiyordu. Modern tarım itki etkisi yapar, kırdan şehre nüfus gönderir; sanayi ise çekme etkisi yapar, kırdan fazla nüfusu çeker. Yeni açılan karayolları bu nüfus ve tabii ticari mal akışını kolaylaştırıyordu. Artık 1950’lerin rasgele şehirleşmesini biraz zapt-ü rapta almak için de bir şeyler yapmak gerekiyordu. Eski tapu düzeninde büyük apartmanların belli parçalarına sahip olmanın güçlüğü karşısında 23 Haziran 1965’de kabul edilen 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu 2 Ocak 1966’da yürürlüğe girdi. Bu katlar önce şehirlerdeki boş arsalar ve eski yapılar üzerinde çoğalırken bir dönemde eski gecekondular, o yeri işgal etmiş köylülere de büyük bir rant (servet birikimi) sağlayarak kat mülkiyetine kucak açacaktır. Türkiye köylü bir toplumdan, burjuvası olmayan yarı-şehirli bir topluma dönüşüyordu. Tabii, sanayiin ve hizmet sektörünün gelişmesi de buna paraleldir.

Kat kanunu çıkarınca, şehirlerin neredeyse % 60-70’ini kapsayan gecekonduları da başıboş bırakmak mümkün değildi. Gecekondu Yapılmasının Engellenmesi ve Islahı Hakkında 775 sayılı kanun 30 Temmuz’da yayınlanarak yürürlüğe girdi. İstanbul’da 1947’de sadece 5.000 gecekondu varken 1954’de 18.000’e erişmişti. Özellikle 1955, 6/7 Eylül olaylarından sonra, kaçan Rumlar ve diğer gayri-müslimlerin geride bıraktığı mülkler de köyden, özellikle Doğu ve Orta Anadolu’dan gelenleri buraya çekerek, sadece bir nüfus artışı değil, şehrin niteliğini de değiştirdi. İstanbul artık kozmopolit bir Avrupa şehri karakterini kaybederek, bir büyük taşra şehrine dönüşecektir.

Klasik gecekondu tanımı bir ailenin yaşadığı bir-iki gözlü, gayri-sıhhi, toplama malzemeden yapılmış geçici bir konuttur. Ama 1960-70 döneminde ve sonrasında artık ‘gecekondu ağası’ tipinde spekülatörler, arsaları kapatmak, kendi yaptıkları gecekonduları kiraya vermek, tabii belediyelerle karışık ilişkiler kurarak geleceğin arsalarını kapatmakla meşguldü. 775 sayılı kanunda bunları önleyecek bir güç yoktu. Böylece gecekondular sadece belediyelerin değil, iktidarların ve tabii, şehir plancılarının başlıca meselesi haline gelecekti. Çok büyük nüfus yani seçmen barındıran gecekondu semtlerini hiçbir siyasetçi göz ardı edemezdi. “Çarpık’ şehirleşme düzeleceği yerde, sık sık, seçimlere yakın zamanlarda çıkan ‘gecekondu afları’ ile hiç çözülmeyecek boyutlara ulaşacaktır.

Bu arada, çok uzun yıllar konuşulan Toprak ve Tarım Reformu, tasarısı 1757 sayılı Kanun olarak 25 Haziran 1973’de Senato’dan da geçti. Ama bu kez toprak ağalarının değil, AP’nin gazabına uğrayıp, Anayasa Mahkemesine açılan davada şekil yönünden yetersiz olduğu için, 10 Mayıs 1977’de iptal edilecektir. İptal edilinceye kadar bu kanundan, başta Urfa yine toprak sahipleri yararlandı. Türkiye hiçbir zaman kendi tarım-köylü sorunlarına rasyonel bir çözüm bulamayacaktır.

DEMİREL VE KALKINMA PLANLARI

“Demirel son mülakatlarından birinde (20 Temmuz 2006) şunları söylüyor:[6]

“Rahmetli Adnan Bey, çok güzel bir insandı. 1950’li yıllarda “memlekette kim ne istiyorsa yapalım” derdi, fakat yapamadı. Bir yere geldik, 1957 yılı, kaynaklarımız tükendi. Ben çok yakındım, söylediklerimi dinlerdi, çünkü, iyi niyet sahibiydim. “Bu şekilde gidemeyiz, plân yapalım” dedim, bir şey demedi.

Sonra, İstanbul’da, Salıpazarı Limanı’nın üstünde büyük bir toplantı yaptı; Ahmet Emin (Yalman), Falih Rıfkı (Atay) gibi zamanın büyük gazetecileri de geldi: “Siz bana Plân yap diyorsunuz, ne plânı?” dedi. “Bütçe yapmıyor muyuz? Ben bütçe yapıyorum ya”. Gık demedik, üç gün sonra beni çağırdı: “Sayın Başbakanım, Plân yapmaya mecburuz.” Bir durdu, şöyle: “Yahu, ben üç gün önce bütçe dedim, duymadın mı?”

“Bakın, bu sene bütçe yapıyoruz ve ondan sonraki senenin kaynaklarını harcamaya başlıyoruz, öteki seneye kaynak kalmıyor; gelecek sene, ondan sonraki sene, her sene, kaynaklar giderek azalıyor. Her sene yeni kaynaklar bulmak lazım. Bunu 5-10 seneyi görecek biçimde yapmamız gerek”.

“Kafamı karıştırdın, ne yapacağız” dedi. “Bir heyet kuralım” dedim, bir heyet kuruldu,[7] Prof. Tinbergen, bunun üzerine geldi.

Biz ne yapmak istedik? Bir Ekonomik Plân’dan ziyade, devletin 5 yıllık gelirlerini tahmin etmek, giderlerini ona göre ayarlamak istedik. 1960 sonrasında Plânlı Ekonomi, Anayasa’da yer aldı, Plânlı Dönem’e girildi.

O sırada biz Turgut Özal’la beraber askerlik yapıyorduk; Turgut Özal benden bir devre öndeydi, bizi DPT’ye koydular. Birinci Plân’ın yapılmasında biraz gayretimiz oldu. Ama, Birinci Plân’ı ben uyguladım, onu savunan benim. Çünkü, 1965 senesi Şubat’ından beri kürsüdeyim. Plân’ı ben uyguladım, ben savundum. “Plân değil, pilav lazım” diyenlere karşı, “Plân’ın niçin lazım olduğunu” da ben anlattım.

İkinci Plân, Türkiye’nin en iyi Plân’ıdır. Onu biz yaptık. Üçüncü’yü de biz yaptık. İkinci’si çok güzel bir plândır; Türkiye’yi bir şantiye haline getirmiştir. Tabii, Üçüncü’yü biz yaptık, ama uygulayamadık. Şunu da anlatmak isterim. Devleti zapt ü rapta aldık, eğer bunu götürebilseydik; götüremedik, o ayrı mesele. Bunları anlattıktan sonra, 24 Ocak’ı (1980) anlatırım. Ama esas anlattığım, bugün, yeni bir çağa, Piyasa Ekonomisi Çağı’na girmiş olmamızdır. Ya bunu kabul edeceksiniz, ya da başka bir sistem bulacaksınız. Başka türlü olmaz”.

Jan Tinbergen

Önceki (IX.) bölümde anlattığımız kuruluş hikayesinin başka bir versiyonu olsa da, Demirel, Plana karşı olmadığını, hatta onu Menderes’e telkin edip Tinbergen’in gelmesine yol açtığını ifade ediyor. Gerçekten de o sıralarda hem S. Demirel hem de T. Özal, gecikmiş askerliklerini DPT’de yapmaktaydılar. Birinci Planın (1963-67) ilk yıllarında Demirel Başbakan Yrd. olarak ilk ekibin yaptığı planı elinden geldiğince uygulamaya çalıştı; 1965 Ekim’inde Başbakan olunca, zaten Planın son yıllarına girilmişti. O nedenle Turgut Özal’ı, 1967 başında İkinci Planı (1968-72) yapması için DPT Müsteşarlığına getirdi (31.1.1967 – 21.4.1971). Özal Üçüncü Planı da (yaptığı halde, bunu uygulama fırsatı bulamadı, 12 Mart 1971 Darbesiyle Menderes istifa etmek zorunda kaldı. Başbakan Yrd. Karaosmanoğlu da maliyecilerden Memduh Aytür’ü ikinci kez (25.5.1971 – 21.5.1972) Müsteşarlığa getirdi. İktisadi Planlama Dairesi, İPD Başkanlığına da Hikmet Çetin gelecektir. Darbeden sonra 22 Mayıs 1972’de yine Maliyeci Ferit Melen bir hükümet kurunca, Maliyeci Kemal Cantürk’ü DPT Müsteşarlığına tayin edecektir; o da İkinci Ecevit Hükümetine kadar görevde kalacaktır (22.12.1972 – 21.10.1977). Personel durumunu yine kitabımızdan alalım:[8]

“DPT’yi kuranların, 80 kişiyi geçmeyen, küçük bir çekirdek kadro ile çalışmak istemelerine rağmen, personel sayısı, özellikle S. Demirel’in iktidara geldiği dönemde, çok hızlı bir artış göstermiştir; bir doktora tezi durumu açıklıyor:

“1965 yılı DPT’nin personel politikası açısından da bir dönüm noktasını oluşturur. Gerçi 1960 – 1970 döneminde DPT’nin personel sayısı 1963 yılı hariç sürekli artma eğiliminde olmuştur. Ancak, özellikle 1965 ve 1967 yıllarındaki artışlar birer sıçrama niteliğindedir. 1962 yılında 119 olan personel sayısı, bir yıl içinde % 83’lük bir artış ile 218’e yükselmiştir. Bu büyüme çarpıcıdır. Çünkü bu süre içinde örgütün iş hacminde bu denli yeni personel istihdamını gerektirecek hiçbir değişiklik olmamıştır. Bu rakam, aynı zamanda başlangıçta oldukça seçici bir personel politikası izlemiş olan DPT’nin bu seçiciliğini gölgelemektedir[9]. Personel sayısı 1966 yılında 239’a, 1967 yılında ise 304’e çıkmış, 1968 yılına gelindiğinde ise bir önceki yıla göre % 42’lik bir artışla 434’e ulaşmıştır. 1968 yılındaki artış, Teşvik ve Uygulama Dairesi (TUD) için alınan personelden kaynaklanmaktadır. Dönem sonuna (1970 yılı) gelindiğinde ise personel sayısı, 1964 yılı temel alındığında yaklaşık % 500’lük (448.7) bir artışla 653’e ulaşmıştır.”[10]

“Örgütte…yeni bir tip plancı doğmuştur. Bu plancılar, kullandıkları dilden yaşam biçimlerine uzanan ortak özellikleri ile birinci tip plancılardan bir hayli farklıdırlar. Eylemlerine maddi gerçekler yerine tinsel öğeler yön vermektedir. Öyle ki, yıllık raporda geçen “yaratılan katma değer bir önceki yıla göre daha az artmıştır’ tümcesindeki yaratma sözcüğü, yaratmak eylemi ancak Allah’a mahsustur gerekçesiyle rapordan çıkarılırken, katma değerin neden azaldığı tartışma konusu olmamaktadır.”[11]

Bu “yeni tip plancılar”, bazı yazarların, abdest almak için Başbakanlık (DPT) koridorlarında takunyalarıyla dolaştıklarına telmihen “takunyalılar” dediği, Müsteşar Turgut Özal’ın da aralarında bulunduğu veya başka bir açıdan, onun topladığı uzmanlardan, memurlardan ve hatta hizmetlilerden oluşmaktadır. Artık bu manzaralar, Türkiye’de,  sadece DPT’ye değil, tüm merkezi ve özellikle yerel yönetimlerin doğal manzarasıdır.”

Bunlar yönetici katındaki değişikliklerdir. Demirel’in söylediği gibi, ‘İkinci Plan, Türkiye’nin en iyi planı’ mıdır? Bunu burada ele almak pek mümkün değil, bu iktisat tarihçilerinin değerlendireceği bir iddia. Ancak, aşağıda da görüleceği gibi sanayileşmenin, özel sektör sermaye birikiminin hızlandığı başarılı bir dönem olduğu doğrudur. Hatta yüzlerce yıldır konuşulan, İstanbul’un iki yakasının bağlayacak Birinci Boğaz Köprüsünün ihalesi ve temel atma töreni de Demirel zamanında yapılmış,[12] ama Köprüyü, Cumhuriyet’in Ellinci Yıl kutlamalarından sonra 30 Ekim 1973’de, Cumhurbaşkanı Korutürk, Başbakan Naim Talu ile birlikte açacaktır; Süleyman Demirel törende yoktur.

SANAYİLEŞME HIZLANIYOR

Bir anlamda Türkiye hızla sanayileşmeğe başlamıştı, bu sadece devlet kuruluşları, KİT’ler eliyle değil, DPT’den çeşitli yatırım teşvikleri alan yerli ve yabancı yani Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu, 6224 çerçevesindeki özel sektör firmalarının da katkılarıyla gerçekleşiyordu. Hatta 27 Mayıs’ta sadece prototipi hazırlanan ve çalışmayan ünlü DEVRİM otomobili yerine Koç grubu, sadece karoserisi yerli ANADOL marka bir arabayı piyasaya sürdü; motoru ve aktarma organları İngiliz yapımı “Ford Cortina” olan bu oto ülkenin ilki olacak, arkasından FİAT ve Renault markaları lisans altında seri üretime geçeceklerdir. Sanayileşme demek işçi sınıfının büyümesi ve haklarını araması anlamına da gelir. Türk-İş yanında, 13 Şubat 1967’de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu, DİSK kuruldu. Aslında normal bir Avrupa ülkesindeki siyasi ayrışma, sanayileşmenin, milli gelir artışının bir türevi olarak Türk toplumunda yerini alıyordu. Ancak bu bazı siyasilere ve derin devlete göre tehlikeli bir gidişti; bir şekilde durdurulmalıydı; ama nasıl, geleceğiz.

ŞİDDET HAREKETLERİ VE SİYASİ CİNAYETLER FURYASI

Doğal olarak bu yapıyı, artık Meclis’te olan TİP destekliyordu, yöneticilerinin çoğu da bu partidendi. Böylece sol-sosyalist işçi hareketi yerine otururken üst-yapıda öğrenciler, aydınlar, basın-yayın organları arasında da sağ-sol ayrımı belirginleşti ve kutuplaşma ortaya çıktı. Bu yıllar siyasi cinayetler, katliam ve şiddet olaylarıyla doludur. En çok hatırlanan da, 6 Ocak 1969’da ODTÜ kampüsünde, Rektör Kemal Kurdaş’ı ziyarete gelen ABD Büyükelçisi Robert W. Komer’in makam arabasının rektörlük önünde yakılmasıdır. Akademik Konsey üniversiteyi bir ay süreyle tatil etti.

Buna karşın sağ örgütlenme daha da etkin, devlet güvencesinde yaygınlaşıyordu. Ülkücü komandolar toplumsal muhalefet üzerinde tam bir yıldırı başlatmak için sonuna kadar ajite edilecekti…CKMP Gen. Bşk. Yrd. ‘Bu memleket Moskof uşaklarının değil, Ergenekon aslanlarınındır’…sözlerinden sonra Milliyetçi Toplumcular adı altında toplanan 18 sağcı örgüt ‘önümüzdeki günlerde büyük hadiseler olacağını’ açıkladılar…Temmuz 1969’da yayınlanan bir habere göre de tam 17.500 üniversite öğrencisi 34 komando kampında MHP (CKMP’nin adı değişti) Gen. Bşk. Yrd. Muzaffer Özdağ ve 9 doçent…emekli subaylar, milli güreşçiler ve judocular tarafından gerilla ve komando eğitimine tabi tutuluyorlardı”…TİP Amasya İl Başkanı Şerafettin Atalay’ın 29 Ocak 1971’de evinin önünde kurşun-lanarak öldürülmesi siyasi cinayetlerin ilkiydi… İlk faili meçhul cinayet Deniz Gezmiş’in arkadaşı Taylan Özgür’ün Beyazıt Meydanında öldürülmesidir…13 Nisan 1970’de 11 Üniversitelinin katli ve aynı gün Ankara Tıbba kamyonla gelen MHP’li komandolar Dr. Necdet Güçlü’yü de herkesin önünde kurşunlayarak öldürdüler”.[13] Bundan sonra başta üniversite hocaları, Muammer Aksoy, Mümtaz Soysal vb tanınmış kişilerin evlerine, bürolarına bir seri bombalama gerçekleştirildi; bunlar ölüm tehditleri, gelecekteki seri cinayetlerin habercileri ve öncüleriydi; yerinde geleceğiz…

Taylan Özgür

Türkiye’de yeni palazlanan kapitalist sınıfı ve onu koruyan derin güçleri endişeye sevk eden saiklerden biri ve belki en önemlisi 15-16 Haziran 1970 olaylarıdır. Bu olayları tetikleyen de yine işçi sendikalarının daha tehlikeli veya etkili hale gelmesini engellemek için mevcut 274 sayılı Sendikalar Kanunu’nun AP ve CHP tarafından verilen değişiklik önergesiyle ciddi bir kısıtlamaya gidilmesidir. Dikkat edilirse iktidar ve ana muhalefet bu konuda birlikte hareket etmekte, işçi sınıfını bastırmakta bir sakınca görmemektedir. Değişiklik önergesinin gerekçesi 1963 kanununun “Türkiye’de bir sendika bolluğu yarattığı ve bunun da çalışma ve iş hayatını engellediği” için bir sendikanın kurulup faaliyet gösterebilmesi için o iş kolundaki işçilerin en az üçte birini kapsaması ve buna benzer kısıtlardan oluşuyordu.

Bu tasarı daha kamuoyunda tartışmaya açılmadan Meclis’e gönderilip, 11 Haziran’da, TİP dışındaki partilerin desteğiyle 4’e karşı 230 oyla kabul edildi. Henüz Senato’dan geçmediği için kesinleşmemiş olan bu tasarıya karşı DİSK ve bağlı sendikalar direniş komiteleri kurarak 15 Haziran’da protesto eylemlerine başladılar. İstanbul’da her yönden gelen işçilerin, çeşitli barikatlara rağmen Anadolu tarafına geçip Bostancı-Suadiye yoluyla geldikleri Kurbağalıdere civarında polis tarafından ateş açıldı ve burada Dev-Genç üyeleri gençler de işçilerin safına katılıp Kadıköy İskele meydanına ulaştılar. Gebze ve İzmit bölgelerinde, Ankara ve İzmir’de aynı şekilde yürüyüşler yapıldı, birçok ölü ve yüzlerce yaralı ve tabii, gözaltılar sonunda 16 Haziran akşamı İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim ilan edildi. Sanki bir Türkiye’de “1848 Devrimi” tekrarlanıyordu. Buna Devletin yani Sermaye sınıflarının ve TSK’nın tepkisi, biraz gecikmeli olsa da çok sert olacaktır; göreceğiz.

Sadece yurt içi şiddet değil, yurt-dışında da, bu kez yine Ermeni intikamcılar tarafından Türk diplomatlarına bir seri suikast yapılacaktır. ABD’de Los Angeles şehri Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır Demir 27 Ocak 1973’de Mıgırdıç Yanıkyan adlı Ermeni terörist tarafından öldürüldü. Bu süreç artarak devam edecektir…

Dipnotlar

[1] Bu bölümdeki verilerin büyük bir kısmını Cumhuriyet Ansiklopedisi, 3. Cilt, 1961-1980, YKP, 2003’den alınmıştır.

[2] 27 Mayıs sırasında 3. Ordu Komutanı olan Gümüşpala, eğer bu darbenin başında kendinden daha düşük rütbeli birisi varsa Ankara’ya yürüyeceğini söyleyince, hareketin başındaki Tümg. Cemal Madanoğlu kendi yerine, hemen İzmir’den yeni emekli olmuş Org. Cemal Gürsel’i uçakla Ankara’ya getirip, onun bu Darbenin başı olduğunu ilan etti. Aslında hareketin motoru küçük rütbeli subaylardı. Vikipedia.

[3] Bu veriler için, Cumhuriyet Ansiklopedisi, 3. Cilt, 1961-1980, YKP, 2003 ilgili kesimden yararlanılmıştır.

[4] İbid., s 49.

[5] Türk Dış Politikası, Cilt I, 1919 – 1980, s 686.

[6] DPT’nin kuruluşu ve ilk planın yapılışı konusunda bkz. E. Türkcan, Türkiye’de Planlamanın Yükselişi ve Çöküşü, 1960-1980, Bilgi Üniversitesi yayınları, 2010 içinde ss. 105-111.

[7] Sayın Demirel’in bahsettiği bu Heyet, age., Bölüm II.1 ve Bölüm II. 2’de sıkça ortaya çıkan “Envestisman  Program Komitesi”dir. Daha ayrıntılı bilgiler Çilingiroğlu’nun hatıralarında (Bölüm II.1) bulunabilir.

[8] Türkcan, age., ss 255-6.

[9] DPT’nin ilk “Sınav Yönetmeliği” Resmi Gazete’nin 17 Ağustos 1971 sayısında yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bundan önce, doktorası olan üst düzey personelin bile (örneğin Dr. Attila Sönmez, İkinci İPD Bşk.) tabi olduğu, enformel fakat, kayırmasız bir sınavla, uzman alınıyor ve bir deneme süresi tanınıyordu.

[10] S. Sezen, Devletçilikten Özelleştirmeye Türkiye’de Planlama, TODAİE, Ankara, 1999, s. 93.

[11] Age. S. 95.

[12] Bu konu 1960’lardan beri gündemde olsa da, sonunda İngiliz Freeman & Fox Firmasına 8 Şubat 1968’deki sözleşmeyle verilmiş, hazırlıklardan sonra temeli 20 Şubat 1970’de atılmıştır.

[13] Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat (Kolektif), Yordam Kitap, 2015,  ss 629-30.

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. Sn Turkcan, yukarda cemal gursel ıle bırlıkte olan grup foygrafı MBK ne aıt degıldır. yanlmıyorsam kurucu meclıs uyelerıne aıttır.saygılarımla.

    Cevapla
Giriş Yap

Veryansın TV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun!