Matrix’ten çıkmak

Emre Köksal yazdı…

featured

Teorik anlamda demokrasi, hemen tüm teorilerde olduğu gibi, ideal bir sistem olsa da; kitle iletişim araçlarının sermayenin tekelinde bulunduğu ve sistem içerisinde ana etmen olan kitlelerin nicel miktarının teorinin işlemesini imkansız kılacak boyutlarda olduğu “kapitalist demokrasi”leri, bir “özgürlük illüzyonu” olarak ele almak eğilimindeyim. “Kapitalist demokrasi”, teorinin aksine, bireyleri veya kitleleri özne olarak ele alıp onların istek ve arzularına hizmet etmek üzerine değil; onları ürkütmemek ve bazen bilinçli biçimde ürkütüp yönlendirmek ve bu sayede kitlelerin istek ve arzularını şekillendirmek üzerine kuruludur. Bu sistem; politik-ekonomik elitlerin var olan zemini sürekli olarak pozisyonlarını devam ettirebilme noktasında uygun halde tutabilecekleri biçimde, tavır aldığı bir sistemdir. Modern demokrasilerin halkın iradesine doğrudan dayanmak yerine, o iradeyi yönlendirme eğiliminde olması belirli ölçülerde anlaşılabilir. Ülkelerin milli güvenliğine ilişkin pek çok mesele, çoğunluğun gündelik duygu durumuna emanet edilemeyecek kadar hassas ve kısa vadede anlaşılması güç olabilir. Devletlerin kurumsal ve bürokratik gelenekleri, bu tip meselelerde stratejik kararlar alabilmek ve uygulayabilmek için vardır. Örneğin; İngiltere’nin, 21. yüzyılda küresel politikadaki konumunu belirleyecek olan Avrupa Birliği’nden ayrılma kararını referandumla (%51.89) almış olmasını, halkın talebi bu doğrultuda olduğu için gerçekleştiği biçiminde yorumlamak, bu yazı nezdinde “illüzyonu fazla içselleştirmek” olarak değerlendirilecektir.

İktidar erki, her daim meşruluğa ihtiyaç duyar ve 20. yüzyılda burjuvazi, bu meşruluk kaynağının ilahi iradeden alınıp yeryüzüne indirilmesine ve halk iradesi ile somutlaştırılmasına önayak olmuştur. Bu sayede, daha evvel müdahale imkanı çok sınırlı olan yönetimsel kararlara dahil olma yetisi edinmiş ve halk da yeni sistemin mühim bir etmeni kılınması dolayısıyla eskiye nazaran daha çok alakaya ve imkana kavuşmuştur. Devlet mekanizması ile dini kurumların ortaklığı zayıflamış, devlet mekanizması ile sermaye sınıfının ilişkisi güçlenmiştir ve bu durum, Fransa gibi sürecin öncü ülkelerinde, laisizm olarak tezahür etmiştir. Bu toplumsal evrim sürecini doğrudan yaşamamış ve çağı yakalayıp ona entegre olabilmesi için ithal laisizm ve demokrasiyle tanıştırılmış halklar ise, doğal olarak, yeni durumu tam anlamıyla içselleştirememiş ve daha karma bir çağdaşlaşma geleneği var etmiştir. Ülkemizdeki tarikat-sermaye ilişkisi de bu bağlamda ele alınabilir.

Bu kaba tanım ve tespitlerin yazının gidişatı doğrultusunda önemli bir yer tuttuğuna inanıyorum çünkü “doğru” soruları sormak için var olan durumun nesnel ve yalın bir analizinin gerektiği ve bu sorular sorulduğunda bunlara yanıt vermenin gerekmeyeceği, yanıtları halihazırda içlerinde barındıracakları kanaatindeyim.

*

“Burjuvazi, gelişirken attığı her adıma uygun düşen siyasal bir ilerleme de sağlamıştır. (…) En sonunda, modern sanayi ve dünya pazarının oluşmasından bu yana modern temsilî devlette siyasal egemenliği tek başına ele geçirmiştir. Modern devletin yürütme gücü, tüm burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir kuruldan başka bir şey değildir.” – K. Marx & F. Engels

“Demokrasilerde istediğinizi söyleyip, söylenenleri yaparsınız.” – Gerald Barry

*

Diyalektiğe göre her tez, kendi karşı tezini de var eder. Birçok organizasyonun kontrol edilebilmesinde ve sürdürülebilmesinde başat faktörün, ikili sistemle bina edilmiş olmaları ve bu dualist yapıya yeterli hassasiyetin gösteriliyor olması olduğunu görürüz. Konuyla direkt ilintili olmamasına rağmen benzetme yöntemiyle başlığa adını vermiş Matrix Sistemi’nin de 0 ve 1’lerden müteşekkil olması, hoş bir ironi olsa gerek. Kitle kontrolü açısından da toplumu kutuplaştırmak ve iki kutbu da çeşitli araçlarla farklı görünen yollardan aynı amaca sürükleyebilmek, hayati önemdedir. (Tez+Antitez=Sentez)

Yeni binyıla girmemizle beraber, ülkemizin önüne küresel güçlerce yeni bir rota-program konduğu bugün açık bir biçimde anlaşılıyor. Ve iktidar-muhalefet yirmi senedir bu programın uygulanmasında adeta sandalye kapmaca oynuyor. Birinin elinden bıraktığı enstrümanı diğeri havada kapıyor ve program asla aksamıyor. Bağımlı medya organları ve kalemler, tali meselelerle halkı kutuplaştırıp oyalıyor ve esas gidişatı bu sayede gizliyor. Türkiye, Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana ulaştığı en ciddi yol ayrımındadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün, üniter yapısının ve hatta devamında varlığının önümüzdeki yıllarda fiili saldırıya uğrayıp uğramayacağı bu dönemde belli olacaktır. Tartışmaya açılıp açılmayacağı diyemiyorum çünkü ne yazık ki çoktan açıldı.

AKP’nin iktidara gelişinde ona en yakın ilgi, muhabbet ve desteği gösteren kişi ve odaklar, 2015 sonrası muhalefeti iktidarın yarım bıraktığı veya yarım bırakmak zorunda kaldığı işleri tamamlaması ön şartıyla desteklerken ve muhalefetin birçok kesimi bu “görev”e gönüllü olduğunu açıkça sözel olarak veya fiilen beyan ederken; keskin bir iktidar-muhalefet ayrımında bulunmak işlevsel olamayacaktır. Klik, ekol ve sermaye yapıları arasındaki mücadeleleri göz ardı ediyor ve iktidar ile muhalefetin tamamıyla yekvücut olduğunu söylüyor değilim. Ancak güçlü bir milli siyasetten, milli bir program yürütmeye hazır ve kendi ayakları üzerinde durabilecek siyasetten, söz etmemizin şuanki şartlarda mümkün olmadığını düşünüyorum.

Demokratik sistem, devletlerin kaderinin belirlenmesinde asli değil de tali belirleyici faktör ise ve aslolan kitleleri ve dolayısıyla sistemi yönlendirme gücüne sahip odaklar ise, bu noktada milli burjuvazi ve devlet bürokrasisindeki geleneksel yapılar belirleyici önem kazanmaktadır. Kemalist Cumhuriyet’in başlıca amaçlarından bir tanesinin milli burjuvaziyi yaratmak olmasının bir nedeni de budur. Neo-liberal dönemle beraber, sermaye sınıfının yerele olan bağlılığı ve bağımlılığı azalmış ve yerli burjuvazi, küresel ilişkiler geliştirme eğilimine girmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, küresel sermaye sınıfı ve egemen güçler tarafından yağmalanırken, maalesef, milli burjuvazi de büyük ölçüde tasfiye edilmiş ve kalanlar bu yağmaya taşeronluk yapmıştır. Devlet kurumları ve bürokrasimiz, hem milli burjuvazinin tasfiyesi dolayısıyla, hem de Gladyo kurtlarının ağacın gövdesini on yıllardır kemirmesiyle zayıflamış ve demokratik sistemde etkin bir güç olmaktan çıkmış gözükmektedir. Toplumu yönlendirme etkisi olan sivil toplum örgütleri ve cemaat-tarikatların ciddi bölümü dış destekli vaziyettedir. Egemenliğimizi birçok alanda yitirdiğimiz kanaatindeyim, buna kendi demokrasimizi denetlemek ve yönlendirmek de dahil. Dolayısıyla, Türkiye’de milli muhalefet değil, milli siyaset sorunu vardır. Çünkü siyasetimizi besleyen damarlar, dış kaynaklıdır. Ve bu sorun, var olan sistemin içinden çözülemeyecek biçimde köklüdür. Sorun demokratik sistemimizin içerisindeki unsurların bazılarında değil, sistemimizin kendisindedir. Bu Matrix’in kuralları içerisinde, yeni bir gelecek tahayyülü yaratamayız. İdare-i maslahat imkanı bulunmamaktadır. Üçüncü bir yola ihtiyacımız var. Bu iki kanatlı ve programlı biçimde yol alan uçak, türbülansa girip silkelenmeli çünkü “sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden yeğdir”.

Tarihte, bireylerden yahut kitlelerden ziyade şartlar ve dönemlerin belirleyici olduğuna inanan biri olarak, şartların buna müsait ve elverişli olduğunu düşünüyorum. Tüm dünya ve tabii ki Türkiye yeni bir döneme girerken, yeni bir askeri mücadele sahasında bulunurken, ilgili mücadelenin sadece cebini düşünen zayıf karakterli ve ilkesiz akbabalar üzerinde bir doğal seçilim etkisi yaratacağına inanıyorum. Puslu havada yollarını yitirecek bu kifayetsiz muhterisler, bir bir düşecektir. Zaman gelmiştir.

Kontrol mekanizması bulunmayan Başkanlık Sistemi, demokratik-politik sahte dengeyi dengesizliğe sürüklemektedir ve demokrasi tiyatromuzu on yıllardır yazanlar yaşanan bu kaostan rahatsızdır. Var olan siyasi durum, bizi her gün tokatlıyor. Bizse tokatların sona ermesini ve yavaşça ısınan suyun içinde uyumaya devam etmek istiyoruz. Anlaşılır bir arzu fakat faydacı değil, bilakis tokatların şiddeti daha da artmalı ve tarih gösteriyor ki artacak.

Siyasi iktidarla uzun seneler şiir gibi anlaşmış TUSİAD dahi bugün hükümeti demokrasi, hukuk, laiklik ve insan hakları noktalarında çok sert eleştirmeye başlamışsa bir durup düşünmeliyiz. İçerisinde bulunduğumuz durumda yaşamsal sorunlarımız demokrasi, laiklik veya dolar kuru değil. Önümüze konulan ekonomik reçeteler, egemenlik haklarımızdan taviz vererek asırlık ekonomik sorunları sadece yeniden sümen altı etmeyi öneren antidepresanlar. Demokratik çözümler, yalnızca uyuduğumuz yatağımızı ve üzerimizdeki yorganı daha rahat kılmayı vadediyor. Bu noktadan mücadelesiz ve acısız çıkış yok, eğer uykumuzda ölmek istemiyorsak. Matrix’te ne kadar uzun süre kalırsanız, uyanma sürecinde gözleriniz ve bedeniniz o denli acır.

*

“Kıyıya vurmadıkları sürece, balıklar suyun farkında değildirler.” – Marshall McLuhan

“Uyuyan milletler ya ölür ya da köle olarak uyanır.” – Mustafa Kemal Atatürk

“İdare-i maslahatçılar esaslı inkılâp yapamaz. Bugünkü sefâlet ve rezâlet içinde esâsen kimseyi memnun etmeye imkân yoktur. Yurt imar edildiği gün, millet zengin olduğu zaman herkes memnun olur.” – Mustafa Kemal Atatürk

Matrix’ten çıkmak

Abonelik

VeryansınTV'ye destek ol.
Reklamsız haber okumanın keyfini çıkar.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. Dikkat çekici bir yazı olmakla beraber oldukça akademik ve teorik bir analiz olmuş.Ortalama okuyucunun sabırla okuyup bundan ders çıkarabileceğini düşünmüyorum.Ozellikle bu dönemde daha geniş kitlelerin ilgisini çekecek biçim ve özde yazılar yazılmalı.

Giriş Yap

VeryansınTV ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!